RUHLAR AKADEMİSİ‘NİN
SİZİ ALIP GÖTÜRMESİNE İZİN VERİN!
Akademi bir okuldan çok daha fazlasıdır.
Hayatınızı değiştirir. Sonsuza kadar!
Darke Akademisinin Gerçek Mezunları
Hayatı Dolu Dolu Yaşar. Bunu Unutmayın!
Darke Akademisi diğerlerine hiç benzemeyen bir okuldur. Her dönem yeni ve egzotik bir yere taşınan, öğrencileri son derece güzel, zeki ve zengin olan elit bir kurumdur ve burslu kız Cassandra Bell’in yeni okuluyla ilgili merakı katlanarak artmaktadır.
Diğerlerini dışlayan seçkin grup Azınlık, hangi şeytani sırları koruyor? Geceleri koridorlarda gezinen karanlık yabancı kim? Ve bir yıl önce son burslu kız gizemli biçimde öldüğünde gerçekte ne olmuştu?
Cassie’nin keşfedeceği şeylerden biri az bilginin tehlikeli, ama fazlasının ölümcül olabileceği…
***
ÖNSÖZ
“Hey, sen misin?”
Kalp atışları hızlanırken karanlığa gözlerini kıstı.
Yanıt yoktu. Çalılıklarda bir şeyler hışırdadı, bir sivrisinek vızıldadı. Hayal kırıklığıyla eski tapınak duvarında biraz kaydı ve dizlerim kucakladı. Bir ayak sesi değildi. Sadece birkaç gece canlısı. Sonuçta geç kalabileceği konusunda onu uyarmıştı.
Yine de beni bekle! Beni bekle Jess, geleceğim…
Hafifçe sırıttı. Elbette ki burada olacaktı. Onlar iki mıknatıs gibiydiler. Jess’i hemen bulabilirdi, herhangi bir kalabalıkta, herhangi bir derste; onu şimdi kaybetmeyecekti, karanlıkta bile. Geç kaldığı için Jess onu biraz tersleyecek ama gülüşü kalbini teslim etmesine neden olacaktı, tıpkı güzel sesi gibi.
Seni seviyorum, Jess. Gülme. Yemin ederim.
Hiçbir çocuk böyle iyi numara yapamazdı. Özellikle de o yapamazdı. Gelecekti.
Saatine bakmak için kaşlarım çatarak bileğini ay ışığına çevirdi. On dakika yirmiye uzamıştı. Ne olmuş yani? Gün ışığında bu kadar uzun gelmezdi. Kalabalık, gürültülü bir barda bu kadar uzun hissettirmezdi. Burada, antik tapınağın ürpertici gölgelerinde korkmak kolaydı, hepsi bu.
Hadi ama.
Duvardan kayarak ayaklarını yere sertçe vurdu ve kollarını ovuşturdu. Üşümemişti ama tüyleri diken diken olmuştu. Bir başka sivrisinek kulağında vızıldayınca elini öfkeyle savurdu. Yakaladım.
Tamam, artık kızmaya başlıyordu. Biraz geç kalması demek, onu burada karanlıkta dikmeye hakkı olduğu anlamına gelmiyordu. Şimdi otuz dakika olmuştu! Bu romantik bir gezi olacaktı, sinir harbi değil.
Ama en iyisi ona sinir olmaktı. Sinir olmazsa burada, sessiz gölgelerin içinde tek başına oldukça korkacaktı. Belki de o kadar sessiz değildi. Kuru bir dal çıtırdayıp yapraklar hışırdayınca hızla başım çevirdi. Oldukça büyük bir sıçan. Ürperdi.
Gün ışığında burayı severdi. Ormanın yeşil bereketi, ufalanan güzel duvarları saran devasa kökler, sıcaklık, yaşam ve gizem. Ama karanlıkta o kadar da harika değildi; ay ışığının değişen gölgeleri her devasa ağaçtan bir canavar yaratıyor, görülmeyen her hayvandan korku türetiyordu.
Kırk yedi dakika!
Gitme zamanı. Bir şansı vardı ve tek yaptığı onu aptal yerine koymak olmuştu. Ah, onu bir güzel azarlayacaktı… Kararlı adımlarla yürümeye başladı ama sonra durdu. Aşırı büyük sıçana doğru gidiyordu. Ürperip yutkundu, geriye iki adım attı ve döndü.
Hışırtı. Gıcırdayan tahta. Rüzgârdan olabilirdi.
