Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Romanovlar’ın Son Evi
Romanovlar’ın Son Evi

Romanovlar’ın Son Evi

John Boyne

“Rusya’yı çürüyen bir nar gibi düşünmüşümdür hep. Kokuşmuş içini saklayan, dıştan kırmızı ve nefis; ama ikiye bölünce, çekirdekleri ve taneleri kapkara, iğrenç, önüne saçılır….

“Rusya’yı çürüyen bir nar gibi düşünmüşümdür hep. Kokuşmuş içini saklayan, dıştan kırmızı ve nefis; ama ikiye bölünce, çekirdekleri ve taneleri kapkara, iğrenç, önüne saçılır. Rusya bana narı hatırlatıyor.”

Dünya çapında milyonlarca okura ulaşan Çizgili Pijamalı Çocuk kitabının yazarı John Boyne’un imzasını taşıyan Romanovlar’ın Son Evi, Rus İmparatorluğu’nun çöküş sürecini ustalıkla işlerken yirminci yüzyılı sarsan büyük toplumsal değişimler karşısında hayatın, duyguların, yuva özleminin ve aşkın etkileyici bir portresini sunuyor.

Çağdaş İrlanda edebiyatının en önemli kalemlerinden biri olan Boyne, incelikle kurguladığı bu tarihsel romanında, Çarlık Rusya’sının adım adım çözülüşünü ve 1917 Ekim Devrimi’nin ertesinde yaşanan göç ve sürgünlük sürecini, Georgi ile ömürlük aşkı gizemli Zoya’nın mücadeleyle örülü yaşantıları üzerinden anlatıyor.

Efsanevi Rasputin, Grandüşes Anastasya, Kanlı Nikolay ve Romanovlar’ın efsanevi dünyasında yer edinmiş pek çok başka tarihî kişiliği yeniden bir araya getiren kitap, heyecan uyandırıcı anlatısıyla son yılların en dokunaklı ve en sürükleyici tarihsel romanlarından biri.

Rusya’nın ücra bir köyünde yaşayan yoksul bir çiftçinin oğlu olan 17 yaşındaki Georgi Daniiloviç Jahmenev, üç asırdır Rusya’yı yöneten Romanov hanedanının bir üyesine yönelik suikastı engeller ve bu kahramanca davranışı karşılığında kendini bir anda bütün ihtişamıyla Kışlık Saray’da, çar ve ailesinin hizmetinde buluverir. Yıl 1915’tir, Rusya ve Avrupa’nın diğer büyük güçleri savaş hâlindedir. Rusya’daki yoksul halk ise iktidarı istemektedir. Romanov hanedanı çöküşe çok yakındır ve Jahmenev bütün bu trajediye bizzat tanıklık edecektir.

Gerçek olaylardan ve karakterlerden esinlenen özgün hikâyesi, akıcı kurgusu ve duru diliyle geniş okur kitlelerine hitap eden Romanovlar’ın Son Evi, John Boyne’un tarihsel olaylara canlılık kazandırma konusundaki olağanüstü yeteneğini bir kez daha gözler önüne seriyor.

1981

Annemle babamın mutlu bir evlilikleri olmadı. Yanlarında olmaya son katlanışımın üstünden uzun yıllar geçti. Ama birkaç aydan beri hemen her gün, çok değil, birkaç dakikalığına aklımdan geçiyorlar. Hafızanın fısıltısı; Zoya’nın geceleri yanımda uyurken boynuma değen soluğu kadar hafif, sabah günün ilk ışığıyla beni öperken yanağımdaki dudakları kadar yumuşak. Tam olarak ne zaman öldüler, bilemiyorum. Doğal bir kesinlikle, artık bu dünyada olmadıkları haricinde, ölümlerine dair hiçbir şey bilmiyorum. Ama onları düşünüyorum. Hâlâ düşünüyorum. Hep önce babam Daniil Vladyaviç’in öldüğünü hayal ediyorum. Ben dünyaya geldiğimde o çoktan otuzlu yaşlarının başındaydı ve hatırlayabildiğim kadarıyla sağlıklı olma nimetinden pek nasibini alamamıştı. Bebekken, Moskova Dükalığı’nda bulunan Kaşin’deki küçük ahşap çatkılı izbamızda1 uyandığımı hatırlıyorum; babam boğulurcasına öksürüp küçük ocağımızda yanan ateşe balgam tükürürken, onun fani sesini duymamak için ellerimi minik kulaklarıma bastırıyordum. Şimdi düşünüyorum da herhâlde ciğerlerinden hastaydı, belki de amfizemdi. Kestirmek güç. İlaç verecek doktor da yoktu, ilaç da. Çektiği bir alay hastalığı ne metanet ne de şükürle karşılardı. O acı çekerken biz de çekerdik.

