Risale-i Nur´dan Dersler´in üçüncüsü, Mesnevî-i Nuriye’den HUBAB VE HABBE risalelerinin izahlarını ihtiva etmektedir.
Bu dizinin amacı; Risale-i Nur’un kurtarıcı sayfaları arasındaki imanî konuların anlaşılması, anlatılması ve herkese ulaştırılmasıdır.
***
“Kat’î ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki,
imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkikî yapmanın
en kısa ve en kolay yolu, Risale-i Nur’dadır. ”
– Kastamonu Lahikası
TAKDİM
RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI içinde özel bir yeri olan Mesnevî-i Nuriye (El Mesneviyy-ül Arabi) adlı eser, Bediüzzaman Hazretleri’nin, kendi ifadesiyle “eski Said’den yeni Said’e” geçtiği dönemin meyvesidir.
Aslı Arapça telif edilen bu eser, yine müellifinin ifadesiyle Risale-i Nur’un “bir nevi çekirdeği ve fidanlığı hükmündedir.”
Bu Arapça mecmua, daha sonra , Bediüzzaman’ın küçük kardeşi ve kendisinden on beş sene ders almış olan Abdülmecid Nursî tarafından Türkçe’ye tercüme edilmiştir.
Mesnevi-i Nuriye, tevhide dair çok mühim meseleleri ihtiva eden LEM’ALAR, REŞHALAR, LASİYYEMALAR, KATRE, HUBAB, ZEYL-ÜZ ZEYL, HABBE, ZÜHRE, ZERRE, ŞEMME, ONUNCU RİSALE, ŞU’LE, NOKTA isimli bölümlerden meydana gelmektedir. Okuyucularımızın, özellikle NUR’DAN KELİMELER ve CÜMLELER ve SORULARLA RİSALE-İ NUR DERSLERİ adlı kitaplarıyla tanıdığı Alaaddin Başar, Risale-i Nur’un daha iyi anlaşılmasına yönelik bir çalışmayı daha istifadelerimize sundu: RİSALE-İ NUR’DAN DERSLER.
İsminden de anlaşılacağı gibi, yeni bir seri olmasını düşündüğümüz çalışmanın bu üçüncü eseri, asıl risale metni ile omuz omuza duran şerh kabilinden açıklamalardan oluşuyor.
RİSALE-İ NUR’DAN DERSLER’in bu üçüncü kitabı, Mesnevî-i Nuriye’den HUBAB ve HABBE risalelerinin izahlarını ihtiva etmektedir.
Hem Mesnevî-i Nuriye kitabının, hem de Hubab ve Habbe risalelerinin seçilmiş olması elbette bir takım mühim maslahatlara binaendir. Bu maslahatların en birincisi söz konusu risalelerde geçen bahislerin Risale-i Nur Külliyatı’nın umumu ile bağlantılı olmasıdır.
Böylece, Hubab ve Habbe üzerine çalışılan bu derslerin, Risale-i Nur’un bina edildiği temel meselelerin açıklanması yolunda önemli bir hizmet göreceğini ümit ediyoruz.
Bu vesile ile en başta Üstad Bediüzzaman hazretlerini ve Risale-i Nur’un neşrine çalışan ahirete göçmüş umum Nur talebelerini rahmetle anarken; yazarımız Alaaddin Başar gibi Risale-i Nur hizmetine, kalemi ve kelamı ile gayret edenlere de, “avn-i Hüda ile feyz-i Peygamber” dileriz…
– Selim GÜNDÜZALP
HUBAB
(Kur’ân-ı Hakîm’in ummanından)
خدُاَىِ رُ كرَمَ خوُد ملُكِْ خوُد رامَىِ خرِدَ ازَ توُ برَاىَِ توُنِ هَ داَردَ بهَاَىِ بىِ رانَ داَدَ
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيم
اَلْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِيَ
İ’LEM EY ZIKREDEN VE NAMAZ KILAN KARDEŞ!