Ama rüzgâr yoktu.
O zaman hemen önünde bir başka büyük sıçan vardı. Harika, şimdi yanından geçmek zorunda kalacaktı ama sıçan onun geldiğini duyar duymaz koşarak kaçacaktı. Tann aşkına, sadece bir sıçandı. Veya bir yılan veya…
Ah, sadece yürü, Jess!
Hareketi fark ettiğinde daha sadece bir adım atmıştı. Fare ya da yılan değildi. Büyüktü, en az onun kadar büyük. Havadaki dallar ile yaprakların arasında hızla hareket eden bir şekil. Geriye doğru bir adım attı, sonra tekrar. Şekil kımıldadı. Ona doğru. Nefes alıp verme sesi duyuluyordu; hafif, güvenli ve insansı.
“Sen misin?” diye seslendi. “Hey! Dalga geçmeyi bırak!”
Yanıt yoktu.
“Ciddiyim! Kes şunu!” Sesini kızgın gibi çıkarmaya çalıştı ama sesi titredi ve tiz çıktı. “Komik değil.”
Ses, üzerinden bir canlı geçerken hışırdayan çürümüş ıslak yapraklardan geliyor olabilirdi. Veya hırıltılı ve kısık sesli bir gülüş olabilirdi. O olamazdı. Olamazdı. Her neyse, onlardan iki tane vardı. Diğerinin sağdan sessiz ve sinsice yaklaştığını hissetti. Bir kez daha bağırmayı denedi ama ağzını açtığında tek çıkan korku dolu bir soluktu.
Döndü ve sendeleyerek koşmaya başladı. Karanlıkta patikayı izlemek çok zordu. Yapraklar ve sarmaşıklar yüzüne çarptı, dallar ona takıldı, kökler ayaklarına dolandı. Buraya gelirken kullandığı patika bu muydu?
Patika mı? Bu bir patika değildi. Jess patikayı kaybetmiş, deli gibi koşarak ormana dalmıştı. Kalbi güm güm atıyor ama arkasında onu takip ettiklerini duyabiliyordu, belki de onlan sadece hissediyordu. Onu arkasından ve yanından güdüyorlardı. Ne kadar aptalca bir düşünce. Ama öyleydi. Onu güdüyorlardı…
Alçak bir eğimi kayarak indi ve devasa bir kökün altından sürünerek geçip kendini kökün arkasındaki boşluğa attı. Parmak boğumlarını ısırarak ağlamamaya çalıştı. Tamam, artık eve geri dönmek istiyordu.
Anne, bu çılgınca. Gerçek değil, yani içeri gelip beni uyandırabilirsin. Baba devam et ve bana gül, rüya gördüğümü söyle. Scoob…
Scooby. Onu heyecan verici yeni okuluna uğurlarken kardeşinin göğsünün gururla kabarışını hatırladı. “Hoşça kal, kız kardeş!”
“Hoşça kal, küçük karındeşen! Pardon, küçük kardeş!”
Kıkırdamış, el sallamıştı.
Scooby….
Bu bir ses miydi? Zorlukla nefes aldı. Üstünde yükselen antik tapmak binalan ay ışığında gümüş rengiydi. Bir ağaç kökü, sütunlardan birine bir âşığın kolu gibi sarılmıştı. Onun kolu gibi.
Neredeydi? Ona ne olmuştu?
Kökler, filizler, dallar antik duvarlara sarılıyor, boğuyor, boğazlıyorlardı. Kulağının dibindeki yeşillikte bir şeyler kımıldadığında neredeyse çığlık atıyordu ama hemen bir eliyle ağzını kapadı. Bu aptalca, diye düşündü yeniden. Delilik. Eğer rüya değilse bir eşek şakası olmalıydı. Aptal bir eşek şakası.
Vücudu öyle düşünmüyordu. Tüm vücuduna nemden, koşmaktan ve korkudan ter basmıştı. Yine bir sivrisinek vızıldayınca çığlığını bastırarak eliyle suratının üzerine vurdu. Sadece bir böcekti. Harabelerde çok daha kötü bir şey pusuya yatmış, avlanıyordu…
Panikleme, diye düşündü. Sakin ol. Arkasında birbirine dolaşmış kalın sarmaşıklar ve çok eski bir kapının siyah ağzı vardı, kapının ahşabı çoktan çürüyüp dökülmüştü. Boşluğa doğru geriledi ve çamurlu sarmaşıklar onu yan yarıya örtene kadar deli gibi debelendi; artık fareler, yılanlar ve hatta örümceklerden bile korkmuyordu. Artık onu hiçbir şey korkutamazdı.
