Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Rappacci’nin Kızı
Rappacci’nin Kızı

Rappacci’nin Kızı

Nathaniel Hawthorne

Karanlık romantizm ve gotik akımların Amerikan edebiyatındaki önemli temsilcilerinden Nathaniel Hawthorne, Rappaccini’nin Kızı’nda esrarengiz bir aşk hikâyesi anlatıyor.Tıp öğrencisi genç Giovanni öğrenimini sürdürmek için…

Karanlık romantizm ve gotik akımların Amerikan edebiyatındaki önemli temsilcilerinden Nathaniel Hawthorne, Rappaccini’nin Kızı’nda esrarengiz bir aşk hikâyesi anlatıyor.Tıp öğrencisi genç Giovanni öğrenimini sürdürmek için geldiği Padova’da bir oda tutar ve böylece kendini Profesör Giacomo Rappaccini’nin bitkileriyle meşhur bahçesinin üst katında bulur.

Bitkilerin dört bir yanından adeta fışkırdığı bu bahçe ürkütücü bir güzelliğe sahiptir; tıpkı Rappaccini’nin kızı Beatrice gibi. Kentteki herkesin çekindiği profesörün göz kamaştıran bitkileriyle yaptığı deneyler ve ürettiği iksirlere pek aşina olmayan Giovanni, çok geçmeden bilim, aşk ve büyünün birbirine karıştığı karanlık bir hikâyenin parçası olur. Hawthorne’un anlatımında sıklıkla sembollere de yer verdiği bu kısa öykü sayfalar ilerledikçe daha etkileyici ve ürkütücü bir hal alıyor.

