İçindekiler
Zweig ve Erasmus: İki hümanist üzerine notlar ……………. 11
Misyonu ve yaşamının taşıdığı anlam …………………………. 19
Zamana bakış …………………………………………………………. 33
Karanlık gençlik yılları ……………………………………………… 39
Bir hümanistin portresi …………………………………………….. 59
Ustalık yılları ………………………………………………………….. 73
Hümanizmin büyüklüğü ve sınırları……………………………. 91
Büyük hasım ………………………………………………………… 115
Bağımsızlık uğruna savaş ………………………………………… 147
Büyük tartışma………………………………………………………. 165
Bir hümanistin sonu ……………………………………………….. 185
Erasmus’un mirası ………………………………………………….. 201
Zweig ve Erasmus:
İki hümanist üzerine notlar
Rotterdamlı Erasmus: Zaferi ve Trajedisi adlı deneme, Stefan Zweig’ın deneme türünde başyapıtı sayılmaktadır.
Zweig bu denemeyi kaleme aldığında, yani 1934 yılında, ününün doruğundaydı. Eserleri, Fince ve Ermenice gibi diller de dahil, dünyanın hemen bütün konuşulan dillerine çevrilmişti ve sadece eserlerinin hangi dillere çevrilmiş olduğunu gösteren kaynakça bile başlı başına bir kitap kalınlığındaydı. Genelde sanatçı kişiliklerinin ancak çalkantılı dönemlerde ivme kazandığına inanan Zweig, Nazilerin Almanya’da iktidara gelmelerinden bir yıl önce, o zamana kadar mutlu geçmiş hayatına bir hareket gelmesini, böylece de yazarlığının yeni esin kaynaklarıyla beslenmesini dilemişti. Bu dileği ne yazık ki pek çabuk gerçekleşecek, 1933 yılında Almanya’da Hitler’in iktidara gelmesiyle başlayan süreç, Zweig’ı yerinden yurdundan edip Brezilya’nın bir kentinde intihara götürecekti.
Erasmus biyografisinde Zweig, Batı hümanizminin kurucusu ve hümanistlerin en büyüğü sayılan bu adamın yaşadığı zaman parçasıyla, yani on beşinci yüzyıldan on altıncı yüzyıla geçiş dönemi ile kendi yaşadığı dönem arasında koşutluk kurmuş, insanlık idealleri açısından da kendisini bir anlamda Erasmus’la özdeşleştirmiştir. Aslında bu özdeşleştirme, her ikisinin kişilikleri karşılaştırıldığında, gerçekten de yerindedir. Her türlü zorlamayı yadsıyıp her koşul altında iç özgürlüğünü koruma uğrunda çaba harcamak, kimsenin efendisi olmaya kalkışmamak, fakat kimseye de boyun eğmemek; her türlü taraf tutmadan, özellikle de içine zorbalığın karıştığı çekişmelerden kaçıp kendi kitaplarının dünyasına sığınmak; hiçbir sav ya da düşünceye baştan düşmanca yaklaşmamak; ama buyurgan nitelik almaya başladığı anda, her savın ya da düşüncenin karşısına dikilmek; bütün bunlar, gerek Erasmus’un, gerek Zweig’ın kişiliklerinde birbiriyle bütünüyle örtüşen niteliklerdir. Rotterdamlı Erasmus: Zaferi ve Trajedisi’nin asıl önemi, Zweig’ın 1936 yılında kaleme aldığı Calvin’e Karşı Castellio ya da Köleliğe Karşı Özgür Düşünce gibi, bağnazlığın her türlüsüne karşı bir savaş ilanı anlamını taşımasıdır. Bu iki eserinde Zweig, Almanya’da Nazi egemenliğinin resmen başladığı, özgür düşüncenin, man-tığın sesinin artık kan ve ateşle susturulmaya çalışıldığı bir dönemde zorbalığın karşısında düşünceyi, kitle çılgınlıklarının karşısında bireyin insan olarak kutsallığını ve dokunulmazlığını son bir kez savunmayı denemiştir. Erasmus biyografisinin Avrupa’da, altmışlı ve yetmişli yıllarda, öğrenci hareketlerinde bağnaz uçlar belirmeye başladığında da kapışılmış olması, eserin özgür düşüncenin bayraktarlığını yapma işlevinin Nazi İmparatorluğu’nun son bulmasıyla noktalanmadığının kanıtıdır.
