Olivia’ya, çocukluğu boyunca içindekiler hakkında türlü türlü hayaller kurduğu, anneannesinin kimseyi yanına yaklaştırmadığı esrarengiz şifonyer miras kalır. Artık o çekmecelerde gizlenen ve farklı nesillerden üç mücadeleci kadının kaderini mühürleyen sırrı keşfetme vakti gelmiştir. Bu keşfin sonunda Olivia, anneannesinin hiç bilmediği hayatıyla tanışırken kendi hayatını yeniden şekillendirecek anahtarlara da sahip olacaktır.
Aile trajedisi ve tarihi acıların iç içe geçtiği “Renkli Çekmeceli Şifonyer” bize, bir yanıyla alev alev yakan diğer yanıyla sarıp sarmalayan eşsiz bir hikâye sunuyor. Göç, kayıplar, diktatörlük, mücadele, evlilik ve yılmazlıkla ilgili “gerçek” bir hikâye…
İçindekiler
giriş 11
1. vaftiz madalyonu 17
2. anahtar 29
3. şiir defteri 43
4. doğum belgesi 63
5. tohum kesesi 77
6. mavi fular 93
7. tren bileti 105
8. barometre 115
9. zarf 131
son söz 143
Giriş
Papi ile mobilyaları kenara itip bütün gece iki gözümüz iki çeşme dans ettik. İyi geldi. Kızım Nina uyandı, o da bize katıldı. Ona da dans mikrobunu bulaştırmıştık. Bu öğleden sonra papi’den ayrılmak istememiştim. Anneannem gittiğine göre artık kimsesi kalmadı onun. Bir kolumun altında çantam, diğerinde uyuyan kızım, Butte Tepesi’ne vardığımda nefes nefeseydim. Kederimden bitap düşmüş hâlde, bir an, seksen sene önce Pireneler’i ** tırmanan anneannemmişim gibi hissettim. Tir tir titreyen. Kaybolmuş. Koparılmış. O, yurdundan; bense şu andan itibaren onun varlığından… O kadar çok insan geldi ki onu anmaya, dedem ve ben gelenlerin ancak yarısını tanıyorduk. Kim bilir kaç sır götürmüştü mezara, hınzır kadın… Bizse kalbinde ilk iki sırayı işgal ettiğimiz için şimdi daha bir gururluyduk.
Bacaklarıma ağrılar girdi. Sacré-Coeur bana o çok sarhoş gecelerde eve dönerken olduğu gibi, fazladan bir-iki seviye daha yükselmiş geliyor. Duruyorum. Altı metre daha. Abuela’nın* dediği gibi, “Ha gayret!” Dairemin kapısını açıyorum, ışığı yakıyorum ve işte orada. Şifonyer… Evimde. Salonun ortasında. Ayrıca mutfağın da. Anneannem gittikten sonra bile gizemini koruyor. Bu düşünce beni gülümsetiyor. Ve ağlatıyor. O zaman farkına varıyorum. Bu kahrolası şifonyerle ne yapacağım? Otuz metrekare, Nina ve benim için rahat bir alan. Ancak otuz metrekareyi şifonyerle paylaşmak zor olacak.
Tüm yaşamımız boyunca merakımızı cezbeden o esrarengiz nesne anneannemin evine geldiğinde ben dört yaşındaydım. Bu an zihnimde bir saat önce gerçekleşmiş gibi canlı. Kuzenlerimle beraber; gökkuşağı renklerinde çekmeceleri, her birinin üzerinde çevrilmek için yalvaran küçük anahtarları ve pirinç köşebentleriyle daha da erişilmez görünen şifonyere burnumuzu sokmaya binlerce kez heveslenmiştik. Ancak her seferinde anneannem müdahale edip sırrını bir tek onun bildiği o çok caydırıcı ve keskin çığlıklarından birini atardı. Biz de şimşek hızıyla toz olurduk.
Çoğu zaman bu başarısız girişimleri, genç kuşağın inanılmaz fikirlerinin havada uçuştuğu geniş aile nineloji değerlendirme toplantısı takip ederdi: “Ya sarı çekmecede Siyam ikizi kız kardeşimle bir resmimiz varsa ve o, bizi ayırdıkları ameliyat sırasında ölmüşse? Kafamdaki yara izi bunun kanıtı olabilir…” Küçük kuzenim Maxime’in ise mavi çekmeceyle ilgili bir kehaneti vardı: “Sanırım abuela’nın burada sakladığı sır; benim, kuzenimiz Yannick’in erkek kardeşi olduğumdur. Bu konu kafamı kurcalıyor. Daha çok ona benziyorum. Annem ilk doğumu sırasında gelişen bir komplikasyon nedeniyle kısır kalmış olabilir ve teselli etmek amacıyla belki de beni ona vermişlerdir.” Ancak şifonyer hakkındaki teorilerimiz hep sürüncemede kalıyordu. Çocukken, abuela’nın gözdesi olma durumumu kullanarak hazinenin sırrını bana ifşa etmesini umardım. Tüm asaletiyle bana “Gün ışığım,” derdi ama devamı gelmezdi.
