Doktor Fridolin ve karısı Albertine, bir parti dönüşü, bastırılmış arzularının farkına varırlar. Hem kadın hem de erkek, üçüncü kişilerce her an baştan çıkarılabileceklerini hissederler. Özellikle erkek, karısının üzerindeki denetimini kaybetme korkusuna kapılır. Telaş ve panik onu karanlık sokaklarda bir arayışa iter. Hayal ile gerçeğin birbirine karıştığı bir Odyseedir bu; bilinçaltına ya da dışına bir yolculuk. Ünlü yönetmen Stanley Kubrickin Eyes Wide Shut filmiyle ölümsüzleştirdiği bu kısa roman, bastırılmış olanın geri dönüşünü yer yer gerçeküstü, gizemli bir atmosferde sunuyor.
Rüya Roman: Gözleri açık rüya görmek.
***
ÖNSÖZ
Elinizdeki kısa romanın adı, Rüya Roman (Traumnovelle) bizim çeviri anlayışımıza pek uygun düşmüyor. İlkece, romanın içeriğine göre seçilmiş bir başlık daha yerinde olabilirdi. Bunu da düşünmedik değil. Ne var ki metin, “literatürümüze” bu adla girmiş olduğu için, aynı yazarın ikinci bir kitabını sunuyormuş izlenimi verebilirdik. Bu bir. İkincisi, “rüya roman” tanımı, şifrelediği anlamlarla, okurun, gerçeklik-roman (kurmaca)-rüya ilişkisine ancak metni okuduktan sonra anlam verebileceğini hissettiriyor ya da bu yöndeki merakı körüklüyor.
Aslında uzunöykü, ‘novel’ türüne daha yakın bu metin. Çünkü kahramanlarının sayısı oldukça sınırlı. Olaylar da öyle. Dar anlamda bir zaman mekân birliğinden bile söz edilebilir, olayların zamansal uzunluğu ve geçtikleri yerler göz önünde tutulacak olursa: Genç doktor Fridolin ve eşi Albertine, tek çocuklu bir aileyi temsil ediyorlar. Onlarla bir maskeli balo öncesi tanışıyoruz. Baloda her ikisi de küçük kaçamakların kıyısından dönüyorlar. Balo sonrası evde “üçüncü” kişiler ile ilişki konusunda bir tür sohbet ya da tartışma başlıyor. Evlilik öncesinin ilişkilerine dönüyorlar. Kadın, evlenmeden önce kimseyle ilişki kurmamış, Fridolin’e “bakire gelmiştir”. Ama bu onun, bilinçdışı isteklerini bastırmış olduğu anlamına gelmektedir. Başka erkeklerle birlikte olma arzusu kadın için (de) hep varolmuştur. Bu hakikat kocayı sarsar. Doktor Fridolin çağrıldığı bir hastaya gider. Kentte bir dizi olay yaşayıp döner. Döndüğünde eşi ona gördüğü bir rüyayı anlatır.
Hepsi bu. Yüzeydeki bu kısacık yaşantılar ve birkaç (psikolojinin diliyle söyleyecek olursak “az çok dürüstçe”) içe bakış çabası. Geçmişin anımsanması ve rüyanın anlatılması. Derinde ise fırtına. İşte Rüya Roman, bu bilinçdışı ya da bilinçötesi denen dünyanın fokurtularını, bastırılmışın isyanını, Avusturya-Macaristan monarşisinin en çalkantılı döneminde (1907-1928 arası yıllara yayılıyor romanın yazılması) romanda karşımıza sembolik düzlemde çıkan bir burjuva toplumunun kolektif bilinçdışıyla birlikte sunuyor.
Ünlü yönetmen Stanley Kubrick’in, ölümünden önce çektiği son film olan Eyes Wide Shut, Rüya Roman’ın günümüz Amerikasındaki bir kente (NewYork?) uyarlanmış, neredeyse bire bir aktarılmış halidir. Orada da, tıpkı romanın özgün adı gibi, şifrelenmiş bir film adı çıkıyor karşımıza: Eyes Wide Shut. Gözlerin hem tamamen açık hem de kapalı olduğunu söyleyen bir tanımlama. Film Kubrick’in “en anlaşılmaz filmi” olarak kaldı gibi. Muhteşem bir görsel şölen eşliğinde elbette.
