“BBC’de seyrettiği Master Mind adlı yarışma programını hatırladı kadın. Yarışmacı, yarışma konusu olarak Osmanlı Tarihi’ni seçmişti. Sunucunun “Neden Osmanlı’yı seçtiniz?” sorusuna emlak simsarı olan yarışmacı “Üç kıtada hükümrân olduğu için” cevabını verdi. Sunucu ağzı kulaklarında “Yıkıldı ama!” deyince, yarışmacının verdiği cevap tokat gibiydi: “Evet ama üç kıtada 600 sene hükümrân oldu…” Yıkılışından yüz sene sonra bile Osmanlı’nın, “üzerinde güneş batmayan” bir ülkenin vatandaşını nasıl etkilediğinigösteriyordu bu. “Büyüklük diye ben buna derim işte!” dedi kadın içinden. Şöyle bir dikleşti oturduğu yerde ve yüzünde gururlu bir tebessümle etrafı süzmeye başladı… Yavuz, Kanunî dönemi Osmanlı tebaasından biri gibi hissediyordu o an kendisini…”
İÇİNDEKİLER
Sadece Yaprak Döktük/ 11
•
Hiçbir Şey Göründüğü Kadar
Kötü Değildir…/ 86
•
Küçük Kızın Büyük Gururu/ 98
•
Yıllar Sonra/ 107
•
Herkes Bir Değil Ki…/ 116
•
Modern Matematik/ 123
•
Küfür/ 129
•
Mart Havası Gibi…/ 135
•
El Örgüsü Yün Atkı/ 153
•
Akşam Gezintisi/ 162
•
Kara Telefon/ 173
•
Eski Günler, Eski Dostlar…/ 183
•
Üzülmeyin Yahular!/ 192
•
Yüksek Hızlı Yaşam/ 197
•
Naha Aklımı Seveyim!/ 205
Sanmasınlar yıkıldık, sanmasınlar çöktük,
Bir başka bahar için, sadece yaprak döktük.
Hz. Mevlana
Sadece Yaprak Döktük
Evin tam karşısına kuruyemişçi vardı, yanında da manav. Yılın bu son günü ikisinin de alışverişleri artmıştı. Kimi küçük, kimi büyükçe torbalarla çıkıyordu dükkândan. Tabiî manava uğrayanların torbaları daha ağır, daha büyüktü. Çoğu insan meyve, çerez almayı hep böyle son ana bırakırdı nedense. “Herkes karınca kararınca yılbaşı kutlamaya hazırlanıyor” diye düşündü karşı apartmanda, pencerenin yanındaki bordo kadife yüzlü, yumuşak koltuğunda oturan kadın. Orta yaşların sonlarında bir yerdeydi. Kucağına bıraktığı örgüyü yeniden aldı, örmeye koyuldu. Sanki ilmek ilmek ördüğü yün iplik değil de düşünceleriydi. Aslında seviyordu örgü örmeyi, çünkü müthiş rahatlatıcı, sinirleri gevşetici bir işti örgü. Bir yerde okumuştu; İsveçli gemi kaptanlarının hepsinin kamaralarında bir torba yün yumak bulunurmuş. O uzun upuzun süren, bitmek bilmeyen sisli puslu kuzey gecelerinde, uzun deniz yolculuklarında gerilen sinirlerini gevşetmek için örgü örmekten daha etkili bir yöntem yokmuş zira.