Alnı, başından tuhaf bir biçimde öne uzanırdı; bunu da anımsıyorum. Saç çizgisinden burun kemerine kadar iyice gerilmiş cildi, başının iki yanında küçük çıkıntılar hâlinde duran biçimsiz bir deri yığını oluşturur, kaşlarını yüzüne kalıcı bir endişe ifadesi verecek kadar yukarı kaldırırdı. Bir keresinde ablam Liska bana bunun bir doğum kusuru olduğunu söylemişti; beceriksiz bir doktor, dünyaya gelmek üzere olan bebeği omuzlarından değil de kafatasından tutmuş ve henüz sertleşmemiş, yumuşak kemiğe fazla kuvvetli bastırmış. Annesi, dünyaya getirdiği yaratığı, bu kafatası yamru yumru olan biçimsiz bebeği görecek kadar yaşamamış. Babama can vermek büyükannemin kendi canına mâl olmuş. Bu, o zamanlar görülmedik bir durum değilmiş ve pek de üzüntüye sebep olmazmış; böyle olaylara doğanın dengesi gözüyle bakılırmış.

Bugün olsa, beklenmedik ve dava açılacak bir olay olarak görülür. Kısa bir süre sonra büyükbabam, çocuğuna bakması için elbette bir kadın daha almış. Ben küçük bir çocukken köyümüzdeki diğer çocuklar, kaşı gözü oynaya oynaya tarladaki işinden dönen ya da borç aldığı rubleler veya kulağına çalınan hakaretler yüzünden atıştığı komşunun kulübesinden, yumrukları sıkılı hâlde çıkıp onlara doğru yaklaşan babamı görünce korkarlardı. Ona değişik isimler takmışlardı; bu isimleri babamın yüzüne haykırmak çocukları heyecanlandırırdı. Ona Hades’in üç başlı köpeği Kerberos’un adını vermişlerdi. Bileklerini alınlarına bastırır, savaş çığlıkları eşliğinde kalpaklarını çıkarıp deli gibi havaya savurarak alay ederlerdi babamla. Tüm bunları benim, tek oğlunun gözlerinin önünde yapar ve karşılık görmekten de hiç çekinmezlerdi. O zamanlar ufak tefek ve çelimsizdim. Benden korkmazlardı. Babamın arkasından suratlarını eğip bükerler, onun hareketlerini taklit ederek yere tükürürler ve babam arkasına dönüp yaralı bir hayvan gibi bağırdığında da, tarlaya saçılan tohumlar gibi dağılıp gözden kayboluverirlerdi. Ona gülerlerdi; onun dehşet verici, iğrenç bir ucubeye benzediğini düşünürlerdi.

Onların aksine ben, yumruklarını cömertçe kullandığı ve sert davranmaktan hiçbir zaman pişmanlık duymadığı için babamdan korkardım. Böyle düşünmek için hiçbir nedenim yok ama, o soğuk mart sabahı, Pskov’daki demiryolu kavşağından kaçmamın ve Bolşeviklerin, yaptığım şeye misilleme olarak üzerime saldırmalarının hemen ardından babamın bir akşam vakti eve döndüğünü gözümde canlandırıyorum. Babam, kendi canının tehlikede olduğundan habersiz, yere tüküre tüküre ve ayaklarını sürüyerek, öksüre tıksıra eve giderken, ben can korkusuyla koşup rayların üzerinden atlıyor ve ötedeki ormanda gözden yitiyorum. Kibrimden, ortadan kayboluşumun ailemin ve küçük köyümüzün şerefine ve namusuna kefaret gerektiren bir leke düşürdüğünü hayal ediyorum.

