Bir çocuk, babasının geçmişini dinlerken güneş usul usul dağların arkasına yaslanır, göçmen kuşlar gölün kıyısında mola verir ve sonra uzaklara göçer.
Bir adam ısrarla hakkını ararken bir nehir yatağının kıyısında değirmen taşı yosun tutar.
Geçmişin odaları, avlusundaki meyve ağaçları çağırır genç kadını.
Garip, çöpten topladığı küflü ekmeği köpeğiyle paylaşır.
Kalpten gazi olanlar bir türlü yerleşemez bir yere.
Ve zaman, kuşların konduğu çınar ağaçlarını, taş duvarları alıp götürse de, geriye bir kulübede, küçük tüpte pişen sıcak çay eşliğinde yapılan sevmeye, hayata tutunmaya dair narin sohbetlerin ruhun çeperlerinde bıraktığı buğu kalır.
Kendi başına gelmeyen şey, uzak gibi görünür insana.
O yüzden…
Kötülüğün bunca hüküm sürdüğü dünyada iyiler olanca gücüyle mücadele etmeli.
Kalplerinde sevgi, merhamet, sevda ve ayrılık olanların hikâyeleri…
Taş Değirmen
“Ve bir değirmendir zaman,
insanı da, mekânı da öğüten…”
Bürokrasinin çarkları arasında sıkışan hayatıma kısa bir yaz molası vermek üzere, Karadeniz Bölgesi’nin yeşil dokusunun en yoğun hissedildiği sarp dağları Canik’in eteklerinde kurulu köyüme gelmiştim. Köyümüz, ırmağın yardığı vadinin dip kısmına yakın yamacın eteğindeydi. Yaşlı annem ve babam tam anlamıyla Karadeniz inadıyla bu eğimli arazide, fındık bahçeleri arasında, önünde küçük bir mısır tarlasının bulunduğu eski ahşap evde yaşarlardı. Ahşap evin yanına kardeşimin yaptırdığı üç katlı betonarme evin bir katına yerleşme teklifini yetmiş altı yaşındaki babam yıllardır yinelediği sözlerle reddetmişti: “Bu ev bize ata mirası. Biz ölünceye kadar burada yaşayacağız.” Uzun yıllardır sadece bayramlarda bir günlüğüne geldiğim köyümde şimdi geçirebileceğim yaklaşık beş günüm vardı. İlk gece ahşap evde deliksiz bir uyku çektim. Ne vakittir böyle dinlenememiştim. Ahşabın insan sağlığı ve uykusu üzerindeki olumlu tesirine inanırım öteden beri. Bunu bir defa daha yaşayarak görmüş oldum.
İkinci gün kahvaltının ardından on bir yaşındaki oğlum Ali’yi de yanıma alıp bazen fındık bahçelerinin arasından, bazen de eşek yolu olarak kullanılan dar patikadan (gerçi şimdi köyde tek tük at ve eşek kalmış) geçip vadinin dip kısmına, ırmağa doğru yol aldım. Fındık bahçelerinin süsü mor yaban menekşeleri yaz mevsimi olmasına rağmen gülümseyen bir edayla hafif rüzgârda salınıyor, sarı ve beyaz çuha çiçekleri ile beyaz papatyalar bu ritmi tamamlıyordu. Kalın gövdesi ve sarı taç yaprakları ile sıra dışı bir çiçek olan danakıran çiçekleri de ocakların arasında gülümser gibi baş gösteriyordu. Yokuş aşağı yürürken çiçeklerin yanı sıra fındık ocaklarının dibini incelemeye koyuldum, fındık tirmidi dediğimiz o enfes yerel mantardan bulabilir miyim diye.