Biz bir yandan bu önemli filme de bir giriş denemesi olabileceğini düşünerek, bu klasik metne ilişkin “yorumları” enikonu kavramaya ve derlemeye çalıştık. Dileyen okur, buraya kadar yaptığımız kısa açıklamayla yetinip metni eline alabilir. Ama romanın hele filmin ardından “Batıda” yeniden yeniden gündeme gelen değerlendirmeleri üzerinden Freud’un ‘Rüya yorumu’na ve daha da ötelere giden kapıları az da olsa aralamak mümkün. Schnitzler ile Freud’un ilginç dostluğuda metne yönelik merakı körüklüyor.
Ağırlıklı olarak Schnitzler’in günce notlarıyla harmanlanmış bu değerlendirme, Freud düşüncesinin daha onun yaşadığı dönemde bile ne kadar etkili olduğunu göstermek bakımından da bir işlev taşıyor.
Romana girişin kaçınılmaz koşulu olarak değilse bile, romanla birlikte ilginç bir analize girme (hem metninin hem de psişik yapının analizine) fırsatını kullanma adına aşağıdaki özet önemli bir işlev taşıyabilir.
Siegmund Freud- Arthur Schnitzler:
İçimizdeki Öteki
“Sizin Traumnovelle (Rüya Roman) üzerine kimi notlar aldım,” diye yazar Siegmund Freud 24 Mayıs 1926’da. Freud’un A. Schnitzler’e yazdığı bu mektupta, metini onaylamanın, tevazu ve saygının yanı sıra alçak sesle söylenmiş de olsa biraz mesafeli durmanın izlerini buluruz. Freud ile Schnitzler çağdaştılar; aynı kenti, Viyana’yı uzun yıllar ürünlerini verdikleri kent olarak paylaştılar. Ama ilişkileri başlangıçta, birbirini uzaktan ve dolaylı tanıyan insanlarınkine özgü karşılıklı saygı ve mesafeli duruş üzerine kuruluydu. Uzun süre sadece rastlantısal vesilelerle birbirleri ile ilişki kurmuşlardı. Schnitzler, Freud’un 50. doğum günü münasebetiyle ona bir mektup yazmıştı. Freud bu mektuba verdiği cevapta, yazarın kendisinin yıllarca arayıp durduğu, uzun analizler ve tecrübelerle biriktirdiği bilgiye nasıl kendiliğinden ulaştığına hayret ettiğini söyleyecekti: “…Kimi psikolojik ve erotik sorunlar konusunda” kendi görüşleri ile Schnitzler’inki arasındaki, oldukça örtüşen yanlara dikkati çekip, “nesneyi uzun ve zahmetli incelemeler ve araştırmalar sonucunda elde ettiğim şu veya bu gizli bilgiyi nereden edinmiş olabileceğinizi sık sık, hayret ederek kendime sordum durdum ve sonunda kıskandığım yazara hayranlık duyma noktasına geldim,” diye yazar (8 Mayıs 1906). Gene de Freud ile Schnitzler’in kişisel olarak birbirlerini tanımaları için aradan 16 yıl geçmesi gerekecektir. Freud, kendisinden 6 yaş küçük olan yazara, 60. doğum günü münasebetiyle yazdığı mektupta, o zamana kadarki gecikmesini açıklamayı mektubun vesilesine çevirir: “(Niçin bu kadar gecikmiş olduğum) sorusuna verilecek cevap bana fazlasıyla mahrem (gizli) gelen bir itirafın yapılmasını gerektiriyor.” Freud, Schnitzler’den uzak duruşunu, Almanca’da “Doppelganger”, İngilizce’de “double” kavramıyla karşılanan bir ilişkinin ürkütücülüğü ya da korkusuyla açıklayabileceğimiz bir duruma parmak basıyor. Doppelganger, kişinin “ikizi”, öteki kimliği, hatta yer yer hayaleti anlamlarına bile geliyor. Freud, Schnitzler’de bir anlamda kendini, kendi “ikizini” bulup