Köyün delikanlılarından oluşan bir kalabalık –aralarından dördü rüyalarıma giriyor; iriyarı, çirkin ve acımasızlar– sopalarla babama saldırıyor; onu kimse görmeden öldürmek için sokaktan çekip alıyor ve yüksek duvarlı bir geçidin karanlığına sürüklüyorlar. Merhamet dilenen haykırışlar duymuyorum; babam öyle bir şey yapmaz. Yattığı yerdeki taşların üstünde kan görüyorum. Yavaşça kımıldayan, titreyen bir el ilişiyor gözüme, parmakları kasılıyor. Ve sonra da kıpırtısız kalıyor. Ne zaman annem Yulia Vladimirovna’yı düşünsem, gözümde, bu olaydan birkaç yıl sonra, kız kardeşlerimin diz çöküp etrafına toplandığı yatağında, aç ve bitkin yatarken Tanrı’nın onu yanına çağırdığı sahne canlanıyor. Babamın ölümünden sonra kimbilir ne güçlüklerle karşılaştığını hayal bile edemiyorum ve bunu düşünmek de istemiyorum, çünkü soğuk bir kadın olmasına ve çocukluğumun her kavşağında ona yaşattığım hayal kırıklığını yüzüme vurmasına karşın, yine de benim annemdi ve anneler mukaddes insanlardır. En büyük ablam Asya’yı hayal ediyorum; annem, yaratıcısıyla buluşmak üzere vakur bir nedamet içinde son kez dua etmek için ellerini birleştirirken, avuçlarına küçük bir resmimi koyuyor.

Örtüsü incecik boynunda toplanmış, yüzü bembeyaz, dudakları cezayirmenekşesi mavisinin soluk bir tonu. Asya beni severdi, ama oradan kaçmamı da kıskanmıştı; bunu da hatırlıyorum. Bir keresinde beni bulmaya gelmişti, bense kovmuştum onu. Şimdi bunu düşününce, utanıyorum yaptığımdan. Tabii bunların hiçbiri olmamış da olabilir. Annemin, babamın ve kız kardeşlerimin hayatları farklı bir biçimde sona ermiş olabilir: mutlu, trajik, bir arada, ayrı, huzur içinde, şiddetle. Geri dönebilirdim dediğim bir an bile olmadı;

Asya’ya, Liska’ya ya da hatta ailesinin kahramanı ve yüz karası ağabeyi Georgi’yi muhtemelen hiç hatırlamayan Talya’ya mektup yazma fırsatı da geçmedi elime. Yanlarına dönmekle onları da, kendimi de, Zoya’yı da tehlikeye atardım. Fakat aradan kaç yıl geçmiş olursa olsun, hâlâ düşünüyorum onları. Hayatta, bana göre birer muamma olan zamanlar yaşadım; iç içe geçmiş ve artık ayrılması neredeyse imkânsızlaşmış; işle, aileyle, mücadeleyle, ihanetle, kayıpla ve hüsranla geçen yıllar. Ama o yıllara, o ilk yıllara ait hatıralar hafızamdan çıkmıyor, kafamın içinde çınlayıp duruyor. Ve yaşlanan zihnimin loş koridorlarında gölge olarak kaldıkça daha da canlı ve çarpıcı bir hâle bürünüyorlar, çünkü asla unutulamayacaklar. Ben çok yakında unutulsam bile.

Yakın bir akrabamı görmeyeli altmış yıldan fazla oldu. Şu yaşıma, seksen iki yaşına kadar gelip de bana biçilen vadenin bu kadar az bir kısmını onlarla birlikte geçirdiğime inanmak neredeyse imkânsız. O zamanlar böyle düşünmesem de, onlara karşı görevlerimi ihmal ettim. Çünkü gözlerimin rengini değiştiremeyeceğim gibi, kaderimi de değiştiremezdim. Koşullar, her insana yaptığı gibi beni de bir andan diğerine, sonra ötekine sürükleyip durdu ve ben her adımı hiç sorgulamadan takip ettim. Ve sonra günün birinde durdum. Yaşlıydım. Ve onlar gitmişti. Cesetleri çürümüş hâlde mi kaldı merak ediyorum, yoksa çoktan dağılıp toprağa mı karıştı? Cesedin çürümesi birkaç nesil sürüyor mu, yoksa cenazenin yaşına, gömülme koşullarına göre daha hızlı ilerleyebiliyor mu?