اشَهدَ انَ لاَ الِهَ الِاَّ اللهُّ ve مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِّ ve الَحْمْدُ للِهِّ gibi mübarek kelimeler ile ilân ettiğin bir hüküm ve iddia ettiğin bir dâvâ ve işhad ettiğin bir îtikad, lisanından çıkar çıkmaz milyonlarca mü’minlerin tasdik ve şehadetlerine iktiran eder.
Ve kezâ, İslâmiyetin hak ve hakikat olduğuna ve hükümlerinin doğru ve sâdık olduklarına delâlet eden bütün deliller, şahidler, bürhanlar, senin o dâvânın ve îtikadının hak olduğuna delâlet ederler.
Ve kezâ, söylediğin o mübarek ve mukaddes kelâmlara pek büyük yümünler, feyizler ve berekât-ı İlâhiye terettüb eder.
Ve kezâ, cumhur-u mü’minîn ve muvahhidînin o kelimat-ı mübarekeden kalben zevkettikleri mâ-i hayatı ve şerâb-ı cenneti, sen de o mukaddes maşrabalardan içersin…
“اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ ve مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّهِ ve اَلْحَمْدُ لِلّهِ gibi mübarek kelimeler” ifadesinden anlaşıldığı gibi, en mübarek kelimeler olan şahadet kelimeleri ve “el-hamdü lillah” kelamı birer örnek olarak verilmiştir. Bütün mukaddes kelamlar ve bütün hakikat dersleri bu mânada değerlendirilecektir.
BU “İ’LEM”de birkaç önemli mesaj birlikte veriliyor: Birincisi, namaz kılarken okuduğumuz sûreleri, getirdiğimiz tekbirleri ve şahadetleri, gafletle değil, Üstadın işaret ettiği mânada şuurla ifa etmemizi teşvik. Yâni, ben bu mübarek kelimeleri zikretmekle bütün müminlerle ve bütün kâmil insanlarla birliktelik sağlıyorum. Onların yolunda olduğumu hatırlıyorum. Onların ulaşacağı rıza beldesine gitmek için çalışıyorum.
İkinci mesaj: Nefsimizin istikamet yolundan sapmaması için, bu kelimelerin her biri kalbimize ve aklımıza büyük bir kuvvet veriyor: Ben, Allah Resulü’nün (asm.) yolundayım. Ben sahabe efendilerimizle aynı davanın yolcusuyum. Bütün kâmil insanlarla aynı gayeyi paylaşıyorum, aynı hakikatleri birlikte terennüm ediyoruz.
Böyle büyük bir manevî kuvveti hiçbir vehim, hiçbir vesvese, hiçbir sapık inanç sarsamaz.
Üçüncü mesaj: Doğru yolda olduğumun en büyük bir şâhidi de İslâm dininin hakikatleridir. İslâm dininin; iman, ibâdet, ahlâk ve sosyal hayat hakkında getirdiği bütün hükümlerin hak ve hakikat olması, benim doğru yolda olduğuma ayrı bir delildir.
Bütün bunlar, Allah’ın sevdiği ve razı olduğu bir kul olmam için gerekli en sağlam esaslardır. Hiçbir batıl ideoloji bunların karşısına çıkamaz ve aklımı tatmin edemez, kalbimi kendine celp edemez.
Bu mesajlardan sonra, bu mübarek kelimeleri okumamızın, anlamamızın ve gereğini yapmamızın bizi çok büyük feyizlere ve sevaplara kavuşturacağı müjdesi veriliyor.
Bu kelimelerin her biri bir mukaddes maşrapaya benzetiliyor; içlerinde ab-ı hayat taşıyorlar. Ben de namaz kılmakla ve diğer zikir ve tesbihlerle bu suyu kana kana içmeli ve manen kuvvetli ve sıhhatli bir mü’min olmalıyım.