* * *
Batı hümanizminin kurucusu ve en büyük temsilcisi olan Erasmus’un eserleri, Zweig’ın deyişiyle, Deliliğe Övgü’nün dışında, bugün neredeyse tamamen unutulmuştur ve geniş çevreler için Rotterdamlı Erasmus, tarih okumuş olanların bilmesi gerekli bir ad olmanın ötesinde bir anlam taşımamaktadır. Somut, çarpıcı başarıların ve başarısızlıkların, zaferlerin ve yenilgilerin dökümüyle ilgilenen tarih, Erasmus’u, gözdeleri arasına almamıştır. Oysa bu düşünür bütün hayatını, insanları –ne pahasına olursa olsun– kitle çılgınlıklarına kapılmaktan alıkoymaya, tumultus’u, yani kargaşayı ortadan kaldırmaya adamış, bütün Avrupa uluslarını bilimlerin ve sanatların çatısı altında birleşen tek bir toplum olarak görmeyi en yüce ideal bilmişti. İnsanoğlu istediği ve amaçladığı takdirde aklın her zaman zafere ulaşacağını; savaşların, öldürmelerin ve kargaşaların ise hep akıldışı kalacağını savunan Erasmus, bu çerçeve içerisinde bireyin tinsel düzeydeki mutlak bağımsızlığını sağlamaya katkıda bulunmayı da temel ilke saymıştı. Erasmus, tarihin genelde adalet kavramına yabancı kalan sayfaları arasında neredeyse kaybolup giderken en büyük idealinin, yani bir “Avrupa birliği” düşüncesinin gerçekleşebilmesi, insanların bilimin ve kültürün çatısı altında soylu ortaklıklar kurabileceklerinin bilincine varabilmeleri için, aradan dört yüz yılı aşan bir sürenin geçmesi gerekti. Günümüzde Avrupa Birliği’nin kültür, düşünce ve sanat alanındaki pek çok projesinin Erasmus’un adını taşıması, bir rastlantı değildir. Çünkü “Erasmus Düşüncesi”, dün olduğu gibi bugün de birleşik bir Avrupa idealinin en güçlü temellerinden biridir. Ama öte yandan şunu da belirtmek gerekir ki, bugünkü Avrupa Birliği’nin “Erasmus Düşüncesi” karşısındaki tutumunun özenti ağırlıklı konumundan çıkıp, Erasmus’a gerçekten layık bir tavra dönüşebilmesi için ortada daha aşılması gereken epey engel bulunmaktadır.
Ne var ki, yine Zweig’ın deyişiyle, yazılı tarihin yalnızca somut verilerle yetinen türü, insanlığın gelişmesi bağlamında tek gösterge değildir. Somut düzeyde bakıldığında, belki her zaman yenik düşmüş gibi gözüken “düşünce” açısından zaferler, kazanılmış meydan savaşlarıyla, bireyin varlığını hiçe sayma pahasına oluşturulmuş toplumsal kurumların dayanıklılığıyla sınırlı değildir. Erasmus örneğinde olduğu gibi, belki de en kalıcı ve insanı gerçek anlamda insan kılan zaferler, yürekli ve aydın kafaların bencillikten uzak bir tutumla ve çoğu kez göze görünmeksizin saçtıkları düşünce tohumlarından filizlenmiş olanlardır.