Ya bedenin bozulması, insanın tabutunun yapıldığı ağacın kalitesine mi bağlı? Toprağının iştahına mı? İklime mi? Eskiden, geceleri okurken dikkatimin dağıldığı zamanlarda aklıma takılan türden sorular bunlar. Genellikle aklıma takılan soruyu bir kenara not eder ve tatminkâr bir yanıt bulana kadar araştırırdım, ama bu yıl bütün alışkanlıklarım yok oldu ve artık böyle araştırmalar yapmak bana saçma geliyor. Aslında aylardır, hatta Zoya’nın hastalığının da öncesinden beri kütüphaneye gitmedim. Bir daha da gidemeyebilirim. Hayatımın –yani yetişkinlik yıllarımın– büyük kısmı Britanya Müzesi’ndeki kütüphanenin sessiz sakin duvarları arasında geçti. Çalışmaya orada başladım; 1923 yılının sonbaharının başlarında, Zoya’yla, üşümüş, ürkek ve fark edileceğimizden emin bir hâlde Londra’ya ilk gelişimizden kısa bir süre sonra. O zaman yirmi dört yaşındaydım ve çalışma hayatının bu kadar huzurlu olabileceğinden habersizdim. Önceki hayatıma dair tüm simgeleri –üniformalar, tüfekler, bombalar, patlamalar üzerimden atalı beş yıl olmuştu,ama bunların anılarıyla lanetlenmiş olarak kaldım. Artık yumuşak pamuklu kumaştan takım elbiseler, dosya dolapları ve engin bilgi kaynakları vardı. Memnuniyet verici bir değişim. Ve Londra’dan önce, Paris vardı tabii; kitaplara ve edebiyata karşı, ilk olarak Mavi Kitaplık2 sayesinde geliştirdiğim ilginin daha da yoğunlaştığı şehir. Bu merakımı İngiltere’de sürdürebileceğimi umuyordum. Daima yüzüme gülen talihim sayesinde, The Times gazetesinde yayımlanmış Britanya Müzesi’nde kıdemsiz kütüphane memuru arandığına dair bir ilan gözüme çarptı. Hemen o gün, şapkam elimde gidip şahsen başvurdum ve derhâl müstakbel patronum Bay Arthur Trevors adlı şahsın yanına götürüldüm. Tarihi kesin olarak hatırlıyorum.

Ağustosun on ikisi. Her sene, doğum gününe bir hürmet ifadesi olarak eski bir dostum için bir mum yaktığım Ortodoks katedrali olan Meryem Ana’nın Göğe Çıkışı ve Tüm Azizler’den yeni çıkmıştım. Ona yıllar önce, yaşadığım müddetçe diye söz vermiştim. Yeni hayatımın, onun kısa ömrünün başladığı gün başlayacak olması bana bir sebepten gayet uygun görünmüştü. Burun kemerine gelişigüzel kondurulmuş gözlüklerinin yarımay biçimindeki camlarının üstünden dikkatle bana bakarak, “Britanya Müzesi Kütüphanesi’nin ne kadar zamandır var olduğunu biliyor musunuz Bay Jahmenev?” diye sordu. Adımı söylerken azıcık bile zorlanmadı, ki İngilizlerin çoğu adımı telaffuz edememeyi marifet sayıyormuş gibi göründüklerinden, bu beni oldukça etkiledi. Bana tahmin yürütme fırsatı vermeden, hemen, “1753’ten beri,” dedi. “Sör Hans Sloan kitap ve antika koleksiyonunu devlete bıraktığı zaman; müze bu sayede doğdu. Ne düşünüyorsunuz bu konuda?”