bundan ürktüğünü söylüyor. “…Sizin güzel eserlerinizin derinliğine her inişimde, onların şiirsel yansılarının (yüzeydeki parlaklıklarının) arkasında, benim kendiminkiler olarak bildiğim önkoşulları, ilgi ve sonuçları bulduğuma inandım. Sizin determinizminiz ve şüpheciliğiniz –hani insanların karamsarlık diye adlandırdıkları şey– sizin bilinçdışının (bilinçötesinin) hakikatlerinden, insanın dürtü doğasından müthiş etkilenişiniz kültürel-geleneksel (uzlaşımsal) güvenceleri (sağlam dayanakları) parçalayışınız, hayat ile ölümün kutupluluğu hakkındaki düşünceleriniz, bütün bunlar bana müthiş (korkutacak kadar) bildik, tanıdık göründü. 1920 tarihli küçük bir denememde (‘Haz İlkesinin Ötesinde’) Eros ile Ölüm-dürtüsünün, karşılıklı ilişkileriyle hayatın bütün bilmecelerine hâkim olan en eski (ilksel) güçler olduklarını göstermeye çalıştım. Sizin sezgi üzerinden –ama aslında çok hassas bir şekilde kendinizi algılayarak– benim başka insanlar üzerinde yaptığım uzun ve zahmetli çalışmalarla ortaya çıkardığım sonuçların hepsini edindiğiniz izlenimini edindim. Evet, sizin varlığınızın derinlerinde (temelinde), henüz kimsenin olmadığı kadar dürüst ve yansız, korkusuz bir derinlik psikolojisi araştırmacısı olduğunuzu biliyorum; ve siz bu (böyle bir derinlik psikolojisi araştırmacısı) olmasaydınız, sizin sanatçı yetenekleriniz, dil ustalığınız ve canlandırma gücünüz, serbestçe at koşturacak ve sizi daha çok, kitlenin arzusuna göre (yazan) bir edebiyatçı yapacaktı.” (Buraya kadarki alıntılar ve özetlemeler, Freud’un Arthur Schnitzler’e yazdığı mektup, Neue Rundschau, 66, 1955’ten alınmıştır.)
Freud’un Schnitzler’de takdir ettiği ve kaynak olarak sezgisini gösterdiği psikanalitik hakikatler, elbette sezginin değil, (Freud sezgiye böyle bir rol yüklemez) içebakışın, kendini algılamanın ürünü olmalıydılar. Kendikendini algılama tanımı bu insan ruhunun derinliklerine inen kişi için, Freud “Psikanalize Giriş Dersleri, 1916” derlemesinde, tamamen teorik düzlemde konuşarak, daha doğrusu içebakışı bir yöntem olarak genelleştirerek: “İnsan psikanalizi önce kendi bedeninde öğrenir, kendi kişiliğini inceleyip araştırarak,” der.
Ancak Freud’u bir anlamda adım adım takip eden ve öğretisinin gelişmesini izleyen Schnitzler, genelde insan ruhunu, derindeki psişik yapının özelliklerini anlayabilmek için, içebakışın ötesinde de yollar olması gerektiğini düşünmektedir: “Ruhun karanlıklarına birçok yol iner; bunu psikanalizcilerin hayal ettiklerinden gitgide daha güçlü hissediyorum,” diye yazar Freud öğrencilerinden Theodor Reik’a.
Dönelim Rüya Roman’ın öyküsüne. Arthur Schnitzler’in bu kısa romanı edebiyat tarihinin hoş bilmecelerinden birini oluşturur. 1907’de yazmaya başladığı bu öyküyü, yazar 20 yıl sonra, yazarlık faaliyetinin sonunda bitirmiştir. Bu yirmi yıl içinde bir dünya savaşı, emperyalist ve burjuva bir Reich’ın (Alman II. Reich’ının) çöküşü, psikanalizin bir bilim olmanın ötesine geçip bir kültür teorisi olma iddialarına yönelmesi gibi önemli olaylar yaşanmıştır.