* * *
Bugün dünya edebiyatında özellikle biyografi türünün eşsiz ustası olarak tanınan Stefan Zweig, bu bağlamdaki çalışmalarında tarihin somut sayfalarında pek ağır basmayan, fakat ektikleri tohumlar yüzyılların akışı içerisinde kök salmış kahramanlara ağırlık tanımıştır. Zweig’ın buraya kadarki açıklamalardan ortaya çıkan ikinci bir özelliği de, güç ve iktidar karşısında düşünceye, insan hayatından ve değerlerinden yana çıkmaya her zaman ağırlık tanımış olmasıdır. Bu nedenledir ki, Zweig’ın Luther karşısında Erasmus’u, Calvin karşısında Castellio’yu tutması çok doğaldır.
Rotterdamlı Erasmus: Zaferi ve Trajedisi, bir anlamda Stefan Zweig’ın dünya görüşünün de özetidir. 1881 yılında Viyana’da doğan, 1942 Şubatı’nda göç ettiği Brezilya’da, Petrópolis kentinde, “Naziler yenilse bile, artık bu dünyadan bekleyebileceği bir şey kalmadığı için” hayatına kendi elleriyle son veren Zweig, bütün hayatıyla, eserleriyle ve savunduklarıyla son nefesine kadar bir hümanist, gerçek bir dünya vatandaşı olarak kaldı. Tıpkı kendisinden yüzyıllar önce yaşamış olan “çağdaşı” Erasmus gibi, Stefan Zweig’ın da en büyük ideali; insanları ve toplumları birbirlerinden ayıranlara değil birleştirenlere ağırlık tanımak; insanın salt insan olarak yaratıldığı için en yüce değer bilinmesini sağlamaktı: “Hiçbir düşünce, tek başına gerçekliğin bütününü oluşturamaz ama her insan, başlı başına bir gerçektir,” görüşünü, iki dünya savaşı sırasında, hemen herkesin kahramanlık türküleri söylemeyi en yüce görev ve erdem bildiği ortamlarda bile savunmaktan çekinmeyen Stefan Zweig için, Rotterdamlı Erasmus’u kaleme aldığı görkemli biyografiyle yeniden insanlara tanıtmak, kaynağını doğrudan kendi kişiliğinde bulan bir görevdi.
Rotterdamlı Erasmus: Zaferi ve Trajedisi, insanlık düşünce özgürlüğünü ve birey olarak insan hayatının taşıdığı kutsallığı değer bildiği sürece, güncelliğini yitirmeyecektir.
* * *
Rotterdamlı Erasmus: Zaferi ve Trajedisi, daha önce 1991 yılında, Zweig’dan çevirdiğim denemelerden oluşan Yarının Tarihi adlı kitapta yer almıştı.
Bu denemenin şimdi, Batı’da da hep yapılageldiği üzere ayrı bir kitap olarak basılması, ülkemizin çok ilginç bir dönemine rastlıyor. Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’nde, uygarlığın ve demokrasinin temeli olan laiklik ilkesinin cumhuriyetin kuruluşundan onyıllar sonra ayaklar altına alındığı bir ortamda, Rotterdamlı Erasmus: Zaferi ve Trajedisi, tarihte dinsel bağnazlığın toplumları ne kadar kanlı uçurumlara sürüklemiş olduğunu gösteren bir belge olarak da büyük önem taşımaktadır.
“Her çeviri, tamamlandığı anda eskir,” ilkesini göz önünde tutarak, bu basımda çevirimi tekrar gözden ve “elden” geçirdim. Bu çalışma sırasında, hem daha önce gözümden kaçmış olan bazı yanlışları ve eksiklikleri giderme olanağını buldum, hem de metnin tamamını Zweig’ın eşsiz üslubuna daha bir yaklaştırabilme amacıyla işledim.
AHMET CEMAL Moda, Mart 2008
“Rotterdamlı Erasmus, hangi yandandır, öğrenmek istedim. Ama bir tacir şu karşılığı verdi bana: ‘Erasmus est homo pro se.’”1
Epistolæ obscurorum virorum, 1515
1. (Lat.) “Erasmus kendisinden yanadır.” (Ç.N.)