Aklıma Sör Hans’ı hayırseverliği ve sağduyusu için övmekten başka verecek bir yanıt gelmedi. Bay Trevors bu cevabı yürekten tasdik etti. Başını şevkle sallayarak, “Kesinlikle haklısınız, Bay Jahmenev,” dedi. “Çok mükemmel bir beyefendiydi. Büyük büyükbabamla muntazaman briç oynarlardı. Şimdi, tabii ki yer sıkıntısı içindeyiz. Boş yerimiz azalıyor anlayacağınız. Çok sayıda kitap basılıyor, mesele bu. Çoğu kitap, yarım akıllılar, ateistler ya da oğlancılar tarafından yazılıyor, ama Tanrı yardımcımız olsun, hepsini bulundurmaya mecburuz. Bu güruhla bir münasebetiniz yok, değil mi Bay Jahmenev?” Hemen başımı iki yana sallayarak, “Yok efendim,” dedim. “Bunu duyduğuma memnun oldum. Günün birinde kütüphaneyi kendi binasına taşıyacağımızı ümit ediyoruz, tabii ki bu, sorunların çözülmesini sağlamayacak. Ama bu tamamen parlamentonun sorumluluğunda. Anlayacağınız bütün paramızı onlar yönetiyor.

O adamların nasıl olduklarını bilirsiniz. Ahlakları tepeden tırnağa bozuktur, hem de hepsinin. Şu Baldwin denen çocuk müthiş iyidir, ama onun haricindekiler…” Başını iki yana sallayıp yüzünü ekşitti. Ardından gelen sessizlikte, bu işe kendimi önermek için aklıma gelen yegâne şey, mülakattan önce içinde sadece yarım saat zaman geçirdiğim müzeye ve müze sınırları dâhilinde bir araya toplanmış, hayret uyandıran hazine koleksiyonlarına duyduğum hayranlıktan söz etmek oldu. “Daha önce bir müzede çalıştınız, değil mi Bay Jahmenev?” diye sordu. Başımı hayır anlamında salladım. Cevabıma şaşırmış göründü, soru sormaya devam ederken gözlüklerini çıkardı. “Belki Hermitage Müzesi’nde çalışmışsınızdır diye düşünmüştüm, Saint Petersburg’da?”

Müzenin adını, bulunduğu şehirle birlikte belirtmesine hiç gerek yoktu; gayet iyi biliyordum. Bir an için yalan söylemediğime pişman oldum, çünkü neticede orada çalışıp çalışmadığımı araştırması mümkün değildi ve herhangi bir referans araştırmasından netice almak yıllar sürerdi, o da eğer yanıt ulaşırsa tabii. “Orada hiç çalışmadım efendim,” dedim. “Ama elbette müzeye çok aşinayım. Hermitage’da mutlu mesut yüzlerce saat geçirdim. Bizans koleksiyonu bilhassa etkileyicidir. Keza eski para koleksiyonu da.” Cevabımdan tatmin olup olmadığına karar vermeden önce, bir an durup parmaklarını hafifçe masanın kenarına vurarak aklında tarttı. Arkasına yaslandı, gözleri kısıldı ve yüzüme bakarken sertçe burnundan soludu. “Söyleyin, Bay Jahmenev,” dedi. Her kelimesi, sanki ona acı veriyormuş gibi uzayarak çıkıyordu ağzından. “Ne kadar zamandır İngiltere’desiniz?” “Fazla olmadı,” dedim dürüstçe. “Birkaç haftadır.”

“Doğruca Rusya’dan mı geldiniz?”
“Hayır efendim. Eşimle birkaç yıl Fransa’da kaldık, şeyden
önce…”
“Eşiniz mi? Demek evli bir erkeksiniz?” diye sordu, bu bilgi hoşuna gitmiş gibiydi.
“Evet, efendim.”
“İsmi?”
“Zoya,” dedim. “Tabii ki bir Rus adı. Hayat anlamına gelir.”
Açıklama yapmam tamamen bir haddini bilmezlikmiş gibi yüzüme dik dik bakarken, “Sahiden mi?” diye sordu. “Ne hoş. Peki,
Fransa’da geçiminizi nasıl sağlıyordunuz?”
“Paris’te bir kitapçıda çalışıyordum,” dedim. “Ortalama büyüklükteydi, ama sadık müşterileri vardı. Hiç durgun bir günümüz olmazdı.”