Önsöz

Nathaniel Hawthorne’un Rappaccini’nin Kızı adlı uzun öyküsünü nereden bildiğimi, bu öyküyü ilk kez ne zaman okuduğumu anımsamıyorum ama İngilizce aslından yeniden okuduğumda onunla tanıştığım sırada kapıldığım duyguları çok iyi anımsadım. Tanıdık tanımadık birçok dünyanın kapısını bir anda açıveriyordu. Bir dramın, dramatik anlatılmadığında nasıl algılanacağının en güzel örneklerinden biriydi. Kadın-erkek, iyi-kötü, sevgi-nefret ve daha ne kadar çelişkili kavram varsa tümünü de aynı başarıyla içerebilir, yine de çelişki yaratmazdı insanda. Ben bu izlenimi çok iyi anımsamıştım. Hawthorne 19. yüzyıl başlarında, cadılarıyla meşhur Salem kasabasında doğmuş. Yalnızca altmış yıl yaşamış, Amerikan edebiyatındaki yeri tartışılamaz bir yazar. Özellikle Kızıl Damga adlı romanıyla edinmiş bu yeri. Amerikan edebiyatının ilk psikolojik romanı olarak nitelendirilen Kızıl Damga’nın yanı sıra günümüzün bilimkurgu meraklılarının bu yazarı kolayca “üstat” ilan etmelerine yol açan fantastik bir yaklaşımı var. Hawthorne’nun yaşamını ve yapıtlarını kısacık bir önsöze sığdırma olanağı yok. Ben yazarın kendi adıyla ve Rappaccini’nin Kızı adlı öyküsüyle ilgili birkaç şeye değinebileceğim ancak. Rappaccini’nin Kızı öyküsü Mosses from an Old Manse kitabında yer almış. Öykünün doğum tarihi kitabın çıkışından daha öncelere rastlıyor. Rappaccini’nin Kızı okur huzuruna ilk kez United States Magazine and Democratic Review adlı derginin 1844 yılı Aralık sayısında çıkmış. Hem dergide yayımlandığında hem de kitabın içindeki haliyle öykünün başında “Aubépine’in Yazılarından” diye başlayan, sunuşa benzer bir bölüm var. Öyküyle doğrudan bir bağlantısı yokmuş gibi görünen bu bölümü Türkçeye çevirmedim. Ama ne olduğunu da pek merak etmiştim. Bu bölümde Hawthorne M. de l’Aubépine diye bir yazar tanıtıyor ve bu yazarın bir öyküsünü İngilizceye çevirerek okurlarına sunduğu müjdesini veriyor. Söz konusu yazarın İngilizcede pek tanınmadığını söyleyerek başlıyor işe. Anlattığına göre bu yazar yalnız İngilizcede değil Fransızcada, yani kendi çevresinde de pek makbul bir yazar değilmiş. Edebiyat çevreleri onu pek tutmuyormuş. Hawthorne, M. de l’Aubépine’in yazınsal tanıtımını da yapıyor, yazdıklarının niteliğini biraz anlatıyor. İki uzun paragraftan oluşan bu sunuşun ikinci paragrafında M. de l’Aubé pine’in yapıtlarından söz ediyor ve o yapıtların özgün dillerindeki (Fransızca) adlarını da sayıyor. Ardından da sıra La Revue Anti-Aristocratique adlı dergide yayımlandığını söylediği öyküye geliyor. Hawthorne’un sunuş yazısından anlaşıldığına göre öykünün özgün adı “Béatrice; ou la Belle Empoisonneuse”müş ve Fransızca orijinalinden İngilizceye aktarılarak Amerikan okurlarına M. de l’Aubépine’in tanıtılması amaçlanmış… Bu sunuştan sonra araya birkaç yıldız koymuş Hawthorne ve Rappaccini’nin Kızı öyküsüne başlamış. Tuhaf bir durum, değil mi? Akıl karıştırıcı, merak uyandırıcı, yabancılaştırıcı. Tahmin edeceğiniz gibi M. de l’Aubépine diye bir Fransız yazar yok. Ama başka bir şey var: Aubépine sözcüğünün İngilizcedeki karşılığı Hawthorn. Fransızca “Aubépine” sözcüğü İngilizce “Hawthorn”la aynı anlama geliyor: “Alıç”, “mayıs çiçeği”, “akdiken”, “yaban dikeni.” Hawthorne’un yakın dostlarından Horatio Bridge’in aktardığına göre, yazarın American Note–Books adıyla yayımlanan defterlerinde de anlattığı gibi, l’Aubépine adının bir öyküsü de var: Bridge’in bekârlık yıllarında yaşadığı eve garip bir Fransız misafir gelmiş. Bu misafir o evde tanıştığı herkese Fransızca bir ad takmış. Genç Nathaniel Hawthorne’un adı da, tahmin edeceğiniz gibi, M. de l’Aubépine olmuş. O tarihten sonra Hawthorne bazı yazılarını bu takma adla imzalamış. Böylece Rappaccini’nin Kızı öyküsünün sunuşunda yazarın kimden söz ettiğini anlıyoruz. Hawthorne, öyküsünün yazarı olarak belirttiği M. de l’Aubépine’i tanıtırken, “alegoriyi sık sık kullanan bir yazar” olduğunu söylüyor. Bu tanımlama Hawthorne için pek sık yapılmış. Yaşamı boyunca kimselerin onu beğenmediğini zannettiği de bilinen bir şey. Sözün özü, Hawthorne Rappaccini’nin Kızı öyküsünün başında yaptığı sunuşla bir nevi kendini ifşa etmiş, eleştirmiş ve alegori içinde alegori yapmış. Tahmin edileceği gibi bu sunuşta M. de l’Aubépine’in eserleri olarak sıralanan Fransızca isimler de Nathaniel Hawthorne’un kimi yapıtlarının Fransızca adları. Nathaniel Hawthorne’un kendi adıyla ilgili ilginç bir geçmişi var. Dünyaya geldiğinde ailesi ona Nathaniel Hathorne adını vermiş. Ama o yirmi altı yaşındayken bu adı hafifçe değiştirmiş ve içine bir “w” harfi ekleyerek Hawthorne yapmış. Bu kökten değişikliği yapmadan önce adıyla oynayıp dururmuş. Gençliğinde kimi yazılarını ve mektuplarını Hath kimilerini Oberon,1 bazılarını Hathorne diye imzalamış. Yine gümrükçü dostu Horatio Bridge’in anılarında aktarıldığına göre, 1820’li yıllarda Bowdoin College’daki arkadaşları ona Peri Oberon adını takmışlar. Son derece yakışıklı olması değilmiş bu adın nedeni; Oberon takma adını kullandığı ve doğaçlama olarak “perili” öyküler anlattığı içinmiş. Bu gizemli şeylere meraklı yazarın biraz sonra okuyacağınız öyküsü dünya çapında yankılar uyandırmış, iki kez filme alınmış, birçok dile çevrilmiş, birçok kez opera olarak sahnelenmiş. Rappaccini’nin Kızı kimi eleştirmenlerce tam bir Hıristiyanlık alegorisi olarak nitelendirilirken, bazıları da anlatılanları kadın-erkek ilişkilerinin özeti olarak yorumlamış. Bence Rappaccini’nin Kızı’nın başına gelen en güzel şeylerden biri ünlü Meksikalı ozan Octavio Paz’ın öyküyü dramatize edip tek perdelik bir oyun haline getirmiş olması. Birkaç dile de çevrilen bu oyunu yine Meksikalı besteci Daniel Catan opera olarak bestelemiş ve bu opera yalnızca Latin Amerika’da değil ABD’nin birçok kentinde sahnelenmiş. Öyküyü çevirirken Hawthorne’un diline ve anlatım biçimine sadık kalmaya çaba harcadım. Yine de İngilizcenin ve Türkçenin kendilerine özgü, farklı yapılara sahip olmaları nedeniyle yazarın kendi dilinde kurabildiği uzun cümlelerin bazıları, anlatılanı Türkçede daha anlaşılır kılmak amacıyla, bölündüler.