Misyonu ve yaşamının taşıdığı anlam
İnkâra kalkışmayalım; bir zamanlar yüzyılının en parlak ve en büyük ününün taşıyıcısı olan Rotterdamlı Erasmus’un bugün neredeyse sadece adı var. Artık unutulmuş uluslarüstü bir dilde, hümanist Latincede kaleme alınmış sayısız eserleri, el değmeksizin kitaplıklarda uyumakta; bir zamanlar ünü dünyayı tutan bu eserlerin içinden sesini zamanımızda da duyurabileni hemen hemen yok gibi. Erasmus’un kişiliği ise güç anlaşılırlığı ve türlü çelişkileri yansıtır nitelikte oluşu yüzünden tarih sahnesinde geniş ölçüde başka devrimcilerin gerisinde kalmış. Özel hayatının pek az çekici yanı var. Sessizliği yeğleyen, hiç durmaksızın çalışan bir insanın canlı ve renkli bir hayat hikâyesinin kahramanı olması enderdir. Bu yüzden Erasmus’un gerçek misyonu, en büyük eseri bile, her zaman ana yapının altında kalıp görünmez olan temel taşları gibi, çağımıza açık ve seçik yansıyamamış. Bu nedenle Rotterdamlı Erasmus’u, bu büyük unutulmuşu, bugün bile, daha doğrusu özellikle bugün bizim için değerli kılanın ne olduğunu hemen başlangıçta, açık ve özlü biçimde belirtmekte yarar var. Erasmus, Avrupa’nın bütün kalem sahipleri ve yaratıcıları arasında ilk bilinçli Avrupalı, barış uğruna savaşma yürekliliğini de gösterebilen bir barış dostu, dünyadan ve düşünceden yana olan hümanist idealin en güçlü savunucusuydu. Erasmus’un, tinsel dünyamıza daha adaletli ve anlayış dolu bir düzen kazandırmak amacıyla atıldığı savaşta yenik düşmüş olması, yaşamının böylesine trajik bir yazgının doğrultusunda gelişmişliği, onu bize daha da yakın kılar. Erasmus, bizim de sevdiğimiz pek çok şeyi, edebiyatı ve felsefeyi, kitapları ve sanat eserlerini, dilleri ve halkları sevdi; bütün bunların ötesinde de, daha yüksek bir ahlak anlayışını yer-leştirmek amacıyla hiçbir fark gözetmeksizin bütün insanlığı sevdi. Yeryüzünde aklın ve mantığın gerçek düşmanı sayıp reddettiği tek şey ise bağnazlık oldu. Kendisi, insanların belki de en bağnaz olmayanıydı. Belki en üstün düşünürlerin katında değildi ama çağının en bilgili kişisiydi. Bir iyilik perisi değildi ama iyi niyetliliğinde ve insanların iyiliğini istemesinde içtendi. Erasmus’un gözünde, başkasının düşüncesine karşı hoşgörüyle bağdaştırılamaz her davranış, yeryüzünün ezelî kötülüğüydü. Onun inancına göre gerek bireyler, gerekse toplumlar arasındaki bütün çekişmeler, karşılıklı hoşgörüyle kaba kuvvete başvurulmadan çözümlenebilirdi. Çünkü bunların tümü de insanoğlunun üstesinden gelebileceği sorunlardı. Kışkırtıcılar ve aşırı uçların yandaşları gerginlikleri sürekli körüklemeseler, hemen bütün anlaşmazlıklar barış yoluyla sona erdirilebilirdi. Bu yüzden Erasmus, ister dinsel, ister ulusal nitelik taşısın ya da dünya görüşlerinin karşıtlığından doğmuş olsun, tüm anlaşma olasılıklarının ezelî ve aman-sız yıkıcısı saydığı bağnazlığın her türlüsüne karşı çıktı. Sırtlarında ister papaz, ister profesör cüppesi taşısınlar, at gözlüğü takanların ve tek yanlı düşünenlerin hepsinden, her yerde kendi görüşlerine boyun eğilmesini isteyen, kendilerininkinin dışındaki bütün görüşleri dinsizlik ve alçaklık diye nitelendirip mahkûm