Gözü duvardaki takvime ilişti ve “koca bir yılı daha geride bıraktık işte” diye düşündü, “bu gece yılbaşı!” Sonra omuzlarını silkti. Yılbaşı da bütün geceler gibi bir geceydi işte… Ama gene de insan farkında olmadan havaya giriyor, o geceyi kendince iyi, neşeli, en azından diğer gecelerden farklı geçirmek istiyordu. “Ben bile uymadım mı bu modaya; ucundan kıyısından katılmadım mı sanki ben de bu kervana?” dedi içinden. “Gidip kestane, fındık, fıstık aldım. Tatlı bile yaptım kendime.” Gülümsedi… Şu “sürü içgüdüsü” garip bir şeydi doğrusu. Hiç etkilenmediğini sananların bile ille de katılmalarını sağlıyordu işte böyle. İnsan dediğin, ne kadar direnirse dirensin, çevresine bigâne kalamıyor, az ya da çok etkilenmeden edemiyordu, vesselam. Gri bir hüzünle gölgelenir gibi oldu yüzü. Tek başına karşılayacaktı yeni yılı… Aman aman, biraz daha dursa neredeyse gözleri nemlenecekti. Şu acıklı ruh halinden bir an önce kurtulmalıydı. Hüznün o buruk, o mayhoş zevkine bir kez bıraktı mı insan kendini, taa boğazına dek gömülür giderdi o dipsiz, bucaksız kör kuyulara… “Ne yapsam?” diye düşündü. Gözü, karşı duvardaki altın yaldız çerçeveli oval aynaya ilişince “En iyisi berbere gitmek” dedi. Bütün kadınlar gibi berbere gidip saçlarını yaptırmak iyi gelirdi ona da; havası değişir, moral bulurdu. Apartmanın girişindeydi berber. Hem saçını yaptırır hem de iki insan görür; bir çift laf eder, açılırdı. Aman ne kalabalıktı berber dükkânı… Herkes bir yerlere gidiyordu bu gece; kimi eğlence yerlerine, büyük otellere, lokallere, kimi bir dost, arkadaş evine… Herkes güzel, daha güzel, göz alıcı olma telaşındaydı. Eski ve hatırlı müşteri olduğu için, randevusu mandevusu olmadığı halde onu araya sıkıştırıverdi berber Salih. Ee, bunca yıl sonra, böyle özel bir muameleyi hak ediyordu elbette. Nazı geçen müşterilerdendi. Saçını nasıl istediğini söylemesine bile gerek yoktu; Salih patron bilirdi onun ne istediğini. Taa dükkânı ilk açtığı günden beri kaç yıllık müşterisiydi. Ama bugün içinden gelmişti zahir ya da yılbaşı şerefine pek görkemli bir topuz yaptı gür, meçli gibi ara ara ağarmış açık kumral saçlarını. Saçtan yana şanslıydı doğrusu. Kadın, erkek herkesin saçlarının seyrekleşip döküldüğü şu ahir zamanda, hem eskisi gibi gürdü saçları hem de beyazlaşan telleri sanki özel olarak meç yapılmış gibi pek biçimli, yerli yerinde boy gösteriyorlardı. Yanı başındaki koltukta bir genç kız oturuyordu. – Çok güzel oldu saçlarınız, dedi. Benimkini de böyle yapın. Bu gece giyeceğim elbiseyle çok hoş olacak. Biz bu gece… Oteli’ne gideceğiz. Bir hafta önceden rezervasyon yaptırdık. Bir gariplik vardı kızda. Lâfları pek iğretiydi, ağzından dökülüyordu âdeta. Eskilerin deyimiyle “kabala almış gibi” noktasız, virgülsüz, hiç soluk almadan ve de bir sürü gereksiz ayrıntılar vererek, kelimenin tam anlamıyla “fuzuli” konuşup duruyordu biteviye. Berberden çıkınca hemen eve gitmek gelmedi kadının içinden. Hazır, giyinip kuşanıp çıkmıştı evden, ee saçını başını da yaptırmıştı… Yakındaki bir AVM’ye gitmek; yılbaşı telaşına kapılmış kalabalığa karışmak, seyirci olarak uzaktan bile olsa bu heyecanı yaşamak, kendisini bu tatlı telaşın içinde hissetmek istedi birden… AVM’nin döner kapısından içeri girer girmez kırmızı giysisi, beline kadar uzanan kar beyazı sakalı, beyaz ponponlu kırmızı takkesiyle kendi kendine sallanıp duran bir Noel Baba mankeni karşıladı onu. Vitrinler deseniz, ayrı bir âlemdi; irili ufaklı çam ağaçları, pamuktan mamuktan yalancı karlar, yanıp sönen rengârenk minik ışıklar, hatta ahırda koyunlar, kuzular arasında dünyaya gelmiş bebek İsa figürleriyle Hz. İsa’nın doğumu sahnesini canlandırmalara varıncaya kadar Noel’in bütün gereklerini (!) yerine getirenler bile vardı. AVM’nin bir köşesinde ise etiyle kemiğiyle, beyaz sakalı belini döven bir canlı Noel Baba, etrafını kuşatmış çocuklara hediyeler dağıtmakla meşguldü. “Bir Meryem Ana figürlü, bebek İsa’lı Noel alayları ve Noel Şarkıları söyleyen çocuk korosu eksik’’ diye