Sonsuzluk çok uzun bir zaman.Rosa doğduğunda tıpkı porselenden yapılma bir taşbebek gibi bembeyaz, pürüzsüz, kırışıksız bir bebekti, saçları yeşil, gözleri sarıydı, ebe kadının istavroz çıkararak dediği gibi ta ilk günahın işlendiği zamanlardan o yana dünyaya gelmiş en güzel yaratıktı.
Isabel Allende’nin ilk romanı Ruhlar Evi 20. yüzyıl başlarından itibaren Trueba ailesinin üç kuşağı üzerinden Latin Amerika’nın devrim, darbe, ümit ve tutkuyla şekillenen tarihini anlatır.
Yayımlandığı günden beri büyük ilgi gören ve onlarca dile çevrilen Ruhlar Evi ruhlar dünyasıyla gerçek dünyanın, yaşamla ölümün iç içe geçtiği bir aile sagası.
“İnsan ne kadar yaşar, nihayetinde?
Bin yıl mı yoksa tek bir yıl mı?
Bir hafta mı yoksa birkaç yüzyıl mı?
Ne kadar süre için ölür insan?
Ne demektir, sonsuza kadar?”
Pablo Neruda
Birinci Bölüm
Güzeller Güzeli Rosa
Barrabás bizim aileye deniz yoluyla geldi, diye yazmış küçük Clara, o narin elyazısıyla. Ta o zamanlar önemli şeyleri yazma huyu varmış, daha sonraları da, suskun kaldığı dönemlerde, önemsiz olanları da yazar olmuş, o defterlerinin elli yıl sonra benim geçmişin anılarını ortaya çıkarmama ve kendi korkularımın üstesinden gelmeme yarayacağı aklının ucundan bile geçmeden. Barrabás’ın geldiği gün Kutsal Perşembe’ymiş. Derme çatma bir kafesin içinde, kendi pisliğine ve sidiğine batmış bir halde, gözlerinde sefil ve savunmasız bir tutsağın dalgın bakışlarıyla çıkagelmiş, ama –kafasının o soylu duruşundan ve boyundan bosundan– sonunda efsanevi bir deve dönüşeceği tahmin edilebiliyormuş. Küçük kızın sonradan hatırlansın diye defterine yazdığı ve San Sebastián Kilisesi’nde ailece gittikleri öğle ayini sırasında gerçekleşecek olayların gelişini insanın hiçbir şekilde sezemeyeceği sıkıcı bir sonbahar günüydü.
Azizlerin heykelleri, yas belirtisi olarak, dindar kadınların yılda bir kez kilisenin deposundaki dolaptan çıkarıp tozunu silkeledikleri mor renkli giysilerin içinde ve matem örtüleri altındaydı, bu mübarek azizler geçidi sanki taşınmayı bekleyen bir eşya yığınını andırıyor, ne yanan mumlarla günlükler ne de orgun iniltileri yetiyordu bu acıklı izlenimi yok etmeye. Birbirine tıpatıp benzeyen hastalıklı ifadeli yüzleri, bu dünyadan göçmüş insanların saçlarından özenle hazırlanmış perukları, boyalı camdan yapılma yakutları, incileri, zümrütleri ve Floransalı soylulara yaraşır kıyafetleriyle insan boyundaki bu azizlerin yerinde işte bu korkutucu karaltılar dikiliyordu.
O matem kılığının yakıştığı tek aziz, kilisenin koruyucusu Aziz Sebastián’dı; çünkü bedenine yarım düzine ok saplanmış, kan ve gözyaşları içinde, acı çeken bir eşcinselmiş gibi yakışıksız bir pozda kıvranan ve Peder Restrepo’nun fırça darbeleri sayesinde mucizevi bir şekilde taze görünen yaralarıyla Clara’yı tiksintiyle ürperten azizin bu halini görme eziyetinden müminler kutsal Paskalya haftası boyunca kurtulmuş olurlardı. Uzun bir tövbe ve perhiz haftasıydı bu, kâğıt oyunları oynanmaz, insanı sefahate sürükleyecek ya da kendini kaybetmeye itecek müzikler çalınmaz, tam da o günlerde iblisin ucu çatallı sopasıyla Katoliklerin dayanıksız nefsini daha da ısrarla dürtmesine rağmen, insanlar ellerinden geldiği kadar derin bir keder ve iffetlilik havasına bürünürlerdi.