eden, her sınıf ve ırktan gelme bütün bencillerden, kendilerini bir düşünceye körü körüne adayıp çevrelerini görmez olanlardan nefret etti. Görüşlerini başkalarına zorla benimsetme girişiminde bulunmadığı gibi, ister din, ister siyaset alanında olsun, başkalarının onu herhangi bir düşünceyi benimsemeye zorlaması karşısında da sonuna kadar direndi. Düşüncede bağımsızlık, Erasmus için en doğal nitelikti; bu aydın ve özgürlük tutkunu kişi, ne zaman biri, üniversite kürsüsünde ya da kilisede kendi kişisel gerçeğinden, Tanrı’nın onun ve yalnızca onun kulağına fısıldadığı kutsal bir kelammış gibi söz etse bu davranışı yeryüzünün o kutsal çokyönlülüğüne karşı işlenmiş bir cinayet saydı. Sırf bu yüzden, parlak ve çarpıcı aklının var gücüyle bütün hayatı boyunca, her alanda ortaya çıkan, kendi çılgınlıklarının sarhoşluğu içerisinde yalnızca kendilerini haklı sayan bağnazlarla çarpıştı ve hayatının çok ender olan mutlu anlarında, bağnazlık ona sadece ruhun acınası bir yoksulluğu, belki bin türünü Deliliğe Övgü’sünde büyük bir taşlama gücüyle canlandırdığı stultitia’nın1 sayısız çeşitlerinden biri olarak göründü. Önyargılardan uzak ve tam anlamıyla adil bir kişi olarak en amansız düşmanına bile anlayış gösterdi ve acıdı. Öte yandan da insanoğlunun can düşmanı olan o kötü ruhun, bağnazlığın, saati geldiğinde, kendi hoşgörüyle yoğrulmuş dünyasını ve hayatını yıkacağını da benliğinin derinliklerinde her zaman sezinledi.
Erasmus’un misyonu ve hayatının anlamını oluşturan ana öğe, karşıtlıkların hümanizmin anlayışı içerisinde bağdaştırılmasıydı. O, birleştiriciliğiyle ya da her türlü aşırılığa karşı çıkışıyla kendisine benzeyen Goethe’nin deyişiyle, insanlar arasında “uzlaştırıcı” bir işlevi yerine getirmek için doğmuştu. Zor kullanılarak gerçekleştirilen her değişim, her tumultus, 2 onun gözünde bulanık suda balık avlamaktan farksız her kitle çekişmesi, uğruna hizmet ettiği ve yeryüzünde egemen olması gereken aklın aydınlığına ters düşmekteydi. Hele savaş, karşıtlıkların en zorbaca gideriliş yolu olduğundan, Erasmus’a göre ahlaklı bir insanlık kavramıyla asla bağdaştırılamazdı. Çekişmeleri iyi niyetli çabalarla yatıştırmak, bulanık olanı aydınlığa kavuşturmak, kargaşayı gidermek, görünüşte genellik niteliğinden yoksun olanı herkese ortak kılabilmek sanatı, ancak pek az ölümlünün sahip olabildiği bu sanat, Erasmus’un beklemesini bilen dehasının güçlü yanıydı. Çağdaşları, ona karşı olan gönül borçlarını bir parça olsun ödeyebilmek için, insanlar arasında anlaşma havası yaratma hedefine yönelik binbir türlü çabanın kaynağı olan bu iradeye “Erasmus Anlayışı” adını vermişlerdi. Bu adam tek başına, bütün dünyayı bu anlayıştan yana kazanmak istiyordu. Kişiliğinde yaratıcılığın türlü yönlerini birleştirdiğinden, hem yazar hem dil ve din bilgini hem de eğitim bilimci olduğundan, dünyanın neresinde olursa olsun, görünüşte birbiriyle bağdaşmaz olanları bile bağdaşma ortamına götürmeyi olanaklı sayıyordu. Onun bağdaştırma, uzlaştırma sanatına kapalı ya da yabancı hiçbir alan yoktu. Erasmus’a göre, Hazreti İsa ile Sokrates, Hıristiyan öğretisi ile Antik Çağ bilgeliği, iman ile