İ’LEM! KAVÂID-I USULIYEDENDIR KI: Bir mes’ele hakkında ispat edenin sözü nefyedenin sözüne müreccahtır. Çünkü, ispat edenin yardımcıları var, sözünde kuvvet olur. Nefyedenin yardımcısı olmadığından tek kalır, sözünde kuvvet yoktur. Hattâ bin adam bir şeyi nefyederse, bir adam gibidir. Bin adam da ispat ederse, ispat edenlerin her birisi bin olur. Çünkü hepsi bir şeye bakıyorlar. Ve bir noktaya parmak bastıklarından birbirini takviye ediyorlar. Nefyedenlerde birbirini takviye etmek yoktur, her birisi tek kalır.
Meselâ: Bin pencereden bir yıldızı görüp ispat eden bin adamın her birisi ötekisine yardımcı olur, sözünü takviye eder. Çünkü o bin adam, parmakla işaret eder gibi, o şeyi ispat ediyorlar. Nefyedenler öyle değildir. Çünkü nefy için sebep lâzımdır. Sebepler de ayrı ayrı olur. Meselâ: Birisi “Gözümde za’fiyet var, göremedim”, ötekisi “Evimizde pencere yok”, ötekisi “Soğuktan başımı kaldırıp bakamadım” der.
Ve hâkezâ… Her birisi nefyine, müddeasına ayrı bir sebep gösterdiğinden, kendisince yıldızın bulunmaması, nefsü’l-emirde de yıldızın bulunmamasına delâlet etmez ki birbirine yardımcı olsun.
Binaenaleyh bir mes’ele-i îmâniyenin nefyi hakkında ehl-i dalâletin ittifakları haber-i vâhid hükmündedir, tesiri yoktur. Amma ehl-i hidayetin mesâil-i îmâniyede olan sözleri, her birisi ötekisine yardımcıdır, takviye eder…
KAVÂID-I USULIYE’NIN günümüz bilim dünyasında karşılığı “metodoloji”dir. Bu usul ilminin de şubeleri vardır. Meselâ, “usul-ü fıkıh”, fıkıh ilminde doğru karar vermek için takip edilmesi gereken metodu ortaya koyar. Keza, “usül-ü hadis” de hadis-i şeriflerin doğru değerlendirilmesinin yolunu çizer.
“Bir mes’ele hakkında” doğru karar vermek için takip edilmesi gereken bazı kaideler vardır. Bunlardan birisi de, “İspat edenin sözü nefyedenin sözüne müreccahtır.” hükmüdür.
İspat denilince bir hükmün başkalarına da kabul ettirilmesi anlaşılır. Bu ise delil getirme yoluyla olur. İman ve İslâm hakkındaki meselelerde deliller ikiye ayrılır: Aklî ve naklî deliller. Meselâ, ahiretin geleceğinin ayet ve hadislerle haber verilmesi naklî delildir. Bu deliller aklî delillerle de desteklenmektedir. Nitekim, Haşir Risalesine ilham kaynağı olan ayet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Allah’ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor. Şüphe yok ki O, ölüleri de elbette diriltecektir. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Rûm Sûresi, 50)
Âhiretin varlığını bütün peygamberler ve onların yolunda giden bütün âlimler iddia ve ispat etmişlerdir. Bu kâmil zevatın hepsi aynı davayı tasdik ettiklerinden birbirlerine kuvvet verirler. Üstat hazretleri bir tek ağaçta ‘yaprakları, çiçekleri ve meyveleri’ cihetiyle haşre üç ayrı delil olduğunu kaydeder. Kışın kuruyan her ağaç baharda yeniden dirildiğinde haşrin böyle üç çeşit delilini yaprakları, çiçekleri ve meyveleri sayısınca haykırır.
Âhireti inkâr eden kimseler, bu iddialarına hiçbir delil getiremedikleri gibi, birbirlerine yardımcı da olamazlar. Üstadımızın beyan ettiği gibi bunlar, inkârlarına farklı sebepler gösterirler. Bu inkâr yolunda kimi ateizmden, kimi evrimcilikten, kimi materyalizmden, kimi tabiatperestlikten, kimi istib’addan (aklına sığıştıramamaktan) hareket eder.