Zeynep Avcı

RAPPACCINI’NİN KIZI

Çok zaman önceydi. Giovanni Guasconti adında genç bir adam üniversite eğitimi almak için İtalya’nın güneyinden kalkıp Padova’ya gelmişti. Cebinde birkaç altın dukadan başka parası olmayan Giovanni eski Padova soylularının saraylarına hiç benzemese de girişinde artık izine bile rastlanmayan bir ailenin armaları nakşedilmiş eski bir malikânenin yüksek tavanlı, görkemli odalarından birine yerleşti. Ülkesinin şiirselliğine hiç de yabancı olmayan genç adam o ailenin bireylerinden, hatta belki de o malikânenin sakinlerinden birinin adının Dante’nin “Cehennem”inde tasvir edilmiş ebedî acıların kurbanları arasında geçtiğini anımsayıvermişti. Bu anılar ve çağrışımlar ilk kez gurbete çıkmış genç bir adamın kırılgan yüreğindeki duygularla birleşince o perişan haldeki, üstelik pek de kötü döşenmiş odaya göz gezdiren Giovanni’nin derinden iç çekmesine sebep oluverdi. Genç adamın göz alıcı yakışıklılığına kapılalı beri odanın yaşanacak bir yer olduğunu ona anlatmak için çırpınıp duran yaşlı kadın Lisabetta, “Aman Tanrım!” diye bastı çığlığı. “Genç bir adamın yüreğinden nasıl da çıktı bu inilti! Bu eski ev size pek mi kasvetli geldi? Öyleyse Tanrı aşkına pencereden başınızı uzatınız. O zaman bırakıp geldiğiniz Napoli güneşi kadar parlak bir güneşle karşılaşabilirsiniz.” Guasconti hiç düşünmeden yaşlı kadının dediğini yaptı ama Padova güneşinin Güney İtalya’daki kadar neşeli parladığı konusunda onunla aynı fikirde olamazdı. Yine de o güneş pencerenin altındaki bahçeyi cömertçe aydınlatıyor ve aşırı bir özenle bakıldıkları hemen anlaşılan çeşitli bitkilerin üstüne besleyici ışıklarını gönderiyordu. “Bahçe de bu eve mi ait?” diye sordu Giovanni. “Tanrı korusun, sinyor!” dedi yaşlı Lisabetta, “Orada büyüyüp duran bitkilerin yerinde sebze olsaydı, neyse…” diye ekledi. “Sorunuzun cevabı hayır, efendim. O bahçe Sinyor Giacomo Rappaccini, yani ünlü doktor tarafından bizzat elle ekilip biçilir. Eminim, doktorumuzun ünü Napoli’ye kadar da ulaşmıştır. Bu bitkilerin özlerinden büyü gibi güçlü şeyler ürettiği söylenir. Sık sık göreceksiniz onu iş başındayken ve belki, şansınız yaver giderse, bahçede sinyorayı yani kızını da o tuhaf çiçekleri toplarken görebilirsiniz.” Odanın durumuyla ilgili olarak elinden geleni yapmış olan yaşlı kadın yakışıklı yabancıyı kutsal ermişlerine emanet ettikten sonra izin isteyip ayrıldı. Giovanni ise henüz kendine pencerenin altında uzanan bahçeye bakmaktan daha iyi bir uğraş bulamamıştı. Görünüşe göre İtalya’da, hatta dünyada ilk kez Padova’da ortaya çıkmış botanik bahçelerinden biriydi bu. Öte yandan, tam ortasında ince bir işçiliğin eseri olduğu ilk bakışta anlaşılan ama perişan kalıntılarından süslerinin neye benzediği pek de seçilemeyen mermer bir çeşme bulunduğuna bakılırsa, bir zamanlar zengin bir ailenin zevklerine hizmet etmiş de olabilirdi. Çeşmenin suyu hâlâ, kim bilir ne zamandır yaptığı gibi keyifle akıyor, güneş ışınlarının altında parlayıp duruyordu. Şırıltısı genç adamın penceresine kadar yükseliyor, insan o şırıltıyı dinleyince çeşmenin, bir yüzyıl onu mermerle kuşatır, ötekiyse ölüme mahkûm süslerini toprağa dökerken, çevresinde süregelen değişikliklere aldırmadan bildik şarkısını durmaksızın söyleyen ölümsüz bir ruhu olduğu duygusuna kapılıyordu. Suyun içine döküldüğü havuzcuğun her tarafında, iri yapraklarının ve yer yer açmış görkemli çiçeklerinin nemli bir ortama ihtiyacı olduğu anlaşılan değişik bitkiler yetişmişti. Özellikle havu zun göbeğindeki mermer saksıya yerleşip pıtrak gibi mor çiçekler açmış bir ağaççık vardı ki, her çiçeği bir mücevherin şaşaasını, göz kamaştırıcı parıltısını yansıtıyor, hepsi bir araya gelince öylesine ışık saçıyorlardı ki, güneş olmasa da o ağaç tek başına bahçeyi aydınlatabilirdi. Toprağın her köşesi otlarla, bitkilerle kaplıydı. Kimileri göze güzel görünmeseler bile onları yetiştiren bilimsel kafanın gayet iyi tanıdığı erdemlere sahip oldukları için hepsine de aynı özenle bakıldığı anlaşılıyordu. Oymalı, süslü saksılara yerleştirilmiş olanları da vardı, sıradan toprak saksılarda yerini bulanları da. Kimileri yerde yılan gibi kıvrılıyor, kimileri buldukları her çıkıntıya tutunarak yukarılara tırmanıyordu. Bitkinin biri de bir Vertumnus1 heykelinin çevresine çelenk gibi dolanmış, yapraklarıyla üzerini bir duvak gibi örtmüştü; doğrusu şu hali yontuculara esin kaynağı bile olabilirdi. Giovanni pencerenin yanında dururken yaprakların gerisinden bir hışırtı duyunca bahçede birinin çalıştığını fark etti. Bu kişi az sonra ortaya çıktığında onun sıradan bir işçi değil; uzun boylu, zayıf, uçuk benizli, neredeyse hasta görünüşlü ve öğretmenlerin giydiği kara önlüğe bürünmüş bir adam olduğu anlaşıldı. Orta yaşı çoktan geçmişti, ağarmış saçları, ince, kırlaşmış bir sakalı vardı; çehresinden kültürlü, zeki bir insan olduğu anlaşılıyorsa da bu çehrenin asla, hatta genç yaşlarında bile insan yüreğinin sıcaklığını yansıtmamış olduğu belliydi. Bu bilimsel bahçıvan yürüdükçe karşısına çıkan bitkileri incelerken yoğun bir dikkat gösteriyordu; gözlerini sanki ta içlerine, doğalarının yüreğine dikmiş, yaratıcı ruhlarına ilişkin gözlemler yapıyor ve bir yaprağın neden öyle, diğerininse farklı biçimde geliştiğini, çiçeklerin hangi nedenle değişik rayihalar saçtıklarını keşfediyordu. Yi ne de, onlara bunca ilgi ve dikkat yöneltmiş olsa bile, bitkisel yaşamla arasında samimi bir ilişki olduğu söylenemezdi. Tam tersine, onlara bizzat dokunmaktan, onları koklamaktan kaçınmak için gösterdiği dikkat Giovan ni’nin üstünde büyük bir hoşnutsuzluk yaratmıştı; çünkü adamın davranışı habis bir ortamda, örneğin vahşi hayvanlar veya zehirli yılanlar ya da kötü ruhlar arasında yürüyen birini çağrıştırıyordu insana; bir anlık boşluğunu yakalayıp saldıracaklar, ona korkunç, ölümcül bir şey yapacaklar gibiydi. İnsanlığın en basit, en masum eğlencelerinden biriyle, hem de ana babanın çocuklarıyla geçirdikleri anlar kadar neşe vermesi mümkün olan bahçe uğraşıyla ilgilenen birindeki bu güvensizliğe tanıklık etmek genç adamın düş dünyası için ürkütücü bir durumdu. Yani bu bahçeye yeryüzü cenneti, kendi elleriyle yetiştirdiklerinin zararından korkan o adama da Âdem demek mümkün müydü? Tedirgin bahçıvan ölü yaprakları temizler ya da iyice coşmuş bodur ağaçları budarken ellerini bir çift kalın eldivenle koruyordu. Tek silahı onlar değildi. Bahçedeki yürüyüşü sırasında erguvani çiçeklerini mermer çeşmenin üstüne sermiş olan görkemli bitkinin yanına geldiğinde, o göz alıcı güzellik ölümcül bir kötülüğün kaynağıymış gibi ağzını burnunu bir tür maskeyle örttü. Yine de yapacağı işi pek tehlikeli görmüş olacak ki geri çekildi, maskeyi çıkardı ve yüksek de olsa insanın kulağına marazi ve cılız gelen bir sesle bağırdı: “Beatrice! Beatrice!” “Buradayım babacığım! Bir şey mi istediniz?” diye yanıtlayan gür ses genç birine aitti ve karşı evin pencerelerinden birinden gelmişti. Tropikal günbatımları kadar çarpıcı olan bu sesi duyduğunda Giovanni’nin aklına nedense buram buram kokan erguvanlar, kayısı gülleri ya da başka latif rayihalar gelivermişti. “Bahçede misiniz?” “Evet, Beatrice,” diye yanıtladı bahçıvan, “ve yardımına ihtiyacım var.” Az sonra kabartmalarla, heykellerle süslenmiş bir kapıdan genç bir kız çıktı. Sanki çiçeklerin en görkemlileriyle donanmış gibi son derece hoş giyinmişti, gün ışığı kadar güzeldi ve öylesine ışıldıyordu ki biraz daha parlak olsa göz kamaştırabilirdi. Yaşam, sağlık ve enerji doluydu ama bu özelliklerin hepsini doğumundan beri iç içe büyütmüş, zenginleştirmiş gibi tam da kıvamında taşıyordu. Yine de bahçeyi seyreden Giovanni’nin keyfi epeyce kaçmıştı, çünkü yabancı olduğu bu güzellik yeni bir çiçek türüyle, bahçedekilerin kız kardeşleriyle karşılaştığı duygusu uyandırmıştı genç adamda; onlar kadar, hatta en güzelinden de çok daha güzeldi, ama sanki ona da yalnızca eldivenle dokunulabilir, maskesiz yaklaşılamaz gibi geliyordu. Bahçedeki patikada ilerleyip yaklaşırken Beatrice’in, babasının ısrarla kaçınmış olduğu birçok bitkiyi okşaması, birçoğunu da koklaması dikkat çekiciydi. “Haydi, Beatrice!” dedi adam. “Görüyorsun, kıymetli hazinemizin bir sürü hizmete ihtiyacı var. Oysa ben zaten hassas bir bünyeye sahip olduğum için ona fazla yaklaşırsam, malum olduğu gibi, bunu hayatımla ödeyebilirim. Korkarım bu yüzden, bitkimizin emanet edilebileceği tek kişi sensin.”