Sarıdan kırmızıya doğru bir renge sahip olan o ilginç şapkasıyla birkaç tane gözüktü fındık mantarı, dönüşte almak üzere, zihnimde yerlerini işaretledim. Diğer taraftan da bahar döneminde çıkan beyaz çiçekli çekülgeler (sakarca) gözüme takıldı. Çekülge veya sakarca dediğimiz bu soğanlı bitki bir çeşit sebze aslında. Enfes çorbası ve kavurması yapılır bizim memlekette. Buna, diken ucu da denilen melocanı da eklemek gerek. Memleketim sebze cenneti, diye geçirdim içimden… Geçmişi hatırlayarak yürürken, ırmak yatağına yaklaştığımızı suyun kenarında yoğunlaşan yaban nanelerinin kokusundan anladım. Nehir yatağında sıralanan yeykin ağaçlarını ve iri kabalak otlarını gördüğümde içimde bir heyecanın belirdiğini hissettim. Irmağın derinleştiği ve ‘göl’ dediğimiz yerlerde tertemiz suya girip serinlemekti amacım. Yüzmeyi bu göllerde öğrenmiştim ben, ırmağın göllerinde yani. Şimdi oğlum Ali’ye de ırmağın dağlardan gelen temiz ve ferah kaynak suyunda yüzmenin zevkini aşılamaya çalışıyordum.
“Oğlum, ırmak tatlı su kaynaklarından oluşuyor. Onun için tertemizdir. Şu temmuz sıcağında bizi iyice serinletir. Ayrıca tatlı su kefali başta olmak üzere, balıklarla yan yana yüzersin. Gerçi şimdi balık falan kalmamış maalesef. Bilinçsizce doğaya saldırıp epeyce azaltmış insanlar. Ama biz gençliğimizde bu ırmakta ne balıklar tutardık. O balıkların lezzetini hiç unutamam.” Oğlum hayran bakışlarla ırmağı inceliyor, anlattıklarımı dinliyordu. Suyun, vadinin köşesine birikerek derin bir yatak oluşturduğu göle gelmiştik ki karşıdaki geniş bir taş kulübe oğlumun dikkatini çekti. “Baba bak, karşıda taş ev var. Çok güzel ama biraz küçük diğer evlere göre. Neden?”
“Ev değil oğlum o. Biraz yüzelim, yakından görmek için karşıya geçeriz. Su gücüyle çalışan eski taş değirmen. Şimdi çalışmıyor maalesef. Zamanında burada Değirmenci Dedemiz vardı, o çalıştırırdı bu değirmeni. Değirmen taşlarında öğütülen mısırlardan mis gibi kokan mısır unu elde edilir, bunlardan mısır ekmekleri ve çeşit çeşit yemekler yapılırdı. İnsanlar, atlar ve eşeklerle evlerinden çuval çuval mısır getirirdi buraya. Para pul yok ya o zamanlar. Değirmenci Dede öğüttüğü mısırlardan belli oranda pay alır, buna da ‘hak’ derdi. Sonra da çuvallara doldurup komşularının ununu verirdi. Yıllar boyunca böyle çalıştı bu su değirmeni. Çocukluğumdan hatırlıyorum, sıra dışı, güzel ve yiğit bir adamdı Değirmenci Dede. Babamla veya ağabeyimle ne zaman gelsem, bizi yemek ve çay ikram etmeden asla göndermezdi. Değirmencinin eşi de kendisi gibi cömert bir kadındı. Bu değirmende yediğim tereyağlı mısır ekmeklerini, içtiğim çayları asla unutamam. Allah rahmet eylesin…”
Bunları oğluma anlatırken Değirmenci Dede’nin silueti canlandı gözlerimin önünde. Başında sekiz köşe kasketi, üzerinde eski ceketi, giysileri tamamen mısır ununun sarısına veya beyazına (mısırın türüne göre unun rengi sarı veya beyaz olabiliyor) bulanmış, bir ayağı aksayarak kendine güvenen bir eda ile yürüyen, kır bıyıklı, hafif sakallı, geniş yüzlü yiğit bir Karadeniz insanı… Yaşça büyük olduğu için ‘Abdullah abi’ diye hitap ederdi babam Değirmenci’ye. Babamın en yakın arkadaşlarından biriydi, çoğu mesele ona danışılırdı. Bir anlamda halk bilirkişisi, halk filozofuydu… Bir saat kadar ırmağın serin sularında ferahladıktan sonra oğlumla birlikte değirmene doğru yürümeye başladık.