“Hattâ bin adam bir şeyi nefyederse, bir adam gibidir.” Meselâ, falan zâtın İstanbul’a geldiğini gören kişiler birbirlerinin davalarına destek olmuş olurlar. Gelmediğini iddia edenler binler kişi de olsalar bir tek adam gibidirler. Çünkü görmemekte birleşmeleri onlara bir kuvvet sağlamaz; tıpkı bilmemekte birleşenlerin, ilim sahibi olmamaları gibi. Bilmeyen bin kişi bir kişi gibidir. Bilenler ise birbirlerine kuvvet verirler.
“Çünkü ispat edenin yardımcıları var, sözünde kuvvet olur. … Çünkü hepsi bir şeye bakıyorlar.”
Yüz yirmi dört bin peygamber aynı hakikatleri insanlık âlemine ders vermişler. Bu Hak elçileri kendi kanaatlerini değil, Allah’ın hükümlerini, emir ve yasaklarını tebliğ etmişler. İnkâr edenlerin ise her biri kendi nefsinin, vehminin ve yetersiz aklının esiri olmuşlardır.
İ’LEM EYYÜHE’L-AZÎZ! (Ey aziz kardeşim bil ki) Bir küll ne şeye muhtaç ise, cüz’ü de o şeye muhtaçtır. Meselâ: Bir şecerenin meydana gelmesi için ne lâzım ise, bir semerenin vücuduna da lâzımdır. Öyle ise, semerenin Hâlıkı, şecerenin de Hâlıkı o oluyor. Hattâ arzın ve şecere-i hilkatin de Hâlıkı, o Hâlık olacaktır.
KÜLL, BÜTÜN DEMEKTIR, cüz ise onun parçaları. İnsanın bedeni kül, parmağı ise onun bir cüzüdür. Ev kül, odalar birer cüz, ağaç kül, her bir dal, yaprak ve meyve ondan birer cüzdürler.
Bir evdeki eşyaların her biri farklı bir fabrikanın ürünü olabiliyor. Ama bu âlemdeki varlıklar öyle değil. Hepsi aynı fabrikada yapılıyorlar, hepsi aynı ağacın meyveleri gibi. Bir ağacın meyvesini ayrı, dallarını, gövdesini, köklerini ayrı düşünmek ve başka ilahlara isnat etmek aklen mümkün değildir. Bunların hepsi bir tek şeydir. Birini yapmak için tümünü yapmak gerekir.
Bu “İ’lem” tevhide, yâni Allah’ın birliğine dair kuvveli bir derstir.
Her mahlukta Cenâb-ı Hakk’ın hem varlığı, hem de birliği okunuyor. Birliğini okumada kullara kolaylık olsun diye Cenâb-ı Hak eşya arasında münasebetler kurmuş. Birine sahip olmak için hepsine sahip olmak lazım. Tümünü yapan kim ise birini yapan da O olacaktır.
Bir ağacın meyvesini tutup çekelim ve dalından kopmadığını düşünelim. O zaman dalı hareket ettirmiş oluruz. Faraza, daha fazla çeksek ağacı sürüklemeye başlarız, ağaç yere bağlı olduğundun o meyvenin arkasına yerküresinin tümü takılır gelir. Bir adım daha ilerisini hayal etsek, o meyveyi çektiğimizde güneşi ve sistemini harekete getiririz. Demek ki, o bir meyve müstakil bir varlık değil, güneş sistemi kimin eseri ise meyve de onun mahlûku, onun sanatı, onun ihsanı.
Üstat hazretleri kâinatı bir ağaca, elementleri dallara, bitkileri yapraklara, hayvanları çiçeklere, insanları ise meyveye benzetiyor. İnsan kimin ise bütün bitkiler âlemi, hayvanlar âlemi ve elementler dünyası da onundur. Tümü bir araya gelmiş, aynı fabrikanın çarkları gibi çalışmışlar da insan vücuda gelmiştir. Bu ise Allah’ın varlığına ve birliğine en büyük bir delildir.