“Peki işten keyif alıyor muydunuz?”
“Hem de çok.”
“Sebebi neydi peki?”

“Huzurluydu,” diye karşılık verdim. “Hep meşgul olmama rağmen, ortamda ziyadesiyle hoşuma giden bir sükûnet vardı” “Güzel, burada da işler böyle yürür,” dedi neşeyle. “Hoş ve sessizdir, ama bir alay ağır iş vardır. Peki Fransa’dan önce? Sanırım Avrupa’yı baştan başa dolaştınız?” “Pek sayılmaz, efendim,” diye itiraf ettim. “Fransa’dan önce Rusya’daydık.” “İhtilalden kaçtınız öyleyse?” “1918’de Rusya’dan ayrıldık,” dedim. “İhtilalden bir yıl sonra.” “Yeni rejimden pek hoşlanmadınız sanırım?” “Hayır efendim.” “Çok da haklıydınız,” dedi, dudakları hoşnutsuzlukla hafifçe kıvrıldı.

“Lanet olası Bolşevikler. Çar, Kral George’un kuzeniydi, biliyor muydunuz?” “Evet, duymuştum efendim,” diye karşılık verdim. “Ve eşi, Çar Hanım, Kraliçe Victoria’nın torunuydu.” Bu hürmetsizliğini özenle düzelterek, “Çariçe,” dedim. “Dediğiniz gibi olsun. Bana sorarsanız, büyük bir küstahlık. O pis âdetlerini Avrupa’ya yaymadan önce icaplarına bakılmalı. O Lenin denen çocuk eskiden burada, kütüphanede çalışırdı, biliyorsunuzdur herhâlde?” Tek kaşım hayretle havaya kalktı. “Hayır, bilmiyordum,” dedim. “Sizi temin ederim ki doğru,” dedi kuşkumu sezerek. “Sanırım 1901 ile 1902 yılları arasında. Benim zamanımdan epey önce. Selefim anlatmıştı bana da. Dediğine göre, Lenin her sabah saat dokuz gibi gelir, öğle vakti karısı gelip onu devrimci gazetelerini yayıma hazırlaması için sürükleyerek götürene kadar da kalırmış. Sürekli kahve mataralarını yürütmeye uğraşırmış ama onu enselermişiz.

Neredeyse bu yüzden hapse girecekmiş. Sırf bundan bile ne menem bir adam olduğunu anlayabilirsiniz.” Aniden öne doğru eğilip gözlerini üzerime dikerek, “Siz Bolşevik değilsiniz, değil mi Bay Jahmenev?” diye sordu. Delici bakışlarına karşılık veremeyip gözlerimi yere indirdim ve başımı iki yana sallayarak, “Hayır efendim,” dedim. Ayaklarımın altındaki mermer zeminin sergilediği zenginlik beni şaşırttı. Böyle ihtişamlı şeyleri ardımda bıraktığımı sanıyordum. “Hayır, kesinlikle Bolşevik değilim.” “Nesiniz peki? Leninist mi? Troçkist mi? Çar yanlısı mı?” Gözlerimi yerden kaldırıp, “Hiçbiri efendim,” diye karşılık verdim. Şimdi yüzümde kararlı bir ifade vardı.