Yapılan perhiz, hafif milföy pastalarından, leziz sebze yahnilerinden, ağızda dağılan omletler ve taşradan gelme kocaman peynirlerden oluşurdu, İsa Peygamber’in Çilesi’ni bu şekilde anan aileler, Peder Restrepo’ nun ısrarla söylediği gibi aforoz cezasına uğramamak için en küçük bir et ya da balık lokmasını bile ağızlarına koymamaya özen gösterirlerdi. Zaten kimse onun sözünden dışarı çıkmaya cesaret edemezdi. Rahip, günahkârları cümle âlemin içinde suçlayan upuzun bir işaretparmağına ve duyguları altüst etmeye alışık sivri bir dile sahipti. “Sen, ey bağış kutusundan para çalmış olan hırsız!” diye haykırırdı minberin tepesinden, onunla göz göze gelmemek için yakasının tozunu silkelemekle meşgul olan bir beyefendiyi işaret ederek. “Sen, ey rıhtımlarda fahişelik yapan iffetsiz kadın!” diyerek Donya Ester Trueba’yı suçlardı; romatizma yüzünden kıpırdayamaz halde olan ve kendini Carmen Meryemi’ne adamış olan kadıncağız, o kelimenin anlamını bile bilmeden, rıhtımların nerede olduklarından da habersiz, şaşkınlık içinde gözlerini kocaman açardı.
“Nedamet getirin, ey günahkârlar, Efendimiz’in fedakârlığına layık olmayan iğrenç leş kargaları! Perhiz yapın! Nedamet getirin!” Gönülden inandığı mesleğinin aşkına kendini kaptırmış olan rahip, modernizm rüzgârlarına kapılarak, kendi bedenine eziyet çektirme uğruna dikenli gömlek giymeye ve kamçılanmaya karşı çıkan kilisedeki üstlerinin talimatlarına açık açık itaatsizlik etmemek için kendini tutmak zorundaydı. Kendisi, insan ruhunun zaaflarını onun bedenine verilecek sıkı bir cezayla yola getirmekten yanaydı. Diline gem vurmasını bilmeyen rahip efendi hitabetiyle ünlüydü. İnanç sahipleri kiliseden kiliseye onun peşinden giderler, cehennemdeki işkenceleri anlatmasını dinlerken buram buram ter dökerlerdi; hünerli işkence aletleriyle lime lime edilen etler, hiç sönmeden yanan cehennem ateşi, erkeklik organlarını delip geçen kancalar, kadınların deliklerinden içeri giren iğrenç sürüngenler ve cemaatin içine Tanrı korkusunu salmak için her vaazına kattığı daha başka sayısız işkencelerdi anlattıkları. Bu dünyadaki misyonu İspanyol asıllı tasasız halkın vicdanını sarsmak olan rahip, Galicia şivesiyle konuşurken, iblisin kendisini bile en mahrem anormalliklerine varana kadar tarif ederdi. Severo del Valle ateist ve masondu, ama siyasi hırsları vardı ve kendisini herkes görsün diye, her pazar ve yortu günlerinde halkın en çok hazır bulunduğu ayinlere katılmamak gibi bir lükse sahip değildi.
Karısı Nívea’ysa Tanrı’yla aracısız anlaşmayı yeğlerdi, rahip cüppelerine karşı derin bir güvensizlik duyar, cennetle cehennemden ve araftan dem vurulmasından sıkılırdı, ama kocası Parlamento’da bir sandalye kazanabilirse kendisinin de kadınlara oy hakkını elde edebileceği umuduyla siyasi hırslarında ona eşlik eder, sayısız gebeliklerinin cesaretini kırmasına göz yummadan on yıldan beri bu uğurda mücadele verirdi. O Kutsal Perşembe günü Peder Restrepo, korkunç imgelerle cemaati direncinin sınırına kadar getirmiş, Nívea’nın artık midesi bulanmaya başlamıştı. Acaba yeniden gebe mi kaldım diye merak etti. Sirkeyle lavman yapmalar ve buzlu süngerlerle yıkanmalara rağmen on beş çocuk dünyaya getirmişti, bunlardan on biri halen hayattaydı, artık olgunlaşmaya başladığını düşünmesine yetecek nedenleri vardı, çünkü çocuklarının en küçüğü olan Clara on yaşındaydı.