düşündü kadın, biraz da hüzünle… AVM’nin tam ortasına, üç dört katlı apartman boyunda koskocaman bir çam ağacı yerleştirilmişti, üzerinde bin bir çeşit süsleri, altın, gümüş topları, yıldızları mıldızlarıyla… Yıllar yıllar önceyi, çocukluğunu hatırladı birden. Bu Noel çamları önce mini boyutlarda ufak ufak evlerde boy göstermeye başlamıştı. Hatta ilkokul öğretmeni olan bir komşu kızı, evinde bir karış boyunda bir çam dalını pamuktan karlarla süslemişti yılbaşında da, haminnesi “Selâmın kavlen! Bu gâvur âdeti de nereden çıktı böyle? Var mı bizim töremizde, ananemizde böyle şeyler? Tövbe tövbe!” diye küplere binmişti. “Bu gâvur adetlerine bayılıyorlar bunlar. Kur’an-ı Kerim’de yeri var: ‘Onların yaptıklarını yaparsanız onlardan olursunuz’ diye. Ne buyurmuş Mevlam: ‘Sen dinlerine uymadıkça Yahudiler de, Hristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır. De ki: ‘Doğru yol ancak Allah’ın yoludur. Sana gelen ilimden sonra bilfarz onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah’tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.’ Tövbe estağfurullah! Başımıza taş yağacak, TAŞŞ!!” diye hayıflanıp durmuştu. Bir de bugünleri görseydi ninecik?” diye düşündü, “vallahi yüreğine inerdi de ‘tık’ diye kalbi durur, füc’eten ölüverirdi garibim.” Daha bugünkü gibi “mutenâ” semtlerdeki apartman dairelerinin kapılarında yılbaşında asılan Noel çelenkleri boy göstermemişti… Ve de İstanbul’un yüksek sosyetesi, Noel geceleri oluk oluk St. Antoine Kilisesi’ne âyin izlemeye gitmiyordu henüz. Gai Eaton’ın bir sözünü hatırladı: “Günümüzde tüm Müslümanların evleri İslâm yurdunun sınırları içinde kalsa da kendileri, Batılı bir dünyada yaşamaktadırlar”. Hele bir tespiti vardı ki, hâlâ her okuduğunda, her hatırladığında ilk okuduğu günkü gibi etkiliyor, düşündürüyordu onu: “Günümüzde İslâm Medeniyeti’ni yabancıların hegemonyasından kurtarmak için savaş verenler, kendilerinin içten fethedilip edilmediklerini, fizikî varlıkları esaretten kurtulduğunda dahi ruhlarının sömürgeleştirilmiş olabileceğini asla sormazlar kendilerine.” “Sömürgeleştirilmiş ruhlar…” Müthiş bir şeydi bu! Üzerinde uzun uzun düşünülüp, tefekkür edilecek bir şey! Çeşitli iletişim araçları, anında haberleşme imkânlarıyla günümüzün küçülen dünyasında, biz farkına bile varmadan sürüp gitmekteydi kuşkusuz, ruhlarımızın bu sömürgeleştirilmesi işlemi… Bu sözleri ilk okuduğunda âdeta çarpılmış, bir daha, bir daha okumuş, sonra da beğendiği sözleri not ettiği defterine kaydetmişti. Arada deftere göz gezdirdiğinde de altını kırmızı kalemle çizmiş ve de ezberine almıştı. “Gerçekten de kendimizi Müslüman bir ülkede Müslümanca yaşıyor sanıyoruz, oysa düşününce pek de öyle olmadığını fark ediyor, işte böyle şaşkın, hayretler içinde kalakalıyoruz” diye düşündü… Sahiden de Müslüman bir ülkede ama Batı normlarına göre, Batılılara özgü pek çok değer yargıları ve alışkanlık-
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Hikaye
- Kitap AdıSadece Yaprak Döktük
- Sayfa Sayısı208
- YazarBelma Aksun
- ISBN9786051555393
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviÖtüken Neşriyat / 2017
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Tüfekle Vurulacak Şeyler ~ Vuslat Çamkerten
Tüfekle Vurulacak Şeyler
Vuslat Çamkerten
“O zamanki karmaşa, o zamanki keder, ihtiras, acılar, pişmanlıklar, bunların hepsi önce basit birer et acısına ve sonra morluğa dönüştü, en sonunda da bedenimin...
- Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü ~ Etgar Keret
Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü
Etgar Keret
Etgar Keret bir dâhi… Kahkahalarla güldürüyor.” – The New York Times “Kara mizahı seviyorsanız, bundan iyisini bulamazsınız.” – Baltimore Sun Orta Doğu’nun en parlak...
- Peruk Gibi Hüzünlü ~ Yalçın Tosun
Peruk Gibi Hüzünlü
Yalçın Tosun
Dostluk, arkadaşlık, sevgi, tutku, bağlılık ve keder… Bu duygular arasında mekik dokuyan, gönül kırıklıklarını ustalıklı bir sevecenlikle onarmaya çalışan bir kitap, Peruk Gibi Hüzünlü....