“Ben hiçbir şey değilim. Yalnızca ülkenize yeni gelmiş, namuslu bir iş arayan bir adamım. Ne siyasi bir görüşün mensubuyum ne de böyle bir arayış içerisindeyim. Sakin bir hayat sürmekten, ailemi temiz ve dürüst yollarla geçindirebilmekten başka bir arzum yok.” Sözlerimi birkaç saniyeliğine sessizce tarttı; karşısında kendimi biraz fazla mı alçalttım diye endişelendim, ama bu cümleleri Bloomsbury’ye doğru yürürken, işe kabul edilmek için önceden kafamda hazırlamıştım ve muhtemel bir işvereni memnun edecek kadar mütevazı sözler olduğunu düşünüyordum. Bir hizmetkâr gibi görünmeme neden olmaları umurumda değildi. İşe ihtiyacım vardı. Nihayet başını öne doğru sallayarak, “Pekâlâ Bay Jahmenev,” dedi. “Sanırım size bir şans vereceğiz. Başlangıçta bir deneme süresi, diyelim ki altı hafta; bu sürenin sonunda birbirimizden memnun kalırsak eğer, o zaman sizi kalıcı kadroya alıp almayacağımıza bakarız. Nasıl, sizin için uygun mu?

Gülümseyerek, “Minnettarım efendim,” dedim. Kadirşinaslık ve dostluk göstermek niyetiyle elimi uzattım. Sanki cüretkâr bir tavır sergilemişim gibi, bir an tereddüte düştü ve ardından beni, bilgilerimin kaydedileceği ve genel hatlarıyla yeni sorumluluklarımın anlatılacağı başka bir odaya götürdü. Çalışma hayatımın sonuna kadar Britanya Müzesi’ndeki görevimde kaldım ve emekli olduktan sonra da hemen her gün oraya gitmeye devam ettim. Bir zamanlar silip temizlediğim masalarda, okuduğum, araştırdığım ve kendimi yetiştirdiğim saatler geçirdim. Orada kendimi emniyette hissediyordum. Kendimi o duvarların arasında olduğu kadar güvende hissettiğim başka hiçbir yer yoktu dünyada.

Ömrüm, gelip beni, ikimizi bulacakları ânı bekleyerek geçti, ama galiba artık kurtulduk. Artık bizi ancak Tanrı ayırabilir. Hiçbir zaman sizin deyiminizle modern bir erkek olmadığım doğru. Zoya’yla geçen hayatım, uzun süren evliliğimiz geleneksel bir evlilik hayatıydı. İkimiz de çalışıyorduk ve akşam eve hemen hemen aynı saatlerde dönüyorduk, ama yemeğimizi pişiren, çamaşır, temizlik gibi ev işleriyle ilgilenen oydu. Ona yardım edebileceğim düşünülmedi bile.

O yemek yaparken ben ateşin karşısına geçip kitap okurdum. Uzun romanları, destanları severdim ve çağdaş romana da biraz vakit ayırırdım. Lawrence okumayı, bunu yapmanın çok cüretkâr göründüğü zamanlarda denedim, ama dilinde tökezledim. O ağırbaşlı, iyi niyetli Schegel kardeşleri, özgür düşünceleri olan Bay Emerson’ı, delişmen Lili Herriton’ı daha cazip buluyordum. Ara sıra fazlaca etkilenip dokunaklı bir pasajı yüksek sesle okurdum. Zoya ter içindeki başını, kızarttığı domuz pirzolalarından kaldırıp elinin tersini alnına dayar ve sanki odada olduğumu bile unutmuş gibi bitkince, “Ne var Georgi? Ne diyorsun?” diye sorardı.

Evin çekip çevrilmesine daha fazla katkıda bulunmamış olmam yanlış görünüyor olabilir, ama o zamanlar aile hayatı öyleydi. Yine de yapmadıklarım için hâlâ pişmanım. Aslında hayatımın bu kadar muhafazakâr olmasını istememiştim. Birlikte geçen altmıştan fazla yılda, anne babalarımızın gölgelerinden kaçamadığımız ve kendi hayat tarzımızı yaratamadığımız hakikatine içerlediğim kısacık anlar olurdu. Ama Zoya, belki de kendi çocukluğu ve yetiştirilme tarzı yüzünden, komşularımızın ve ahbaplarımızın hayatlarıyla tıpatıp aynı bir yaşam kurmaktan fazlasını arzulamazdı. Huzur isterdi, anlayacağınız. Çoğunluğa dâhil olmak isterdi. Bir keresinde bana, “Sadece huzur içinde yaşayamaz mıyız?” diye sormuştu. “Huzurlu ve mutlu, başkaları gibi davranarak?