Şaşırtıcı doğurganlığının coşkusu nihayet durulmuş gibiydi. Duyduğu rahatsızlığı Peder Restrepo’nun vaazında söylediklerine yordu, çünkü Peder aileyi, vatanı, mülkiyet hakkını ve Kilise’yi paramparça edip, Tanrı’nın bu konuda son derece kesin olan yasasına açık açık karşı gelerek gayrimeşru çocukları ve resmî nikâhları meşrulaştırmaya yeltenen sapkınlardan dem vurmaya başlamıştı. Nívea ile Severo, çocuklarıyla birlikte, kilisedeki bankların üçüncü sırasını baştan sona işgal etmişlerdi. Clara annesinin yanında oturuyordu, rahibin söylevi tensel günahlar konusunda fazlasıyla uzadığında annesi kızın elini sabırsızlıkla sıkıyordu, çünkü onun bu söylediklerinin, küçük kızın sorduğu ve kimsenin nasıl cevaplandıracağını bilemediği sorulardan açıkça belli olduğu gibi, onu gerçeklerin çok ötesine geçen sapkınlıkları gözünün önüne getirmeye iteceğini biliyordu. Clara erken gelişmiş bir çocuktu ve ailesindeki bütün kadınların ana tarafından kalıtsal olarak aldıkları sınırsız bir hayal gücüne sahipti. Kilisenin içindeki sıcaklık artmıştı, yanan koca koca mumların buram buram kokusu, günlükler ve tıkış tıkış kalabalık Nívea’nın yorgunluğunu büsbütün artırıyordu. Seremoni bir an önce bitse de evinin serin havasına geri dönüp eğreltiotlarıyla dolu galeride otursa ve dadının yortu günlerinde hazırladığı koca bir sürahi dolusu badem sübyesinin tadını çıkarsa diye içi gidiyordu. Dönüp çocuklarına baktı, küçükler yorulmuşlar, pazar giysileri içinde dimdik oturuyorlardı, daha büyüklerinse dikkatleri dağılmaya başlamıştı.
Hayattaki kızlarının en büyüğü olan Rosa’ya çevirdi bakışlarını ve her zamanki gibi şaşırdı. Onun o acayip güzelliğinde kendisinin bile görmezden gelemediği, insanı tedirgin eden bir şey vardı, sanki insan ırkınınkinden farklı bir maddeden yapılmıştı. Nívea kızı daha doğmadan önce bile onun bu dünyadan olmadığını anlamıştı, çünkü onu rüyalarında görmüştü, bu yüzden de ebe kadın onu görür görmez çığlığı basınca hiç de şaşırmamıştı. Rosa doğduğunda tıpkı porselenden yapılma bir taşbebek gibi bembeyaz, pürüzsüz, kırışıksız bir bebekti; saçları yeşil, gözleri sarıydı, ebe kadının istavroz çıkararak dediği gibi ta ilk günahın işlendiği zamanlardan bu yana dünyaya gelmiş en güzel yaratıktı. Daha ilk yıkanmasından başlayarak dadı onun saçlarını papatya demiyle durulamış, bu da saçının rengini yumuşatarak ona yıllanmış bronz tonu vermişti, sonra da karnında ve koltukaltlarında, kaslarının gizli dokusunun ve damarlarının belli olduğu en narin yerleri saydam gibi görünen teni güçlensin diye onu çırılçıplak güneşe çıkarmayı âdet edinmişti Yine de dadının bu yerli halka özgü hünerleri yeterli olmamış ve aileye bir melek geldiği söylentisi çok geçmeden ortalıkta dolaşmaya başlamıştı.