Üstat hazretleri bir başka risalesinde de “İnsan şu kâinat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesi” ifadesini kullanır. Buna göre, kâinatın en mükemmel meyvesi insan olmakla birlikte, başka canlılar da bir bakıma farklı birer meyvedirler.
İnsanlar ve hayvanlar yaratılmadan önce bu kâinat, sadece bitkilere hizmet ediyordu. Bir tek bitkinin bile vücuda gelmesi için yine bütün bir kâinat lâzımdır. Güneşinden, havasından, suyundan gece ve gündüze kadar her şey olacaktır ki o bitki vücut bulabilsin. Öyleyse bütün bunlar kül, o tek bitki bir cüz olarak düşünülür ve o bitkiyi yapan ancak bütün bir kâinatı yaratan Zât olabilir hakikati kendini açıkça gösterir, okutturur.
İ’LEM EYYÜHE’L-AZÎZ! İki tarafı birbirinden gayet uzak bir mesele var ki, her bir tarafı bir çekirdek gibi sünbül vermiş; ağaç olmuş, dal budak salmış. Böyle bir mesele üzerine, şükûk ve evhamın konmaması lâzımdır. Çünkü, bir çekirdek diğer bir çekirdekle, çekirdek olarak toprak altında kaldıkları müddetçe iltibas edilebilir. Amma ağaç olduktan, meyve verdikten sonra şek edersen, bütün meyveler senin aleyhinde şehadet ederler. Eğer bu başka bir çekirdektir diye tevehhüm etsen, o ağacın bütün meyveleri seni tekzib ederler. Elma ağacına inkılâp etmiş bir çekirdeği, hanzale ağacının çekirdeği farzetmek sana müyesser olmaz. Ancak tevehhümle veya bütün elmaların hanzaleye tebdil edilmiş olmasıyla mümkündür ki, bu da muhâldir.
Binaenaleyh, nübüvvet öyle bir çekirdektir ki: İslâmiyet şeceresi bütün semeratıyla, çiçekleriyle o çekirdekten çıkmıştır. Kur’ân dahi, seyyar yıldızları ismar eden şems gibi, İslâmiyetin onbir rüknünü intâc etmiştir. Acaba, bu cihan-bahâ semerelere bakıp gördükten sonra, çekirdeğinde şüphe ve tereddüt yeri kalır mı? Hâşâ…
BU DERSTE, peygamberlik bir çekirdeğe benzetiliyor.
Nübüvvetin ne çekirdeği olduğunu bilmek için de onun meyvelerine nazar edeceğiz. Hz. Ebubekir’e, Hz. Ömer’e, Hz. Osman’a, Hz Ali’ye (radiyallahu anhüm) bakacağız. Bütün sahabe efendilerimize bakacağız. İmam-ı Azam’a, İmam-ı Şafiî’ye bakacağız. Bütün müçtehid ve mücedditlere bakacağız. Abdülkadir Geylani’ye, İmam-ı Rabbani’ye, İmam ı Gazali’ye, Hz.Mevlana’ya ve Üstadımız Bediüzzaman’a bakacağız. Bütün bu kâmil insanlar, bütün bu hidayet öncüleri, bütün bu ahlâk timsalleri hep nübüvvetin meyveleridir.
Bunların tümünü meyve veren bir çekirdek, ne çekirdeği olabilir? Elbette o çekirdek, iman çekirdeği, hidayet çekirdeği, fazilet ve ahlâk çekirdeğidir.
Nübüvvetin meyvesi olan bu büyük insanlar gibi, İslâm dinindeki bütün hakikat dersleri de nübüvvetin meyveleri ve çiçekleridir. Gezegenlerin güneşten kopmaları ve onun birer meyvesi olmaları gibi, İslâmiyet’in on bir rüknü de (imanın altı erkânı ile İslâm’ın beş şartı) Kur’ân’dan doğmuşlardır.