ahlak arasında ne aşılması olanaksız ne de kökenlerini ahlakta bulan bir karşıtlık vardı. Kendisi kutsanmış bir din adamı olduğu halde, sonsuz bir hoşgörüyle putperestleri de düşünce Cennetine almış, onlara Kilise büyüklerininkinden geride kalmayan bir yer vermişti. Erasmus’a göre felsefe, Tanrı’yı arayışın bir başka ve tanrıbilim kadar yüce bir yoluydu. Gözlerini Hıristiyanlığın Cenneti’ne çevirdiğinde inancı, şükranla dolu bakışlarını Olympos Dağı’na diktiği zamankinden daha güçsüz değildi. Gerek Calvin, gerekse inançlarına tam bir bağnazlıkla sarılan ötekiler, Rönesans’a, içerdiği duygusal coşkunluk yüzünden Reform girişiminin düşmanı gözüyle bakarlarken Erasmus, aynı akımı yalnızca Reform’un daha özgür ruhlu bir kardeşi sayıyordu. Hiçbir ülkeye sürekli bağlı olmayan, tüm ülkeleri vatan bilen ilk bilinçli ve kozmopolit Avrupalı Erasmus için, herhangi bir ulusun ötekine üstünlüğü söz konusu olamazdı. Kendisini, ulusları sadece yetiştirdikleri en değerli, en parlak düşünürlerine göre, başka deyişle en seçme kişilerini ölçü alarak değerlendirmek yolunda eğitmiş olduğundan, bütün ulusları sevebilmesini hiçbir şey engellemiyordu. Değişik ülkelerin, ırkların, sınıfların değerlerini büyük bir bilgeler topluluğu içerisinde birleştirmeyi, bu yüce isteği, hayatının temel hedefi bilmişti. Dillerin anası Latinceyi yeni bir sanat biçimi ve anlaşma aracı düzeyine çıkarmakla da unutulmaz bir hizmette bulunmuş, Avrupa insanına dünya tarihinin küçücük bir zaman birimi boyunca olsun, bütün insanlara ortak, uluslarüstü nitelikte bir düşünce ve anlatım yöntemi armağan etmişti. Engin kültürü, gönül borcuyla geçmişe bakarken inançlarını güvenle geleceğe yöneltmişti. Yeryüzünün barbar yanına, tanrısal düzeni kötü niyetle, budalacasına ve düşmanca bozmak amacına durmaksızın hizmet eden yanına gelince; onu görmezden gelmekte diretmişti. Erasmus için çekici olan, yalnız bu düzenin yüce, biçimleyici ve yaratıcı yanlarıydı. Bu yanların genişletilmesinin, yaygınlaştırılmasının her düşünür için bir görev olduğunu savunuyordu. Ancak böyle bir tutum takınıldığında, sözü edilen yüce yanlar, günlerden bir gün gökyüzünden dökülen ışık demetlerinin bütünlüğü ve parlaklığıyla insanlığın tümünü nura boğabilirdi. Hümanizmin ilk dönemlerinde egemen olan içten inanç –ve aynı zamanda güzel, fakat ne yazık ki trajik yanılgı!– işte buydu: Erasmus ve onun gibi düşünenler, aydınlanma yoluyla insanlığın ilerlemesini olanaklı görüyorlar, bireyin ve toplumun yazılar, araştırmalar ve kitapların yaygınlaştırılmasıyla eğitilebileceğine inanıyorlardı. Hümanizm akımının ilk dönemlerinde yaşayan bu idealistler, okuma ve öğrenme geleneğinin sürekli geliştirilmesi sonucu insanoğlunun soylu kılınabileceğine, neredeyse dinsel inançlar kadar güçlü ve insanı duygulandıran bir güven beslemekteydiler. Kitaplara inanmış bir kişi olarak Erasmus, ahlaka uygun yaşama yönteminin öğretilebilme ve öğrenilebilme olasılığının varlığından hiç kuşku duymuyordu. Hayatın kesin bir uyuma kavuşturulması hedefi ise, ona göre, artık çok yakın olan hümanizm anlayışına varma aşamasıyla birlikte kendiliğinden gerçekleşecekti.