Anneannem ezelden beri her şeye karar veren, her şeye hâkim olandı. Tıpkı yemekleri gibi; önce davetkâr bir şekilde baştan çıkarır, sonra şaşırtır, ardından da baharatlı tabiatıyla her yerine işler. Ne zaman ki yemek biter, işte o zaman ağzına leziz bir tat yerleşir. Tutkuyla sevildiğini hissettiren bir tat. Bu anı o kadar uzun süre bekledim ki artık ölsem gam yemem. Merakımı bastırarak sabırsızlıkla geçirdiğim onca yıldan sonra nihayet bu on çekmecenin sakladığı sırları korumak için neden o kadar çaba harcadığını öğreneceğim. Anneannem onların hafıza içerdiğini söylerdi.
Kızımı yatırdım. Ona o kadar çok benziyor ki. Umarım kızıma, anneannemin benim için olduğu kadar iyi bir anne olurum. Pikaba bir Ennio Morricone koydum. Abuela… Kimse ona başka türlü seslenmedi. Kömür gözleri ve yanık teniyle abuela ismi ona yakışırdı. Il Padrino. Abuela. Ailemde anneden kıza geçen bir gelenek, anneannemize abuela deriz. Kendime çay yapmaya giderken şifonyerin önünden geçtim. Gözyaşları ve gülümseme aynı anda yerleşti suratıma, uyumsuz iki misafir gibi. Anı ellerimin ucunda hissediyorum, sekiz yaşındayım ve önümde büyük bir sayfanın çevrileceğine dair şimdiden özlem dolu bir bilinç ile ateşli bir dürtü arasında gidip gelen bir duygu yelpazesine sahibim. İçim bir Harley motoru gibi patırdıyor.
Toparlanıyorum… Nefret ettiği tek şey duygusallıktı. Ağladığını hiç görmemiştim, beni de kendisi gibi güçlü ve sarsılmaz hâlimle seviyordu. Zaten olduğum gibi. Hemen hemen. Olmak istediğim gibi. Aile içinde yüksek sesle ve çok konuşur ancak hiçbir şey söylemezdik. “Seni seviyorum”larıma tepki verdiği tek seferde, “Biz de senden hoşlanıyoruz,” demişti. Yine de bunu ona söylemekten asla vazgeçmedim.
Hatta bu tek yönlü bildirimi sevmeye bile başlamıştım. Bana olan sevgisi her an tüm gözeneklerinden fışkırırdı. Kelimelere ihtiyacı yoktu. Şefkatli davranmalara da. Bazen duygularını, okşadığı köpeğe yöneltirdi; bana bakarak. Köpek ise bu okşamaları aynı hızla bana naklederdi. Masif meşeden devasa şifonyerin on çekmecesi var. Pek hizalı görünmeyen, üçlü, üç sıra ve aşağıda daha küçük, tekli, pembe bir onuncu çekmece. Yasağın bende yarattığı açlık yıllardan beri dinmedi, sanırım az sonra elimi kora sokacağım. Eğreti duran onuncu çekmeceyi, en küçüğünü gözüme kestirdim.
En gizemli olanını. Elime hâkim olamıyor, anahtarını kavrıyorum. Ne keşfedeceğimin farkında olmanın sarhoşluğu içindeyim. Çekmeceyi usulca çekerken, esrar perdesi tamamen kalkmadan her saniyenin tadını çıkarıyorum. Çekmece epey dolu, titreyen terli parmak uçlarımla hissedebiliyorum. Makarna kolyesinden tuzlu hamur kül tablasına kadar en büyük eserlerim orada. Onun için yaptığım her bir nesneyi saklamış. Hazine gibi korunmuş iğrençlikler şenliği. Anılar tekrar canlanıyor.
Uzaklaşıp volta atmaya başlıyorum. Büyük yolculuğa henüz hazır değilmişim gibi. Belki de şimdilik sadece pembe çekmece yeterli olacak. Çekmeceden, papi ve abuela’nın her yaz Narbonne plajı kampında kiraladıkları karavanın önünde, kuzenlerimle beraber poz verdiğimiz bir fotoğrafı çıkarıyorum. Muzır ifadelerimiz ve yüzümüzdeki yaşam sevinci, solmuş fotoğraf kâğıdına can katıyor. Mutluymuşuz. Altımızın anneannemlerin yatağında, elbette onlarla birlikte, ayaklı başlı uyuması hiç sorun yaratmazdı. Aksine, birimizin biraz serpilip de yerini daha ufak olana bırakarak yandaki kamp yatağına taşınmak zorunda kalması bir dramdı. Abuela ve papi tüm hayatımızdı. Özellikle de benim bütün hayatım. Çocukken, yanlarındayken kendimi güvende hissederdim. Umarım elden ayaktan düştükleri yıllarda da aynı duyguyu ben onlara hissettirmeyi başarmışımdır.
Abuela, ailemizin çimentosu olmuştu. Bazıları, hepimizin Marseillette’deki kafede, aynı beton kalıba dökülmesinin bizim için bir lütuf olmadığını söyleyebilir. Her neyse, abuela senin adına bir şeyin doğru olduğuna karar vermişse, bundan kaçışın olmaz. En iyisi, kendini ikna etmek için bir yol bulmaktır. Şifonyeri göz ucuyla kesiyorum. Pembe çekmecenin dibinde bir zarf fark ediyorum, üstünde anneannemin itinalı yazısı. Ya üstteki çekmecelerde başkaları da varsa? Ne yapmam gerektiğini anlamaya başlıyorum: Şimdi girişmek, ilk çekmeceden başlayarak saldırmak gerek; sabahın ilk ışıklarına kadar sürecek olsa bile. Morricone plağının diğer yüzünü çevirdim. Rengârenk çekmeceli şifonyerin önüne oturdum. Artık baş başa kaldık abuela. Şaşırt beni. Daha da.
1.
Vaftiz Madalyonu
Sana vaftiz madalyonumu bırakıyorum tatlım, yolculuktaki tek “değerli” refakatçim oydu. Ezelden beri ona gözüm gibi bakmam söylendi, bu nedenle ona sahip olduğum için zengin hissederdim. Madalyonumu satarak tüm zorlukları aşabileceğimi sanırdım. O dönem için bir hayli geç vaftiz edilmişim. Annemle babamın sinir bozucu çağdaşlıkları! Aklımın Tanrı’mı seçebilecek kadar ermesini beklemişler. Neyse ki işe aile büyükleri karışmış. Zira ben sadece diğerleri gibi olmak istiyordum; ailemdekiler gibi, onların Tanrı’sı tarafından kabul görmek ve korunmak istiyordum. O anı tam bir ciddiyetle, nasıl diyeyim, huşu içinde yaşadım. Bu, annemi duygulandırmış; babamı da çok güldürmüştü. Beyaz ipek bir elbise giymiştim. Ailemin ipek böceği yetiştirdiği birkaç dut ağacı vardı, bu sayede dokumacılar bize özel günler için üretim yaparlardı. Günün birinde dedem, dallarından kendine kanat yapmak için bir dut ağacını harap etmişti. Hepimizi de seyre çağırmıştı.
Uçmasını… Doğrudan yere çakılmasını seyretmeye! O gün, göklerde tecrübe edinemedi; bunun yerine hayatı boyunca çektiği sağ kalçasındaki o korkunç ağrıya sahip oldu. Ama bu, tatlım; başka bir hikâye. Bak, madalyonumun üstünde gezginlerin koruyucusu Aziz Kristof figürü var. Gülünç, çünkü göç, İspanya dışına attığım ilk adımdı; Fransa ise varış noktam. Sanki gezgin olduk da! Yola çıkmamızdan bir hafta önce annem külotlarımızın her birinin iç yüzüne küçücük bir cep dikti. “Rita, sen madalyonun boynunda ya da bileğinde uyursun ve onu her sabah, giyeceğin külotun cebine koyarsın.
Her zaman yanında olur ve kimse onu senden çalamaz. Cumhuriyetçiler kazanır kazanmaz da yine korkmadan takarsın.” Korkulacak olan neydi ki? Soruyu soracak vaktim olmadı. Annem hiçbir zaman bir şeyden korkmadığımı çok iyi biliyordu. Zaten bunu da anne babamdan almıştım. Kaldı ki Fransa’ya gitmek için bir trene binmek, büyüklerimizin direnişi örgütlemek için hava karardıktan sonra gizlice ormana sızmasından daha çılgınca değildi. O süre zarfında biz çocuklar kovboyculuk oynamak yerine Franco ve Cumhuriyetçiler* oyunu oynardık. Herkes komünist, anarşist veya sosyalist olmak isterdi; çünkü sonunda hep onlar kazanırdı. İşte o Cumhuriyetçiler, solun bir bakıma aynı hedefe kilitlenmiş tüm akımları Franco’ya karşı birleşmişti.