Onlar hariç.
Şafak sökene kadar burada, harabelerde sıkışmış halde kalacaktı. Başı derde girecekti, ona güleceklerdi ama bunda ne vardı ki? Birkaç saat sonra burası turistlerle dolacaktı. O zaman muhtemelen kendine gülerdi. Şimdi turistler klimalı odalarında uyumuş, rüyalarında önlerindeki günü ve doğa tarafından yutulmuş medeniyeti, antik şehir Angkor Wat’ı görüyorlardı. Vahşi ve güzel, kutsal ve korkunç. Bir turist veya yabancı için çok romantik ve gizemli.
Birkaç saat daha. Beklemek için çok uzun bir süre değildi.
Şimdi gecenin içinde yükselen sesler vardı: Uzakta, sessiz ama takibin heyecanıyla gergin. Belki burada hiç beklememeliydi. Belki de koşmalıydı. Karar veremiyordu. Şiddetle şakaklarım ovdu.
Seni aptal, en başta burada ne işin nardı ki? Hiçbir zaman gerçek anlamda uyum sağlamadın.
Yanağına çarpan kanatlan hissetti. Hamam böceğine vurdu, ama bu sadece onu boynuna sürtmesine neden oldu. Böcek hızla göğsüne kaçınca Jess yüksek sesle hıçkırdı. Avucunu göğüs kemiğine çarpınca böceğin siyah yapışkan bir maddeye ve kabuk parçalarına ayrıldığım hissetti. Tiz ve yüksek perdeden bir sesle inledi.
Yapışkan böcek kanı her şeyi gerçek yaptı. Bu rüya değildi. Dışarıda bir şey onu avlıyordu ve bu şey okuldan, evden ve ondan daha gerçekti. Tabii ki gelmemişti. Jess kim olduğunu sanmıştı ki? Ezik, aptal, küçük burslu laz. Onu burada tek başına bırakmıştı ve şimdi onlar geliyorlardı…
Sadece yirmi dört saat önce beraberlerdi, Phnom Penh sokaklarında içiyorlardı. Âşık -Jess öyle düşünmüştü- ve Siem Reap ve Angkor Wat’a uçacakları için heyecanlıydılar. Güzel ve eğlenceli en yakın arkadaşı karaoke barda It’s raining man‘i söylerken onun yüksek sesle gülüşünü, beraber tezahürat yapışlarını hatırladı. Jess mutluluğuyla heyecanlanmış bir halde, parmağım elmacık kemiğinde gezdirmek için ona dönmüştü. Onu seviyordu…
Dondu. Şimdi daha net, yakın ve aç olan bir ses duymuştu. Tanıdık bir ses ama artık dostça değil. Şarkı söylemiyor, flört etmiyor, şakalaşmıyor, onu arıyordu. Yakındı. Çok yakın. Ve bunu kesinlikle tanıyordu. O sesi tanıyordu. Koşmalıydı ama kanı damarlarında donmuştu.
Lütfen. Lütfenlütfenlütfen…
Sesler ve soğuk bir nefes kulağındaydı. “Yakaladım.”
Jess bir an, umut dolu çılgın bir an için sorun olmadığını düşündü. Evet, bu bir eşek şakasıydı. Zalim bir şaka. Uyum sağlamayan kızla uğraşmak içindi. Ah, Tanrı’ya şükür.
Havadaki elektrikli heyecanı ve korkuyu tattı, ter ve deri kokusu aldı.
“Sensin,” diye fısıldadı kısık sesle.
Bir gülümseme, yanağını okşamak için uzanan bir el. “Pek sayılmaz.”
Sonra onlan açık bir şekilde gördü.
Çığlık attı ve harabelerden dışarı, ormana doğru fırladı. Koşan ayak seslerini ve aç, soluk soluğa çıkan nefeslerini duydu; ağaçların içinden ona doğru gelen son bir şekil gördü, kendi korkusunun kokusunu aldı. Ve koştu.
Ama koşarken bile, hiçbir zaman yeterince hızlı koşamayacağını biliyordu.
BÖLÜM BİR
Buraya ait değilim.
Cassie Bell aniden durdu, az daha arkasından gelen kadınla çarpışıyordu.
“Merde! Imbécile!”
“Pardon!”