Bu on bir rükünden birisi Allah’a imandır. Allah hakkında en doğru bilgi ve yegâne sağlam itikat ancak Kur’ândan ders alınabilir. Bu ise nübüvvetin en birinci meyvesidir ve Peygamber Efendimizin (asm.) hak peygamber olduğunun en büyük delilidir. Diğer iman hakikatleri ve İslâm’ın hükümleri de aynı şekilde değerlendirilir. Bütün bunlar nübüvvet çekirdeğinden çıkmışlar, Allah’ın o sevgili Peygamberine bildirmesiyle bilinmişlerdir. Bunların hiçbirine insan aklı güç yetiremez ve bunların tamamı ancak vahiy yoluyla ders alınabilir.
İ’LEM EYYÜHE’L-AZÎZ! Tavus kuşu gibi pek güzel bir kuş, yumurtadan çıkar, tekâmül eder, semâlarda tayarana başlar. Âfak-ı âlemde şöhret kazandıktan sonra, yerde kalan yumurtasının kabuğu içerisinde o kuşun güzelliğini, kemâlâtını, terakkiyatını arayıp bulmak isteyen adamın ahmak olduğunda şüphe yoktur. Binaenaleyh, tarihlerin naklettikleri Peygamberimizin (A.S.M.) bidayet-i hayatına maddî, sathî, sûrî bir nazar ile bakan bir adam şahsiyet-i mâneviyesini idrâk edemez ve derece-i kıymetine vâsıl olamaz. Ancak bidâyet-i hayatına ve levâzım-ı beşeriyetine ve ahvâl-i zâhiriyesine ince bir kışır, nazik bir kabuk nazarıyla bakılmalıdır ki, o kışır içerisinden, iki âlemin güneşi ve tûba gibi şecere-i Muhammediye (A.S.M.) çıkmıştır. Ve feyz-i İlâhî ile sulanmış ve fazl-ı Rabbânî ile tekâmül etmiştir. Binaenaleyh Nebiyy-i Zîşan’ın (A.S.M.) mebde-i hayatına ait ahval-i suriyesinden zaîf bir şey işitildiği zaman üstünde durmamalı; derhal başını kaldırıp etraf-ı âleme neşrettiği nurlara bakmalı.
Maahaza mebde-i hayatına şek ve şüpheyle bakan adam herhalde masdar ile mazhar, menba ile mâkes, zâtî ile tecelli aralarını fark edemiyor. Ve bu yüzden şüpheye düşer. Evet Nebiyy-i Zîşan (A.S.M.) tecelliyât-ı İlâhiye mazhar ve mâkestir; masdar ve menba değildir. Çünkü o zât yalnız abddir ve ibâdetçe herkesten ileridir. Demek bu kadar görünen terakkiyat, kemâlât Onun zâtî malı değildir. Ancak hariçten verilen Rahmân-ı Rahîm’in tecellileridir. Evvelce beyan edildiği gibi, hiç bir şey, bir zerreye bile, mâna-yı ismiyle masdar olamaz. Amma bir zerre, mâna-yı harfiyle semânın yıldızlarına mazhar olur. Yalnız gaflet ile o zerrenin masdar olduğu zannıyla bakıldığından, san’at-ı İlâhiyeyi tâğutî bir tabiata malederler.
HER PEYGAMBER GIBI, en son ve en büyük peygamber olan Resullulah Efendimizin de (asm.) iki ciheti var: Kulluk ve risalet.
Peygamber Efendimiz (asm.) kulluk cihetiyle Allah’ı en ileri bir marifetle tanımış, O’na en kâmil manasıyla muhabbet etmiş, emirlerine en hassas bir şekilde uymuş, yasaklarından en ileri bir titizlikle sakınmış, O’nun razı olduğu ahlâk yapısının en ideal modeli olmuştur.
Risalet cihetiyle ise, Allah’ın son kitabını, bütün bir insanlık âlemine en mükemmel manada tebliğ etmiş, sadece kendi asrında, her biri bir hidayet rehberi olan yıldız misâl yüz yirmi dört bin sahabe yetiştirmiştir. Bir önceki konunun açıklamasında da geçtiği gibi, bütün evliya ve asfiya, bütün müçtehitler ve mücedditler ve nihayet bütün müminler o nuranî ağacın birer meyvesidirler.