Nívea, büyümesinin zorlu aşamaları sırasında kızının bazı kusurlar edinmesini umuyordu, ama hiç de öyle olmamış, tam tersine on sekiz yaşına geldiğinde Rosa şişmanlamamış, yüzünde sivilceler çıkmamış, o denizkızı zarafeti büsbütün artmıştı. Yumuşacık mavimsi yansımalarla parlayan teninin rengi, saçlarının ışıltısı, hareketlerinin ağırlığı, sessiz kişiliği, sanki bir deniz yaratığını akla getiriyordu. Balığı andıran bir yanı vardı, hani pullu bir kuyruğu olsa tam bir denizkızı olduğu söylenebilirdi, ama iki bacağı onu insansı bir yaratıkla efsanevi bir varlığın arasında belirsiz bir yere konumluyordu. Her şeye rağmen genç kız neredeyse normal bir yaşam sürdürmüştü, nişanlıydı ve günün birinde evlenecek, böylelikle güzelliğinin sorumluluğu başka ellere geçecekti. Rosa’nın başını öne eğmesiyle bir güneş huzmesi kilisenin gotik vitraylarından içeri süzülerek profilini bir ışık halesiyle sarmaladı. Birkaç kişi dönüp baktı, o geçerken hep yaptıkları gibi fısıldaştılar, ama Rosa hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi görünüyordu, onda kibirden eser yoktu ve o gün her zamankinden daha dalgındı, işlemekte olduğu örtüye koyacağı yarı kuş yarı memeli yepyeni yaratıklardaydı aklı, baştan aşağı sedef ışıltılı tüylerle kaplı, boynuzlu ve pençeli bu hayvanlar o kadar iriydi ve kanatları öyle güdüktü ki biyoloji ve aerodinamik yasalarına meydan okuyordu.
Nişanlısı Esteban Trueba’yı pek ender aklına getiriyordu, ama sevgi eksikliğinden değil, unutkan mizacından ve iki yıllık ayrılık ona çok uzun geldiğinden. Nişanlısı kuzeydeki madenlerde çalışıyordu. Kıza düzenli olarak mektup yazıyor, Rosa da kimi zaman bir yerlerden kopya ettiği dizeleri ve parşömen kâğıdı üzerine çini mürekkebiyle çizdiği çiçek desenlerini yollayarak yanıt veriyordu. Nívea’nın düzenli olarak el attığı bu yazışmalardan, erişilmesi zor maden damarlarının peşindeyken her zaman göçüklerin tehdidi altında olan madencilik mesleğinin korkutucu yanlarını, talihinin yaver gideceğine güvenerek borca girdiğini, kendisini hızlı yoldan servet sahibi yapacak harikulade bir altın damarının ortaya çıkacağına ve Rosa’yı koluna takıp mihrabın önüne götürmek üzere eve geri dönerek, mektuplarının sonunda her zaman dediği gibi, evrenin en mutlu erkeğine dönüşeceğine güvendiğini öğreniyordu. Oysa Rosa’nın evlenmek için acelesi yoktu, vedalaşırlarken birbirlerine verdikleri tek öpücüğü neredeyse unutmuştu bile, bu sebatkâr nişanlının gözlerinin rengini de hatırlayamıyordu.
Okuduğu tek tür olan aşk romanlarının etkisiyle onu ayaklarında deri çizmeleriyle, çöl rüzgârlarıyla kavrulmuş teniyle, korsan hazinelerinin, altın İspanyol sikkelerinin ve İnka mücevherlerinin peşinde toprağı kazarken hayal etmek hoşuna gidiyordu; madenlerin getireceği zenginliklerin taşların içinde saklı olduğuna Nívea’nın, kızını inandırmaya çalışması da beyhudeydi çünkü Esteban Trueba’nın zorlu birtakım eritme işlemlerinden geçirdikten sonra bir gramcık altın kusacağı umuduyla tonlarca ağırlığında taşları toplaması Rosa’ya imkânsız görünüyordu. O arada başladığı devasa boyutlardaki bir işe kendini vermiş olarak hiç sıkılmadan bekliyordu onu:
Dünyanın en büyük masa örtüsünü işliyordu. Önce köpekler, kediler ve kelebeklerle başlamıştı iş işlemeye, ama çok geçmeden hayal gücü baskın çıkmış, babasının kaygı dolu bakışlarının altında dikiş iğnesinin ucunda fantastik bir mahluklar cenneti ortaya çıkmaya başlamıştı. Severo, kızının uyuşukluğunu üzerinden atıp ayaklarını gerçek dünyaya basmasının ve bazı ev işlerini öğrenerek evliliğe hazırlanmasının vakti geldi diye düşünüyordu, oysa Nívea onun bu kaygısını paylaşmıyordu. Annesi dünya işleriyle kızına sıkıntı vermemekten yanaydı, çünkü Rosa’nın semavi bir varlık olduğunu, bu dünyanın hayhuyu içinde uzun süre dayanamayacağını sezinliyordu, bu yüzden de onu rengârenk iplikleriyle baş başa bırakıyor ve yarattığı o mahluklar kâbusuna ses çıkarmıyordu. Nívea’nın korsesindeki balenlerden biri kırılmıştı ve ucu kaburgalarının arasına batıyordu Mavi kadife elbisesinin içinde boğulduğunu hissediyordu, dantelli yakası fazlasıyla yüksek, kolları çok sıkıydı, beli o kadar dardı ki korsesini çıkardığı zaman bağırsakları normal konumuna dönene kadar yarım saat boyunca karın ağrısı çekiyordu. Kadın hakları savunucusu arkadaşlarıyla bu konuyu sık sık tartışırlardı, kadınlar eteklerinin boyunu kısaltıp saçlarını kesmedikçe ve kabarık iç etekliklerinden kurtulmadıkça, ister tıp okusunlar ister oy hakkı kazansınlar, hiç fark etmeyeceği sonucuna varmışlardı; çünkü zaten bunları yapacak halleri kesinlikle olmayacaktı, lakin kendisinde modanın dışına ilk çıkanlardan biri olacak cesaret yoktu. Tam o sırada Galicia’lı rahibin sesinin beynini dövmeyi bıraktığını fark etti. Sıkıntılı bir sessizliğin etkisini iyi bilen Peder Restrepo, sıklıkla yaptığı gibi, vaazının uzun duraklamalarından birine geçmişti. Ateş saçan bakışlarını müminlerin üzerinde teker teker gezdirmek için o anları fırsat bilirdi hep.