Dolayısıyla bu küçük romanda sadece edebiyat yöntemleri birbirine karışıp durmaz, aynı zamanda farklı zaman düzlemleri de iç içe geçer. Birinci Dünya Savaşı sonrasının yıkımları altında kalmış manzaraları, gizli bir cemaatinin törenleri ile birlikte çıkar karşımıza; hem bir rüya/hayal dünyasında, hem de burjuva toplumunun içinde buluruz kendimizi. Roman ile psikanaliz metodu arasındaki paralellikleri bulmanın hiç de zor olmadığını girişte verdiğimiz uzun açıklamadan kolayca çıkartabiliyoruz. Freud, alıntıda, yazarı niçin ve hangi özelliklerinden ötürü takdir ettiğini hatta kıskandığını belirtiyordu. Kendisinin uzun yılları bulan nesnel araştırma ve incelemelerle gün ışığına çıkartabildiği şeyi, Schnitzler, ona göre, yazarlık sezgisi, daha doğrusu içebakışla bulmuştu. Zaten ileride bir yerde belirteceğimiz gibi, Freud, hayatı tam anlamak isteyenlerin, bilimin ötesine geçip “sanatçılara” (edebiyata) başvurmaları gerektiğini söyler.
Özyaşamsal Arka Plan
Schnitzler, Rüya Roman’ı bitirmeden önce yazdıklarına dönüp bakarken, 1915’te, “Benim kadın ile erkek arasındaki ilişkideki tutumum… hep erkeğin yanında oldum”* der. Das Mädchen (Kız; 1891) adlı metninde kadına yönelik cinsel baskıya karşı ilerici parolalar ortaya atan, ancak sonuçta gene toplumsal mutabakatın ve geleneğin baskısına boyun eğen Fedor Denner’dan farklı olarak, Schnitzler, erkek kadın ilişkisinde, kadın hakları konusunda hiç de öyle ilerici bir tutum sergilemez. Schnitzler dönemin güzel aktristi Marie Glümer’e (“Mizi”) âşıktı. Bu ilişki daha baştan, Schnitzler’in kadının ilk âşığı olmamasından ötürü kahredici bir ilişkiye dönüşmüştü. Kadının yurt dışındaki turnelerden birinde bir aşk macerası yaşadığını öğrenen Schnitzler çılgına dönmüştü. Olup biteni hayatın geneldeki haksızlığına bağlayan Schnitzler şöyle der: “Aslında hayat adil değil. Ben soylu, güvenen aldatılmış kişi olarak dolaşıp duruyorum ortalıkta; o ise, yaşadığı olayı hayatını mutsuzlaştırarak ödemek zorunda kalan sefil bir sürtük olarak. Ama elbette pekâlâ bunun tam tersi olabilirdi.” Schnitzler bu yorumlayıcı düşüncelerine rağmen, iş pratiğe geldiğinde kendini denetleyemez. Haftalarca kıskançlık kavgaları yaşanır, Schnitzler, alttan alıp duran kadını sürekli aşağılar. 20 Nisan tarihli güncesinde, “Mizi akşamüzeri eve döndü, karşımda duruyordu öylece; kendisine yarım saat hakaret edip durdum; ona adi bir gecekuşu olduğunu, ruhunda haysiyetsizlik, şerefsizlik yaşattığını söyledim ve bunları yaparken apaçık bir tatmin duygusuna kapıldım,” diye yazar. Kadın başlangıçta hiç tepki göstermez, ardından şaşkınlıkla odanın içinde dolaşmaya başlar ve nihayet sinir krizine tutulur. Ardından tekrar sakinleşir; ama Schnitzler yeniden hakaretlerine başlar ve kendini tutamayıp kadını tekme tokat döver. Kadın bütün bunları hak etmişçesine hiç sesini çıkartmaz.”
Görünürdeki akla göre düzenlenmiş burjuva-liberal düzeni ile bireysel tutku ve duygular arasındaki çelişki Schnitzler özelinde, o dönem için hiç de atipik olmayan bir nevroza dönüşmüştür. Schnitzler’in bu nevrozdan payını almış olması, bu öznel tepkiyi olanca şiddetiyle canlandırarak (anlatarak) ona bir nesnellik verebilmesini sağlamıştır. Öyleyse yolun başında, onun hastalık hastası ben’i durmaktadır. O, kendi duygularını bir deney nesnesi olarak gözlemekten öteye geçerek bu ben’i dönemindeki sosyal çevrenin bir parçası olarak anlatabilmiştir, demekle benimsenebilir bir yorum yapmış oluruz.
Rüya Roman’a psikanaliz ile olan ilişkisi düzleminden baktığımızda, bu metni, kahramanlarının psişik dünyasının gerçekliğinin doğrudan bir yansıması ve yorumu olarak anlamak istesek bile, metin bize, psikanalizin verilerini ya da rüya modelini doğrulamak üzere kurulmuş “zorlama” bir öyküyü dayatmamaktadır. Psikanalizin açıklayabildiğinin ya da inebildiği derinliğin ötesine “edebiyatın” (sanatın) geçmesi durumu söz konusudur burada. Metni, doğaüstü olanın (akıldışı, düşsel dünyanın) hayatın içine zorla girmesi olarak, edebiyat diliyle söyleyecek olursak, “gotik” fantastiğe bir dönüş olarak da yorumlamak kolay değildir. Bu düzlemlerdeki okumalar da metnin anlaşılmasını imkânsız kılabilirler.
Demek ki, Rüya Roman, psikanalitik analiz ile toplumsal-kültürel ilişkilerin bileşkeninde yorumlanması gereken bir metin sunmaktadır bize. Bunu göz önünde tutarak bu metnin “Batı” menşeli yorumlarından yararlanarak biraz ayrıntılı, psikanalize dayalı bir tanıtım yapma yoluna gittik. Unutulmaması gereken, bu metnin yakında gündeme almaya hazırlandığımız Freud metinlerine bir hazırlık olarak da değerlendirilebileceği. Ama öte yandan, her klasik metin gibi bu metin de, okumanın başlı başına bir çaba gerektirdiği durumlar olduğunu hatırlatmakla önemli bir işlev de yerine getiriyor bizce.
Bilinçdışının Romanı
Arthur Schnitzler ünlü Avusturyalı ozan, yazar Hugo von Hofmannsthal’a yazdığı 10 Aralık 1903 tarihli mektupta (bkz. Günce, s. 9) psikanalizin “vaka” analizinin bir insanı açıklamaya yetmeyeceğini düşündüğünü söyler. İnsanı psikanalitik bir “vaka”ya indirmek onu olgular düzleminde açıklama, insanı salt bir olgular bütünü olarak görme hatasına düşmektir. Schnitzler’e göre psikanaliz, insanın anlaşılmasında araçlardan biri olarak görülmelidir sadece.
Schnitzler, 1905 tarihli günce notunda (s. 66) “kendisine karşı mücadele etmenin imkânsız olduğu biricik öğe, aşkın kayıtsızlığa dönüşmüşlüğüdür,” der. Aşkın bir ilgisizlik, umarsızlık ilişkisine dönüştüğü yerde geriye güvenilir ne kalabilir ki? Ya da soruyu şöyle sorabiliriz: Her şeye rağmen bir karı koca, iki sevgili arasında kalıcı temel bir güvenlik zemini bulmak mümkün müdür? Schnitzler buna bir cevap verir gibidir, ilişkilerin duygusal, heyecansal temelinin her şeye rağmen işliyor, sürüp gidiyor olmasıdır bu zemin. Romanın hemen başında karşımıza çıkan karı koca arasındaki gerilimin ya da sarsıntının güvenlik sigortası gibi bir şeydir bu zemin.