Böylece kimse bizi fark etmez.” Yuvamızı Holborn’da, yazar Charles Dickens’ın bir süre oturduğu Doughty Sokağı’nın yakınında kurduk. Müzeye gidip gelirken günde iki kere Dickens’ın evinin önünden geçerdim ve kütüphanedeki işim sayesinde romanlarına aşinalaştıkça, onun üst kattaki çalışma odasında oturmuş, Oliver Twist’in o kendine has cümlelerini ustalıkla yazdığını gözümde canlandırmaya çalışırdım. Yaşlı bir komşumuz, bir keresinde, annesinin iki yıl boyunca her gün Bay Dickens’ın evini temizlediğini ve yazarın, o romanının ön sayfasını imzaladığı bir kopyasını annesine hediye ettiğini söylemişti. Kadın kitabı salonundaki rafa koymuştu.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Artık Hiçbir Yer Ev Değil ~ John BoyneArtık Hiçbir Yer Ev Değil

    Artık Hiçbir Yer Ev Değil

    John Boyne

    Kullanılıp Atılmış Kimliklerle Dolu Bir Yaşam: Gretel’in Hikâyesi John Boyne’un, Nazi toplama kamplarının sarsıcı gerçekliğini iki çocuğun gözünden anlattığı klasikleşmiş romanı Çizgili Pijamalı Çocuk’un devamında...

  2. Kalbin Görünmez Öfkeleri ~ John BoyneKalbin Görünmez Öfkeleri

    Kalbin Görünmez Öfkeleri

    John Boyne

    Peder James Monroe, Batı Cork’un Goleen bölgesinde bulunan Denizin Yıldızı Meryem Ana Kilisesi’nin sunağında dikilip annemi orospulukla suçlamış. Gerçi bu olay onun, biri Drimoleague’de...

  3. Ormanın Kalbindeki Çocuk ~ John BoyneOrmanın Kalbindeki Çocuk

    Ormanın Kalbindeki Çocuk

    John Boyne

    Uluslararası çoksatan Çizgili Pijamalı Çocuk’un yazarı John Boyne’dan, masalsı öğelerle bezeli dokunaklı bir roman: Ormanın Kalbindeki Çocuk. Daha önce Nuh Arpasuyu Evden Kaçıyor adıyla yayımlanan ve üç ayrı...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Siyah İnci ~ Anna SewellSiyah İnci

    Siyah İnci

    Anna Sewell

    Tam metin çeviri, Eserin özgün basımından görseller, Kitap için özel hazırlanan kapak çizimi, Metin içi desenler, Karakterler hakkında ayrıntılı bilgiler, Metne yönelik oluşturulan sözlükle....

  2. Gölgesizlerin Tutkulu Dansı ~ Tess GerritsenGölgesizlerin Tutkulu Dansı

    Gölgesizlerin Tutkulu Dansı

    Tess Gerritsen

    Ailesi profesyonel hırsız olan Clea Rice ile günleri başını küçük dertlere sokmakla geçen Jordan Tavistock, tanıştıkları andan itibaren birbirlerinin çekimine kapılmışlardı. Fakat ikili yakınlaştıkça...

  3. Harika Piç ~ Christina LaurenHarika Piç

    Harika Piç

    Christina Lauren

    Zeki, çalışkan ve hırslı bir stajyer olan Chloe Mills'in yüksek lisansını bitirmesine yalnızca kısa bir süre kalmıştır. Ancak genç kadının büyük bir sorunu vardır; baş belası patronu Bennett Ryan. Kaba, duygusuz, düşüncesiz, yakışıklı, seksi, ah Tanrım çok seksi, öhöm öhöm… Harika Piç! Bennett Ryan aile şirketinde yönetici olarak işe başladığında asistanının bu kadar etkileyici, kışkırtıcı ve aynı zamanda insanı sinir eden bir kadın olacağını hiç düşünmemiştir. Ancak işyerinde duygusal ilişkilerden uzak duran mesafeli bir patron olarak nam salmış olan Bennett, zamanla adeta bu kadına doğru çekilir.

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur