Çağdaş edebiyatımızın önemli ve özgün yazarlarından Müge İplikçi, Çok Özel İsimler Sözlüğü’nde, bizleri kadınlara, çocuklara, gençlere ve tabii ki erkeklere doğru kısa mesafeli bir yolculuğa çıkarıyor.
Kitaptaki isimler ilk bakışta dünya hallerinin anlık fotoğrafları gibi görünse de sırtlandıkları hayat, içinde bulunduğumuz 21. yüzyılın haletiruhiyesini derinliğine aktarma konusunda hiç cimri değil.
İsimleri “çok özel” kılan da bu zaten: sıradan insanların, kendi hallerinde yaşayıp gideceklerken üzerlerine binen yükün altında bükülüp dağılmış ruhları.
Peki hayat bundan mı ibaretti?
Elbette değil!
Edebiyat da zaten bu yüzden var.
MÜGE İPLİKÇİ, İstanbul’da doğdu. Kadıköy Anadolu Lisesi’nden sonra İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. İstanbul Üniversitesi Kadın Sorunları ve Araştırma Bölümü ile The Ohio State University’deki yüksek lisans derecelerinin ardından öğretmenlik yaptı. Önce öyküleriyle tanındı. Perende, Columbus’un Kadınları, Arkası Yarın, Transit Yolcular, Kısa Ömürlü Açelyalar ve Tezcanlı Hayalet Avcıları adlı altı öykü kitabı var. Ardından beş romanı yayımlandı: Kül ve Yel, Cemre, Kafdağı, Civan ve Babamın Ardından. Yıkık Kentli Kadınlar ve Cımbızın Çektikleri (Ümran Kartal’la birlikte) adlı inceleme kitapları da bulunan Müge İplikçi, 1996’da Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü ve 1997’de Haldun Taner Öykü Ödülü üçüncülüğünü kazandı. Yazdığı ilkgençlik romanı olan Yalancı Şahit ÇGYD tarafından Yılın En İyi Gençlik Romanı Jüri Özel Ödülü’ne değer görüldü.Yazar, bunun ardından bir diğer gençlik romanı olan Saklambaç’ı yazdı. İplikçi’nin dört çocuk kitabı daha var. Uçan Salı, Acayip Bir Deniz Yolculuğu, Kömür Karası Çocuk ve Dondurmam Tılsım. Gezi direnişine katılan gençlerle Biz Orada Mutluyduk adlı bir de röportaj kitabı bulunuyor.Yazar en çok, yaşadığımız yeni zamanları, gü- nümüz insanlarını ve o ilişkilerin parçaları olan kadınların konumunu anlatmayı tercih ediyor. İstanbul Bilgi Üniversitesi’ndeki yarı zamanlı öğretmenliğini ve Vatan gazetesindeki köşe yazarlığını sürdüren İplikçi’nin eserleri başta İngilizce,Almanca ve Arapça olmak üzere birçok dile çevrildi.Türkiye PEN Kadın Yazarlar Komitesi başkanlığını aralıklı olarak 2004-2005 ve 2007-2009 yılları arasında yapan yazar aynı zamanda Medyascope.tv’de Nazan Haydari’yle birlikte Zeytin Dalı programını hazırlayıp sunuyor.
Mebrure Halam için..
İsminin bu sözlük için hiçbir öneminin olmadığını düşünen, çok yaşlı olduğuna inanan iyi kalpli ve bu yüzden hayli karamsar biri şöyle dedi:
“Peki, o halde, şişşşşt, sadece sessizliği dinleyelim şimdi. Çünkü içinde kaybolduğumuz gece, bize gerçek adları fısıldayacak tek çakardır. Bazen bir şişe mantarı gibi hissettiğimiz hayat, arkada bırakıldığımızı düşündüğümüz her ânın yegâne sağaltıcı adıdır.
Güçlüyüz; çünkü ezberlediğimiz bir rota var artık, adımız bu; güçsüzüz, her şeye rağmen, mağrur ve narin ve buruk kış kokan çiçeklerdeki hülasayız. Adımız, biraz da bu. Bir sakız falından dökülen sözcükler kadar bile hükmümüz yok, o ayrı. Her zaman böyle miydi? Korkarım, her zaman böyleydi. Tılsım dünyanın en saçma adıydı; yeryüzünün gerçek adılı ise zamansız bir tırtılın kelebek olma özlemi. Her zaman böyle miydi bu isimler? Korkarım her zaman böyleydi. Ne değişti sorusu bir aynanın sırı açığa çıkmış ve siyaha çalan isi, mevsimlerin yelkovanı, yılların Çok’o Prens’i, şimdinin kerli ferli whatsapp profili, geçmişteki ardıç kuşlarının uzak ve bayram mendillerinin içindeki hışırtılı, garip sesi. Her zaman böyle miydi? Evet.”
SENİHA
Seniha’nın işi işti. Seniha kütüphanede, o sabahı da, orta yaşlı, hatta yaşlı bir kıvamda, oldukça huzurlu bir gün olarak selamladı. Eline, dünkü ikindi masasından kalma tozlu sözlü- ğü aldı. “Dur bakayım neymiş bu!” diye evirdi çevirdi sözlüğü. Sonra sakin sakin heceledi. İ-sim-ler…
Dingin bir telaşla hemen kendi adını aradı, buldu ve okudu! Yüzü aydınlanmış bir biçimde mutedil hayatın içine doğmuş bir kütüphane memuresi olarak adından memnun, güne sıcak bir çayla devam etti.
Ruhundaki yıldızlar yıldızları, bulutlar bulutları kovaladı. Sonra aniden gök kubbede belli belirsiz bir dengesizlik hasıl oldu. Belki bu yüzden, ikindiye doğru biraz huzursuzlandı Seniha Hanım. Hava kötülemişti ve midesi de bir tuhaftı. Öğle yemeği biraz yağlı mıydı ne! Orta şekerli bir kahve istedi ama o da pek iyi gelmedi. Masası- nın üzerine kurulmuş sözlüğe ters ters baktı o zaman. Kafasını salladı. “Elbette Seniha olur o sözlükte!” diye mırıldandı, hafifçe gururlanarak. “Bakalım Portakal da var mı?”
Heyecanla gelişigüzel karıştırdı sayfaları. Biraz da tereddütlü. Eli, artık kendinin değildi sanki. Ve sonra… yıldızlar yıldızları, bulutlar bulutları araladı. O zaman el, sütliman ruhunu tümden masaya bırakıp hareketlendi, P harfini aramaya başladı; P harfinin Portakal’la ve geçmişin dehlizleriyle kurabileceği denklemi. Kendince hemen her şeyi çözmüştü çözmesine de, ama bir şey… pek keşfedemediği, sürüncemede bırakılan bir şey kalmıştı geride. Tedavülden kalkmış bir anı, tekinsiz bir itiraf, bir çizik… Nasıl bir eldi bu? Seniha derin derin içini çekti. O çekişle birlikte soru Seniha’nın kirli sarı odasında biteviye yankılandı:
Nasıl bir el? Seniha, sağ eline baktı. Üzerinde belirmeye başlamış uçuk benekleriyle yılları devirmiş, sonra aynı yılların hızına, tozuna, gaspına yenik düşer gibi olmuş, yok yok bal gibi yenik düşmüş, düşerken soluğunu tutmuş ama bu bitişe esaslı mı esaslı tavşankanı bir çay demlemeyi hep başarabilmiş bir uzuv, nur, bir zenginlikti el. Tombulca bir canlıydı. Nefes. Yaşamın ortasında duracağım, baştacı olacağım gibi bir derdi yoktu. Ama bulunduğu anda, o haliyle olmak, kalmak gibisinden bir inadı da vardı. Buna karşın bu elin özel, takıntılı dürtü- leri olduğu söylenemezdi. “Hep genç olmalısınız. Hiçbir çizgi kalmamalı sizden geriye. Hiçbir anıyı biriktirmemelisiniz!” diyen reklamları, yaşlanma karşıtı sloganları, uzman görüşlerini pek umursamıyordu.
Onunkisi farklıydı. Sanki yaşamı bir çırpıda anlamış- tı da, bu ona ağır gelmiş ve tuttuğu gibi uzayın derinliklerine fırlatmıştı. Belki bu yüzden, hiç yaşlanmak istemeyen o uzuvlardan değildi bu el. Farklı bir gölgesi vardı. Üstelik yaşamı kanırtan bir gölge değildi bu; yine de elinkendi gölgesini anlamak isteyen bir sürek avında olduğu söylenebilirdi. Belli ki şunu da kavramıştı: Kendi gölgesinin sırrını bulduğunda bir el, yaşamdaki bütün gölgelerin sırrına da, eh buna bir ömür ne kadar yeterse artık, varabilir, hatta erebilirdi. Yine de, işte, o sayfada kalakalmıştı. Tuhaf elli kütüphane memuresinin, mesai saati bitimine kadar sürecek yolculuğu başlamak üzereydi.
PORTAKAL
Bir dayanak arıyordu Pembe’nin eli. Nihayet buldu, yaslandı. Çay içerken insanın eli neden bir dayanak ister? Besbelli yorgundu. Yaşlı kadın elleriydi elleri. İri, damarlı ve zayıf. İzbe kış akşamının gezindiği yuvarlak yer sinisinde, başka bir ele –kendininkine göre küçücük olan bir ele– kocaman pençeleriyle iri bir katmer uzattı. Pembe’ nin katmerleri de elleri gibi dünyalı sayılmazdı.
“Al ye biraz daha!” Küçük el, hiç duraksamadan katmeri almaya çalıştı. Katmerin yağlı, kaygan sırtı, küçük yumuşak çocuk elinden taştı. Pembe’nin kürek eline sarktı. “Ay tutamadım Pembe Abla!” “Dur kız,” dedi Pembe. Arşimet’in sabit noktasında sotada bekleyen öteki eliyle, dünyanın bütün yükünü kaldırmaya hevesli hantal bir kaldıraç gibi hamurun fazlalıklarını kızın eline taşıdı. “Al bakalım.” Sonra iki kocaman elini birleştirdi. Dünyanın yükü- nü silkeler gibi katmerden taşan hamur fazlalıklarını sininin yayıldığı lime lime olmuş soluk kilime silkeledi. Öyle bir silkeledi ki, gören, bu uçuk benekli dev yaşlı ellerin dünyaya veda ettiğini düşünebilirdi. “Korkuttular mı seni de Pembe Abla?”
“Yok be… Beni bu köydekilerin hırsı daha çok korkutur. Al sana Haşim! Herifin gözü dönmüştü gözü! Hayaletler bunların yanında ne ki!” “Beni korkuttular be Pembe Abla. Almayacaktın o eli işte eve, dedim sana. Bırakacaktın onu orada.” Derin bir nefes aldı Pembe. Sininin etrafını yarımay gibi kavrayan ayaklarından biri hafifçe kıpırdadı. “Almayacaktım… Ama oldu bir kere. Sandım ki bana hazinenin yerini söyler. Biz garibanların da yüzü güler belki o zaman.” O sırada tuhaf bir kahkaha sardı siniyi. Pembe’nin elleri kahkahadan titredi. Pembe güldü mü tef sesi gibi gülerdi. Tok tok, çın çın. “Eee… Seninkiler anladı mı?” “Hııı. Anneannem anladı sanki. Dedem bir şey sormadı, ama anneannem… Anladı, anladı. Yine neler karış- tırıyorsun o Pembe’yle dedi.” “Deli Pembe de dedi mi?” Kısık, sadece sininin duyacağı bir mırıltıyla, “Gâvurun doğurduğu da dedi mi? Ellenmiş de dedi mi?” Sini yine pembe pembe gülüyordu. “Hı hı dedi, dedi. Anladı. Ne bu hal, dedi. Çamurlanmış üstüm. Ben fark edememişim o karanlıkta. Yattı- ğımda bir baktım burnuma toprak kokusu geliyor. Her yanım toprak kokuyor. Bir bilse beni belimden bağlayıp o çukura salladığını!” “Eee ama Portakal, başka nasıl olacaktı be kızım! Sordum sana ya işte, sen de başını salladın. Hem o deliğe ben bu halimle giremezdim ki!” “Toprak koktum hep ya Pembe Abla.” “Onda da vardı toprak kokusu. Hepimizde vardır,” dedi Pembe. Çaya uzandı koca el. Sonra kallavi bir yudum çekti. Hüppp!
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıReseph
- Sayfa Sayısı488
- YazarLarissa Ione
- ISBN9786054751594
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviArunas Yayıncılık / 2014
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Her Kalp Kendi Şarkısını Söyler – Ve Yalnızca Diğer Yarımız O Sesi Duyar ~ Jan-Philipp Sendker
Her Kalp Kendi Şarkısını Söyler – Ve Yalnızca Diğer Yarımız O Sesi Duyar
Jan-Philipp Sendker
Başarılı ve ünlü bir avukat olan babası tam da Julia’nın fakülteden mezun olduğu günün ertesi sabahı ardında hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolur. Birkaç yıl...
- Kargaların Ziyafeti – 2.Kısım (Buz ve Ateşin Şarkısı IV) ~ George R. R. Martin
Kargaların Ziyafeti – 2.Kısım (Buz ve Ateşin Şarkısı IV)
George R. R. Martin
George R. R. Martin, imgesel kurguya yeni bir soluk getiren abidevi serisinin uzun zamandır beklenen dördüncü cildi Kargaların Ziyafeti ile şaheserine devam ediyor. Yedi...
- Mavi Kan ~ S. A. Musoski
Mavi Kan
S. A. Musoski
“Körü körüne bağlı olduğunuz gerçekler, ya koca bir yalandan ibaretse?” Kanlar arası sınıfandırmanın olduğu topraklardan Liam İmparatorluğu’nda maviler üst ırkı, soyluları simgeliyordu. Hâkimiyet kurdukları...