Nívea kızı Clara’nın elini bıraktı, boynundan aşağı süzülmekte olan bir ter damlasını kurulamak üzere kolunun yenindeki mendili çıkardı. Sessizlik yoğunlaşmıştı, kilisenin içinde zaman durmuştu sanki, ama Peder Restrepo’nun dikkatini çekmemek için hiç kimse ne öksürmeye cesaret edebiliyordu ne de oturuşunu değiştirmeye. İşte tam o sırada, yıllar sonra Nívea’nın da hatırlayacağı gibi, bütün o tedirginliğin ve sessizliğin ortasında, küçük Clara’nın sesi tüm berraklığıyla duyuldu. “Hişt! Peder Restrepo! Eğer sizin şu cehennem hikâyesi koca bir yalan olsaydı hepimiz bozum olurduk…” Cizvit papazın başka azapları işaret etmek için havaya kalkan parmağı kafasının üzerinde tıpkı bir paratoner gibi dikili kaldı. İnsanlar nefeslerini tuttular, kafaları öne düşmeye başlamış olanlarsa canlandılar. Del Valle çifti, paniğe kapılınca ve çocuklarının heyecanla kıpırdanmaya başladıklarını görünce ilk tepkiyi gösterdi.
Severo cemaatten bir kahkaha yükselmeden ya da ilahî bir kıyamet kopmadan önce harekete geçmesi gerektiğini anlamıştı. Karısını kolundan tuttuğu, Clara’yı da boynundan yakaladığı gibi ikisini de peşi sıra sürükleyerek, koşar adım kiliseden çıktı, hep birlikte kapıya doğru seğirten öteki çocukları da peşlerinden gidiyorlardı. Rahibin onları tuzdan heykellere dönüştürecek bir yıldırım düşürmesine fırsat kalmadan kendilerini dışarı atmayı becermişlerdi, ama kapının eşiğindeyken hakarete uğramış başmeleğin sesini andıran rahibin korkutucu sesini duyabildiler. “Bu çocuğu cin çarpmış! Bu kibirli kızın içine şeytan girmiş!” Peder Restrepo’nun bu sözleri, kötü bir hastalık tanısı gibi ailenin belleğine kazınıp kalacak ve daha sonraki yıllarda o sözleri sıklıkla hatırlayacaklardı. Ama rahibin söylediklerini bir daha hiç aklına getirmeyen tek kişi Clara’nın kendisi oldu, onları günlüğüne not etmekle yetinmiş, sonra da unutup gitmişti.