Bizim ev vadinin güney yamacında, değirmen ise kuzeye bakan yakanın tam dip noktasındaydı. Evimize göre çapraz noktada, şirin bir tarihi eser gibi görünürdü değirmen. Taş değirmenin tam önünde büyük ceviz ağacının dibine bırakılan, vazifesini tamamlamış, şimdi oturak olarak kullanılan değirmen taşına baktık dikkatle. Bu taşın un öğütülmesinde üstlendiği görevi ve ortasının mekanizmaya takılması için bu şekilde oyulduğunu oğluma anlatmaya başladım. “Bu taş uzun yıllar vazife görmüş belli ki. Sonra kenarı yarıldığı içi atılmış. Bu ceviz ağacı da en az altmış yaşında oğlum.
Biz küçükken de vardı. Değirmenci Dede buraya geldiğimizde bize ceviz verirdi. Bir de mevsimine göre kiraz veya üzüm toplamaya gönderirdi bahçeye. Değirmenin suyunu keserdi bazen, orada küçük birikintilerde kalan balıkları avlardık. Ne güzel günlerdi…” Değirmenin önünden ırmak yatağına doğru baktım. Asırlardır büyük bir inatla bu vadiyi oymuş, sarp kayalıkları bile hizaya getirmişti coşkun su. Değirmenin hemen karşısında betonarme bir köprü bulunuyordu. Karşı taraftaki köylerden at, eşek ve sonraki yıllarda da patpat dediğimiz tarım taşıtları ile değirmene mısır getirmek isteyenler için Değirmenci Dede tarafından yapılmıştı. Bu köprünün yapımının epey maceralı olduğunu işitmiştim babamdan. Aslında benim küçüklüğümde eski, düzensiz bir ahşap köprü vardı burada.
Üzerinde yürürken öyle sallanırdı ki, insan tek başına veya eşeğiyle geçerken korku tüneline girmiş gibi hissederdi kendisini ama görsel açıdan çok güzeldi ahşap köprü. Nehirle ahşap köprünün defalarca fotoğrafını çekmiştim bu görsel zenginlikten etkilenerek. Değirmenci Dede, köylüleri eziyetten kurtarmak için yaptırmıştı besbelli beton köprüyü… Oğlumla birlikte değirmenin kapısına yürüdük. Kilitli değildi, kapıya dokunduğumda açıldı, içeri girdik. İki değirmen taşı, çevresi insan beline kadar gelen beton un haznesi ile çevrili vaziyette mahzun bir şekilde, zamana direnircesine, diplerinde oluklarla bekliyordu. Tarihin izlerini yansıtan taş yapılara ve heykellere benziyordu değirmenin parçaları bu haliyle. Mısır öğütmeye alışkın taşların suskunluğu insana büyük hüzün veriyordu. Telefonun ışığını açtım yakından görmek için. Taşların çevresi örümcek ağları ile kaplıydı. Üstünde mısırın öğütüldüğü ahşap hazneler ise, kim bilir hangi serseri tarafından kısmen yakıldığı için darmadağın olmuş, kalan parçalar da iyice kararmıştı.