İşte bu “İ’lem”de Peygamber Efendimizin (asm.) bu iki cihetinin de doğru olarak değerlendirilmesi ve birbirine karıştırılmaması ders veriliyor.
Üstat hazretleri Onun (asm.) kulluk cihetini nazara verirken, “bidâyet-i hayatına ve levâzım-ı beşeriyetine ve ahvâl-i zâhiriyesine ince bir kışır, nazik bir kabuk nazarıyla bakılmalıdır ki, o kışır içerisinden, iki âlemin güneşi ve tûba gibi şecere-i Muhammediye (A.S.M.) çıkmıştır.” buyuruyor.
Bidayet-i hayatı, kırk yaşından önceki dönemdir. Bu dönemde de kendisi Muhammedü’l-Emin olarak bilinmiş ve tanınmıştır. Levâzım-ı beşeriyeti, Onun yemesi, içmesi, uyuması, evlenmesi gibi beşeri halleri ve ihtiyaçlarıdır. Ahvâl-i zâhiriyesi ise, görünüşte bizim aklımıza sığışmayan ama hakikatte hikmetli ve hakikatli olan bazı davranışlarıdır.
İşte bu üç konuda zayıf bir şey işitildiği zaman bunlar üzerinde durmayıp, bunların tümünü tavus yumurtasının kabuğu gibi telakki edip, o kabuktan çıkan ve iki cihanı aydınlatan, tüm varlık âleminin esma tecellileriyle nurlandığını bütün müminlerin kalplerine yerleştiren ve kendisinden nice hikmetler, nice ibretler, nice hakikat dersleri zuhur eden risalet cihetine, yani o kabuktan çıkan tavus kuşuna nazar etmemiz isteniyor.
Bu tavus kuşu örneğiyle, esas olarak Risalet-i Muhammediyenin haşmetli güzelliği ders verilmekle birlikte bir an için, bu harika örneği müstakil olarak değerlendirelim, tavus kuşunun yumurtasını ve ondan çıkan tavus kuşunu kısaca bir tefekkür ederek, daha sonra yine konumuza dönelim:
Yumurta ve ondan çıkan tavus kuşu. Bunları yan yana koyup şöyle bir düşünelim: Bu tavus kimin eseri? Ortada kabuktan başka bir şey görünmüyor.
Tavus yumurtasının belli bir süre ve yine belli bir ısıda beklediğini de dikkate aldığımızda sebepler üçe çıkıyor: Kabuk, ısı ve zaman.
Kabuğun içindeki sıvı madde tamamen tavusun yapılışında kullanıldığı için onu dördüncü bir faktör olarak düşünemiyoruz. O sıvıyı bu tavus haline kim getirdi? Onu soruyoruz. Eğer bu güzel kuşun yaratılışı Allah’tan bilinmezse, onu ya kabuğun, ya ısının, ya zamanın veyahut bu üçünün birlikte yaptığını söylemekten başka yol kalmıyor. Bunun ise açık bir hurafe ve akıl dışı bir şık olduğunu açıklamaya gerek yok.
Peygamber Efendimizin (asm.) kulluğu o kabuk gibi, risaleti ise tavuş kuşu…
Kâinat niçin yaratılmıştır? Bu âlemi insan meyvesi verecek şekilde kim planlamış ve takdir etmiştir? Bütün âlemlerin yaratıcısı kimdir, isimleri sıfatları nelerdir? Bu dünya hayatı ölümle sona mı ermektedir? Değilse nasıl bir âleme gidilmektedir?
Ölüm ötesi yolculuğun saadetle neticelenmesi için bu
dünyada nelere dikkat etmek lazımdır?
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) İslam Kültür
- Kitap AdıRisale-i Nur'dan Dersler - Hubab ve Habbe Risaleleri
- Sayfa Sayısı368
- YazarAlaaddin Başar
- ISBN9789752612099
- Boyutlar, Kapak15,5x23,5, Karton Kapak
- YayıneviZafer Yayınları / 2013