Oysa içine şeytan girmesinin ve kibirli olmanın bu kadar küçük bir kız için fazlasıyla büyük günahlar olduğu konusunda hemfikir olan annesiyle babası o sözlere aldırmadan edemezlerdi. İnsanların dedikodu yapmalarından ve Peder Restrepo’nun yobazlığından çekiniyorlardı. En küçük kızlarının acayipliklerine o güne kadar bir isim koymamışlar, bunları şeytanın etkisine yormamışlardı. Onları kızın kişiliğinin bir özelliği olarak görüyorlardı, tıpkı Luis’in aksaklığı ya da Rosa’nın güzelliği gibi. Clara’nın zihinsel gücü kimseyi rahatsız etmiyor, pek büyük bir karışıklığa da neden olmuyordu; hemen her defasında pek de önemli olmayan şeylerde ve evin sıkı mahremiyeti içinde ortaya çıkıyordu. Kimi zaman, yemek saatinde, hepsi birden evin büyük yemek salonunda toplandıklarında, tam bir ağırbaşlılık ve düzen içinde sofrada otururlarken tuzluk birdenbire titreşime geçer ve hiçbir bildik enerji kaynağı ya da hokkabazlık hilesi işin içine girmeden sofranın üstündeki kadehlerle tabakların arasında dolaşmaya başlardı. Nívea, Clara’yı saç örgülerinden sertçe çeker ve bu yöntemle kızını bu acayip dalgınlığından çıkarıp tuzluğun normal haline dönmesini ve bir anda hareketsiz kalmasını sağlardı. Şayet evde misafirler varsa kardeşleri hemen bir düzen kurar, en yakında oturan kardeş, masanın üstünde hareket halinde olan şeye el atarak yabancılar farkına varıp şaşkınlığa uğramadan önce onu durdururdu.
Bütün aile hiçbir yorumda bulunmadan yemeklerini yemeye devam ederdi. Ayrıca en küçük kardeşin kehanetlerine de alışmışlardı. Küçük kız yer sarsıntılarını bir süre önceden haber verirdi, bu da böyle bir afetler ülkesinde pek işe yarıyordu; çünkü tabak çanağı kurtarmaya ve geceleyin dışarı fırlayabilmek için terlikleri hemen giyebilecekleri bir yerde bulundurmaya vakit kalıyordu. Clara altı yaşındayken atının, Luis’i sırtından atacağı kehanetinde bulunmuş, ama çocuk kız kardeşinin bu sözüne kulak asmamıştı, o zamandan beri de bir kalçası çıkıktı.
Sol bacağı zamanla kısalmıştı, kendi imal ettiği yüksek tabanlı özel bir ayakkabı giymek zorundaydı. O zamanlar Nívea çok kaygılanmıştı ama dadı, pek çok çocuğun sinekler gibi havada uçtuğunu, rüya yorumları yaptığını ve ruhlarla konuştuğunu, masumiyetlerini yitirdiklerindeyse bunların hepsinin geçtiğini söyleyerek onu yatıştırmıştı. “Büyüdüklerinde çocukların hiçbirinde bu durum kalmıyor,” diye açıklamıştı dadı. “Bekleyin hele ergenlik çağına gelsin, eşyaları hareket ettirme ve felaketleri önceden haber verme huyundan nasıl kurtulacağını görürsünüz.” Clara dadının gözbebeğiydi. Onun dünyaya gelmesine yardım etmişti, kızın garip huylarını gerçekten anlayan tek kişi oydu. Clara anasının karnından çıktığında dadı onu kucağına almış, yıkamış, akciğerleri balgamla dolu olan ve her an nefesi kesilip morarmanın eşiğine gelen bu kırılgan yaratığı o andan itibaren delice sevmeye başlamıştı, bebek soluk alamadığında onu kocaman sıcacık memelerinin arasına alarak kaç kez kendine getirmek zorunda kalmıştı, çünkü bu yaptığının astımı geçirmenin tek yolu olduğunu biliyordu, Doktor Cuevas’ın alkollü şuruplarından çok daha etkili bir çareydi.
O Kutsal Perşembe günü Severo, kızının ayin sırasında kopardığı rezalet yüzünden içi içini yiyerek salonda dolaşıp duruyordu. 20. yüzyılda cin çarpmalara bir tek Peder Restrepo gibi bağnazların inanabileceğini ileri sürüyordu, 20. yüzyıl, iblisin kesin olarak gözden düştüğü bilim, teknik ve Aydınlanma çağıydı. Nívea onun sözünü keserek asıl konunun bu olmadığını söyledi. Vahim olan şey, kızının marifetleri evin duvarlarından dışarı çıkar da rahip soruşturmaya başlarsa herkesin durumu öğrenecek olmasıydı. “Sanki bir ucubeymiş gibi herkes ona bakmaya gelir,” dedi Nívea. “Liberal Parti meselesi de boku yer,” diye ekledi Severo; ailenin içinde efsunlu birinin olmasının siyasi kariyerine vereceği zararın bilincindeydi. Tam o sırada dadı, ayağındaki espadrilleri sürüyerek, kolalı kat kat iç etekliğinin hışırtısı içinde salona daldı ve birtakım adamların avluda bir ölüyü arabadan indirmekte olduklarını haber verdi.