Elinde bir sürü parlak alışveriş torbası olan kadın omzundan geriye bir başka küfür daha savurarak uzaklaştı.
Cassie’nin öfkesi parladı. “Boşa nefes harcama!” diye bağırdı. “Fransızca bilmiyorum!”
Kadın ya duymamış ya da umursamamıştı. Cassie bir kez daha küçüldüğünü hissetti.
“Lanet olsun,” diye mırıldandı. “Gerçekten buraya ait değilim.”
Etrafındaki binalar da aynı kadın gibiydi: uzun, gururlu, inanılmaz şık. Hava sert ve zengindi, pahalı parfüm, yaz sonu esintisi ve egzoz dumanının anlaşılmaz bir karışımıydı. Zar zor telaffuz edebildiği göz önüne alınırsa, sokağın adı bile onunla dalga geçiyordu. Adı böyle bir sokakta ne yapıyordu? Bunun iyi bir fikir olabileceğini düşünmesine neden olan şey neydi? Faubourg Saint-Honoré Sokağı! ikinci el spor ayakkabıları kaldırım taşları için bir hakaret olmalıydı. Cranlake Crescent’e aitti o. Paris’e değil.
Cassie balyajlı kahverengi saçlarını yüzünden çekerek elindeki kâğıt parçasına baktı. Gare du Nord’dan buraya kadar geldiği düşünülürse, okulu bulamaması utanç kaynağı olacaktı. Ama mimari açıdan insanın yüzüne çarpacak bir şey bekliyordu. Bu sokakta bazı büyük malikâneler vardı ama heybetli duvarlar ve dövme demir kapılar arkasında neredeyse göze çarpmıyorlardı. Sokak para kokuyordu ama ağzı beş kanş açık bir halde önünden geçtiği butikler hariç, pek çoğu doğrudan gözler önünde değildi.
Biraz düşünülürse, okulu bulamaması belki daha iyi olabilirdi. Yeterince iyi bir bahane olurdu zira bu, Büyük Hata’ydı. Tamam, Cranlake Crescent’e, eve aptal gibi görünerek dönecekti. Tamam, diğer çocukların dalga geçmesini ve nefret dolu Jilly Beaton’ın o kendini beğenmiş, sana söylemiştim sırıtmalarını hazmetmek zorunda kalacaktı. Daha da kötüsü Patrick’in yüzündeki, saklamayı hiç beceremediği kederli umutsuzlukla yüzleşmek zorunda kalacaktı.
Ama yine de kendisini böyle aptal yerine koymasından daha iyiydi…
Kalbi hopladı.
Cassie hâlâ yürüdüğünü ve yıpranmış valizini peşinden sürüklediğini zorlukla fark etti. O anda başını kaldırıp yolun karşısına bakmasına neyin sebep olduğunu bilmiyordu. Panik anındaki sersemlikle otomatik pilotta ilerlemiş olmalıydı çünkü taş bir sütunun üzerindeki pirinç plakaya bakıyordu.
DARKE AKADEMİSİ
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Korku - Gerilim Roman (Yabancı)
- Kitap AdıRuhlar Akademisi 1 - Gizli Hayatlar
- Sayfa Sayısı240
- YazarGabriella Poole
- ÇevirmenTimuçin Seyit Güneş
- ISBN9786055360740
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviPegasus / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Fang Ailesi ~ Kevin Wilson
Fang Ailesi
Kevin Wilson
“Tuhaf, benzersiz ve gerçekten eğlenceli. Başka hiçbir kitaba benzemiyor.” Ann Patchett, Time Time, Guardian, Amazon, Esquire, People ve Kirkus’un “YILIN EN İYİ KİTABI” seçkilerinde....
- Dokuz Buçukta Bilardo ~ Heinrich Böll
Dokuz Buçukta Bilardo
Heinrich Böll
Yirminci yüzyıl Alman deneyimini bir güne sığdıran Dokuz Buçukta Bilardo, mimar Fähmel ailesinin üç kuşağı ve bir kilise üzerinden Nazi rejiminin miras bıraktığı ölümün...
- Seninle Bir Gece ~ Sophie Jordan
Seninle Bir Gece
Sophie Jordan
KARANLIK ÇÖKTÜKTEN SONRA HERŞEY OLABİLİR Kendi ailesinin ona hizmetçi gibi davranmasından bıkan Leydi Jane Guthrie için sonunda bir çıkış yolu görünür en azından bir...