Böylesine yüce bir düş, çağın en üstün kişilerini her ülkeden bir mıknatıs gibi kendisine çekebilecek güçteydi. Değişmez gerçektir: Ahlaka uygun düşünen insan, bütün insanlığın ahlak yoluna yöneltilmesine kendisinin de istek ve eylemleriyle katkıda bulunabileceği gibi teselli edici bir düşünceye, insan ruhunun sınırlarını sonsuz boyutlara götüren bir tutkuya sahip olamadığı sürece, varlığını önemsiz ve yetersiz bulur. Kişisel varlığımız, yalnızca daha ileri ölçüde bir yetkinliğin basamağı, yaşamın çok daha ileri bir aşamasının hazırlayıcısıdır. Kim insanlığın ahlak yolunda ilerlemesine ilişkin bu umut besleme gücünü yeni bir idealle pekiştirmesini bilirse, kuşağının önderi olur. Erasmus açısından da durum böyle gelişti. Zaman, onun hümanizm anlamında bir Avrupa birliği düşüncesinin filizlenebilmesi için alabildiğine elverişliydi. Yeni bir yüzyılın ilk dönemlerinde yer alan keşifler ve icatlar, Rönesans’ın bilim ve sanat alanına getirdiği yenilikler, uzun bir zamandan bu yana ilk kez Avrupa’da yine uluslarüstü nitelikte ve mutluluk kaynağı olan ortak yaşantıların paylaşılmasına yol açmıştı. Uzun, sıkıntılı yıllardan sonra Avrupa, ilk kez misyonundan yine emindi ve bütün ülkelerin en seçme idealist güçleri,
1.
(Lat.) Delilik, budalaca davranış. (Ç.N.)
2.
(Lat.) Kargaşa. (Ç.N.)
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Deneme Edebiyat
- Kitap AdıRotterdamlı Erasmus Zaferi ve Trajedisi
- Sayfa Sayısı206
- YazarStefan Zweig
- ÇevirmenAhmet Cemal
- ISBN9789750709401
- Boyutlar, Kapak12.50x19.50, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2015
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Çivisi Çıkmış Dünya (Uygarlıklarımız Tükendiğinde) ~ Amin Maalouf
Çivisi Çıkmış Dünya (Uygarlıklarımız Tükendiğinde)
Amin Maalouf
Türk okurunun daha çok tarihsel romanlarıyla tanıdığı Maalouf, bu kez “medeniyetler çatışması” adı altında kuramsallaşıp yasallaşan ve dünyadaki bütün kültürler ve halklar için felakete...
- Ahkamsız Hükümler ~ Mehmet Ali Bulut
Ahkamsız Hükümler
Mehmet Ali Bulut
Bu yazılar kaleme alındığında, benden başka okuyucum yoktu. Zaten birileri okusun diye de yazmamıştım. Yazdıklarım, evvel zaman içinde, çoğu, yaşanan hadiselere karşı tepki olarak...
- Duvarları Yıkmak ~ Bahadır Yenişehirlioğlu
Duvarları Yıkmak
Bahadır Yenişehirlioğlu
Kalpte, zihinde, yüksek yüksek duvarlar örmek yerine, köprüler kurmak gerek dostlar. Ardımız engin bir denizdir, ışıktır. Gelin o duvarları yıkalım ve ışık tüm ihtişamıyla...