Gerçekten de öyleydi. Dört atlı bir arabayla içeri girerek birinci avluyu olduğu gibi işgal etmişler, havayı kaplayan koca bir toz bulutunun içinde, tepinen atların toynak sesleri arasında ve uğursuzluk gelmesin diye el kol işaretleri yapıp duran boş inançlı adamların yağdırdığı lanetler altında kamelyaları ezmişler, pırıl pırıl yer karolarını at pislikleriyle berbat etmişlerdi. Yanında eşyalarıyla birlikte Marcos Dayı’nın cenazesini getiriyorlardı. Bütün bu hengâmenin başında, sırtında redingotu, kafasına fazlasıyla büyük gelen şapkasıyla baştan aşağı siyahlar giymiş, ufak tefek, nazik tavırlı bir adam vardı, durumun ne olduğunu açıklamak üzere tumturaklı bir söyleve başlamışken, içinde en sevdiği kardeşinin naaşının yattığı toza toprağa bulanmış tabutun üstüne Nívea’nın bir anda atılmasıyla lafı yarıda kaldı. Nívea kendi gözleriyle görmek için tabutun kapağını açsınlar diye haykırıyordu.
Daha önce de bir kez onu defnetmek durumunda kalmış, bu yüzden de ölümünün bu defa da kesin olmayabileceği kuşkusuna kapılmıştı. Onun feryatları evdeki sayısız hizmetkârlarla bütün çocukları oraya çekmiş, o vaveylalar arasında dayılarının adını duyunca hepsi birden koşa koşa gelmişti. Clara iki yıldan beri Marcos Dayısını görmemişti ama onu çok iyi hatırlıyordu. Çocukluk anılarının içindeki yegâne berrak görüntüydü o, dayısını gözünün önüne getirmek için salondaki sepya fotoğrafına bakması gerekmiyordu, o fotoğrafta Marcos Dayı gezgin kıyafetinde, elindeki eski model av tüfeğine dayanmış, sağ ayağını bir Malezya kaplanının boynuna koymuş olarak görülüyordu, kilisenin ana mihrabında alçıdan yapılma bulutların ve soluk benizli meleklerin arasında yenik düşmüş şeytanın üstüne ayağını koymuş Meryem Ana’da gördüğü aynı zafer ifadesi vardı yüzünde. Gezegendeki tüm iklimlerin acımasızlıklarıyla yoğrulmuş sıska bedeni, korsan bıyıklarının altından görünen köpekbalığı dişlerinin arasındaki acayip gülümsemesiyle dayısını etten kemikten görmesi için Clara’nın gözlerini şöyle bir yumması yeterliydi. Avlunun ortasında duran o kapkara kutunun içinde yatıyor olmasını aklı almıyordu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Roman (Yabancı)
- Kitap AdıVioleta
- Sayfa Sayısı544
- YazarIsabel Allende
- ISBN9789750758720
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kahrolsun Dostoyevski ~ Atiq Rahimi
Kahrolsun Dostoyevski
Atiq Rahimi
Kahrolsun Dostoyevski, daha önce Sabır Taşı kitabıyla büyük ilgi gören Rahimi’nin, ölümün kol gezdiği vatanı Afganistan’ı, suçu, vicdanı azabını ve cezayı sorgulandığı bir tür...
- Polisiye Bir Öykü ~ Imre Kertész
Polisiye Bir Öykü
Imre Kertész
Nobel Ödüllü yazar Imre Kertész’den, baskıcı yönetimlerin adaletsizliğini zulme uyanlardan dinlemeye alışmış okurları dehşete düşürecek bir öykü. Diktatörlüğün yıkılmasıyla hapse atılmış bir işkencecinin ağzından,...
- Kreuzberg Blues ~ Wolfgang Schorlau
Kreuzberg Blues
Wolfgang Schorlau
Covid-19 pandemisinin gölgesi altında, konut spekülasyonu ve barınma hakkı mücadelesi etrafında, heyecanlı bir siyasi polisiye… Wolfgang Schorlau’nun özel dedektifi Georg Dengler, bu defa konut...