Eski, dokunaklı bir şarkıyı dinlercesine insanın kalbine işliyordu bu durum. Taş duvarları incelemeye koyuldum. Çerçeveli bir şey dikkatimi çekti duvarda. Yakından incelemeye koyuldum. Bir gazetenin orta sayfası, yani yan yana iki sayfa çerçevelenip duvara asılmıştı. Telefonun ışığını yaklaştırdım hayretle. Gazete sayfası o anda alıp sürükledi beni. Değirmenin sahibi Abdullah Dede’nin anısına torunu tarafından yazılan yazı yer alıyordu gazetede. Siyah beyaz fotoğraflar ve gri bir zemin üzerinde üç kıtalık bir şiir eşlik ediyordu bu yazıya. Önce büyük bir merak ve hayretle yazıyı okumaya koyuldum. Okudukça merakım arttı. En sonunda da şiiri okudum, gözlerimin dolmasına engel olamayarak ve aşina olduğum bambaşka dünyalara yolculuk yaparak…
Ekmeğini Bölüştü, Haksızlıkla Savaştı
Mücadele ile geçen bir ömür, memleketimizin efsane değirmencisi, dedem Deli Abdullah’a dair… O koca çınarı, dedem Değirmenci Abdullah’ı (nam-ı diğer Değirmenci Deli Abdullah) iki hafta önce iki köyün kesiştiği Yeşil Vadi’nin ıssız noktasında, evinin önünden dualarla son yolculuğuna uğurladık. ‘Değirmenci Abdullah Efendi’, ‘Onbaşı’nın Abdullah’ veya kimilerince de ‘Deli Abdullah’ olarak bilinen doksan bir yaşında bir ulu çınardı o. Yaşadığı coğrafyanın hırçın, inatçı, yiğit, mert, aynı zamanda da gani gönüllü karakterini giymiş gerçek bir Karadeniz insanı idi. Dağ, taş, ırmak dinlemeden çalışır, kayaları devirerek oluşturduğu setlerle ırmağın yatağından değirmenin kanalına su taşır, tam anlamıyla ekmeğini taştan, topraktan ve hırçın sulardan çıkartırdı. Dağlardan çıkardığı sert kayalardan kuyumcu titizliği ve alnının teri ile emek vererek değirmen taşları yontardı. Değirmen taşı işinde ustalığı öyle nam salmıştı ki, küçüklüğümde memleketimin ilçelerine, hatta komşu ilin köylerine su değirmeni kurmak için gittiğini hatırlarım Değirmenine atlarla, eşeklerle mısır çuvalı taşıyan her misafir için büyükannem müthiş üretkenliği ile illa ki sofra kurar, dedem ekmek varsa bölüşür, haksızlığa uğrarsa mutlaka savaşırdı. İşte bu yazı, hayatımda rahmetli babamla birlikte büyük bir iz bırakan bu sıra dışı yiğit insanla ilgili anılarıma, dünyamızdan bir kuyruklu yıldız gibi geçen ‘Değirmenci Deli Abdullah’la ilgili bildiklerime dairdir…
Bir Mücadele İnsanı…
Irmağın kenarında, vadinin dip kısmında kurulu iki katlı ahşap ev ve dört yüz metre aşağısında ırmağın suyu ile çalışan taş değirmen arasında –gençlik yıllarında geçirdiği bir kazadan dolayı– hafif aksayan adımlarla yürüyen, eski ceketi, keçe pantolonu, başından hiç çıkarmadığı sekiz köşe kasketi ile heybetli bir insan. Giysileri, saçları çoğu zaman mısır ununa bulanmış fakat geniş yüzünden gülümseme eksik olmayan bir adam… Değirmenci dedemin hafızamda ilk beliren görüntüsü budur. Çocukluğumuzda en büyük eğlencemiz, evimize yaklaşık üç kilometre uzaklıkta bulunan değirmen yanına gitmekti. Farklı bir sevgi frekansı ile severdi dedemiz bizi. Değirmen yanı, dedemin evi demekti. Değirmen yanına gitmek ırmağın serin sularına girmek, değirmenin su kanalında akan suyu izin alıp keserek enfes lezzetteki tatlı su balıklarını yakalamak, olabildiğince hür ortamda oyun oynamak, mevsimine göre vişne, kiraz, armut, incir, üzüm ve cennet hurması gibi meyve türlerini dalından yemek, aşçılığı ile ünlü büyükannemin yaptığı börekleri, tereyağlı sıcacık mısır ekmeklerini tatmak demekti… Bereket ve özgürlük kaynağıydı değirmen yanı bizim için…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat
- Kitap AdıRuha Dokunan İnsan Öyküleri
- Sayfa Sayısı128
- YazarÇetin Oranlı
- ISBN9786257909358
- Boyutlar, Kapak15,5 x 23 cm, Karton Kapak
- YayıneviHayy Kitap / 2020