Girişte yaptığımız kısa özete bir kez daha dönerek belirtmek gerekirse, romanda bir burjuva çift, Dr. Fridolin ve Albertine olayların baş kişileridirler. (Schnitzler babasının ölümüne kadar doktorluk yapmıştır. Romanın erkek kahramanı da doktordur.) Hemen girişte, bir baloya gitmek üzere olan çift, çocuklarına “iyi geceler öpücüğü” verir. Baloda, küçük, kaçamak erotik heyecanlar yaşanır. Fridolin, maskelerini çıkartıp geri döneceklerini vaat eden iki kızın arkasından giderken, kadın, Albertine, melankolik, kendini bir şey sanan bir zamparanın başlangıçtaki çekiciliğinden kendini çabuk kurtarır. Döndüklerinde, balo salonunun gölge figürleri, yaşadıkları küçük heyecanları öylesine konuşurlarken, söz, o hiç farkında olmadıkları gizli arzular üzerinde ciddi bir tartışmaya dönüşür. O andan itibaren de özellikle Dr. Fridolin, kendisinin olduğu kadar eşinin de bir üçüncü kişi ile ilişki kurabilme olasılığının gerçekliği karşısında sarsılıp bir savrulma yaşar. Fridolin kentte, önce ölmek üzere olan bir hastaya çağrılır; gittiğinde adam ölmüştür; adamın kızı, doktora aşkını ilan eder; genç doktor daha sonra bir fahişeyle birlikte onun dairesine çıkar; ardından eski bir okul arkadaşıyla karşılaşır (Bülbül), adam onu gizli bir cemaatin maskeli balosuna çağırır. Döndüğünde Albertine görmüş olduğu bir rüyayı kocasına anlatır. Fridolin, karısı ile arasındaki ilişkinin sonunun geldiği kaygısını taşımaya başlar, kadının ellerini avuçları içine alır, ama nefret etmesi gereken bu kadına karşı, acı veren bir bağlılık ve sevgi duyduğunu hisseder; her şeyden bağımsız varlığını koruduğunu ileri sürdüğümüz, iki kişi arasındaki duygusal, heyecan verici ilişkilerin oluşturduğu temeldir bu herhalde. Anlatı, romanın kişilerinin, aralarında artık bağlayıcı hiçbir şey kalmadığı duygusuna kapıldıkları anda bile, bu temelin varlığına dayanarak sürer sanki. ‘Yanılıyorsunuz, sizi bağlayan şey hâlâ orada,’ der gibi kurar yazar öyküsünü. Dolayısıyla roman bize, onların eninde sonunda bir arada kalacaklarını da vaat eder, diyebiliriz. Bekleyin görün! En derinde bir şey onları bir arada tutmaktadır!
Ama işte tam da bu nedenle, roman kişileri, romanın bize vaat ettiği bu mutabakatı (uzlaşmayı) gerçekleştirmek için epey didinmek zorunda kalacaklardır. Yola devam için her iki tarafın da “dürüst” olması yetmeyecektir. Dürüstlük, kişinin öznel bilincine indirgenecek bir şey değildir çünkü; ya da referans olarak gösterilecek en son merciidir kişinin öznel bilinci konu “dürüstlük” olunca. Nedeni de, dürüstlüğün söz konusu olduğu yerde, aslında bu dav
————
* Bu bölümdeki açıklamalar, Alman Edebiyatı Arşivinin içinden alınmıştır; 1893, 1903 ve 1905 tarihli günceler.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Dünya Klasikleri Roman (Yabancı)
- Kitap AdıRüya Roman
- Sayfa Sayısı160
- YazarArthur Schnitzler
- ÇevirmenGenç Osman Yavaş
- ISBN9789756323212
- Boyutlar, Kapak12x21, Karton Kapak
- YayıneviBORDO SİYAH / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Radetzky Marşı ~ Joseph Roth
Radetzky Marşı
Joseph Roth
Evler dizisindeki bir yapı da günün birinde yangınla yok oldu mu yerine hemen bir başkası inşa edilmez, ardında bırakmış olduğu boşluk uzun süre öyle...
- Zarif Bir Cinayet Gecesi ~ Agatha Christie
Zarif Bir Cinayet Gecesi
Agatha Christie
Stonygates’teki genç suçluların islah edildiği bir vakfın sahibi olan arkadaşı Carrie Louise’i ziyaret eden Miss Marple tehlikenin yak- laşmakta olduğunu hisseder. Bir gece suçlu...
- Vergilius’un Ölümü ~ Hermann Broch
Vergilius’un Ölümü
Hermann Broch
Broch’un Vergilius’u, bugüne kadar romanın esnek ortamı bağlamında gerçekleştirilmiş en sıradışı ve en temel deneylerden biridir. Thomas Mann Broch, Joyce’tan bu yana Avrupa edebiyatının...