Annemle babam birbirlerini, partilerini ve vatanlarını sevdikleri kadar çok severdi. Dil, yaşam biçimi ve geleneklerin yanında mücadeleciliğe, cesarete ve çılgınlığa varan radikalliğe kalpten bağlıydılar. Kimse onları bu değerlerden mahrum bırakamazdı. Annem bıkmadan, herkesin kendi kaderinin efendisi olduğunu söyleyip dururdu. Bu nakaratı her fırsatta kullanırdı. Bu cümle, tarafları sessiz bırakıp hararetli bir tartışmayı sonlandırabildiği gibi, konuşacak konusu olmayan bir sofrayı ateşleyebilirdi de. Kabul etmek gerekir; o meşhur “Kendi kaderimizin efendisiyiz,” çıkışının tonunu öyle iyi ayarlardı ki kız kardeşlerim ve ben kendimizi yenilmez hissederdik. Son birkaç haftadır kabilemizin yenilmezliği sarsılmaya başlamış gibiydi. Annemle babam sokağa çıktığında etrafı kolaçan etmeden tek bir adım bile atmıyordu.
Barselona’ya, eski dostları Angelita ve Jaime’nin evine taşınmıştık. Annem ve babam artık çalışmıyor, neredeyse hiç dışarı çıkmıyor, tüm zamanlarını yazışma yapıp toplantı düzenlemekle geçiriyorlardı. Sokak çocukları günde birkaç kez, biraz para karşılığı belgeler getirip götürüyorlardı. Kız kardeşlerim ve ben artık okula gitmiyorduk. Bazı çocuklar kaçırılmış ve Alicante’deki utanç kamplarında beyinleri yıkanarak “öndere” hizmet etmeye adanmış neferlere dönüştürülmüştü. Ölmekten beter! Bir akşam, Epifani’de geçit töreninden ceplerimiz şekerlemeyle dolu döndükten sonra babam her zamanki gibi evin kapısını sımsıkı kapatıp radyoyu açtı.
Radyodaki ses; bir plandan, bir katliamdan, kandan ve Barselona’dan söz edince babam bizi güvenli bir yere yerleştirmenin artık zamanının geldiğini söyledi. Ona göre, harekete geçmek için üç haftadan az vaktimiz vardı. Endişelenmemize gerek yoktu, çünkü annem ve babam Franco rejimini devirir devirmez geri gelecektik. Fransa’ya gidecektik, çok uzakta olmayacaktık ve orada ne bombardıman ne de diktatör vardı, rahat ederdik. Angelita ve Jaime tüm yolculuk boyunca bizimle olacak ve bizi, yirmi yıldır denize yakın Narbonne kasabasında yaşayan tío Pepe’ye götüreceklerdi. Tío Pepe’yi ve Narbonne’u hiç duymamıştık. Fransa’yı ve Fransızcayı da hiç duymamıştık. Ülkemizi hiç terk etmemiştik.
Yine de bu hiçler beni o kadar ürkütmemişti; çünkü annemle babam, bu kadar telaş içindeyken bile bizi bekleyen tabloyu süslemeye özen göstermişlerdi. Noel Baba’ya inanırken var olmadığını öğrenerek acı çekmek, yarattığı sonsuz düş dünyasının zevkini hiç tatmamış olmaktan iyidir değil mi? İşte burada olan da buydu: En azından Narbonne’a varana kadar dayanabilmemiz için sevgiyle söylenmiş koruyucu bir yalan. Annemle babamın istasyondaki bitik yüz ifadelerinden şüphelenmeliydik. Ülkede ve dışarıda başlarına ödül konmuştu. Hüküm giydikleri için yaşamlarına birlikte son vermeye karar vermişlerdi. Böyle bir aşk yaşayan başka kimse var mıdır, Tanrı bilir.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıRenkli Çekmeceli Şifonyer
- Sayfa Sayısı158
- YazarOlivia Ruiz
- ISBN9786057463210
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviYan Pasaj Yayınevi / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Akra’da Bulunan Elyazması ~ Paulo Coelho
Akra’da Bulunan Elyazması
Paulo Coelho
Düşman onlardan çok daha üstün, ertesi sabah saldırıya geçecekti. Halkın çoğunluğu, yenileceklerini bildiği halde, şehirde kalmayı seçti. O akşam, her yaştan kadınlı erkekli bir...
- Yıldız Saati ~ T. S. Learner
Yıldız Saati
T. S. Learner
GİZEMLİ BİR HAZİNE, AMANSIZ BİR ÖLÜM ÇEMBERİ VE TANRILARI UYANDIRAN BİR MÜCADELE! Mısır, İskenderiye, 1977 Bir gemi enkazını keşfetmek üzere dalış yapan arkeolog Isabella...
- Kızıl Karma ~ Jean Christophe Grange
Kızıl Karma
Jean Christophe Grange
Mayıs 1968’de Paris adeta yangın yeriyken, genç bir kadının bir yoga pozisyonunda, çıplak ve parçalanmış cesedi bulunur. Polis Jean-Louis Mersch, cinayeti soruşturmaya başlar. Maktulün...