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Öykü
  • Kitap AdıRappacci'nin Kızı
  • Sayfa Sayısı56
  • YazarNathaniel Hawthorne
  • ISBN9789750755989
  • Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2022

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Doğum Lekesi ~ Nathaniel HawthorneDoğum Lekesi

    Doğum Lekesi

    Nathaniel Hawthorne

    Derin ve rahatsız edici psikolojik temalarıyla ünlü, karanlık romantizmin ustalarından Nathaniel Hawthorne’un farklı yıllarda yayımlanmış en tekinsiz öykülerinden “Genç Beyefendi Brown”, “Dr. Heidegger’in Deneyi”,...

  2. Kırmızı Leke ~ Nathaniel HawthorneKırmızı Leke

    Kırmızı Leke

    Nathaniel Hawthorne

    Hester Prynne, işlediği bir suçun sembolü olarak göğsünde taşımak zorunda olduğu kırmızı “A” harfi ile ötekileştirilen, ancak aynı zamanda güçlü ve dirençli bir kadındır....

  3. Kızıl Harf ~ Nathaniel HawthorneKızıl Harf

    Kızıl Harf

    Nathaniel Hawthorne

    19. yüzyılın ortası ile son çeyreği arasındaki, Amerikan Rönesansı diye bilinen dönemde, Melville, Whitman gibi edebiyatçılarla birlikte önemli bir yeri olan Hawthorne, Kızıl Harfte...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Yaz Evi ~ Mehmet Zaman SaçlıoğluYaz Evi

    Yaz Evi

    Mehmet Zaman Saçlıoğlu

    Mehmet Zaman Saçlıoğlu, ‘Yaz Evi’ndeki yedi öyküsüyle önce “yayımlanmamış dosya” dalında 1993 Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü, kitap çıktıktan sonra da 1994 Sait Faik Hikâye...

  2. Gerçeği İnciten Papağan ~ Sadık YalsızuçanlarGerçeği İnciten Papağan

    Gerçeği İnciten Papağan

    Sadık Yalsızuçanlar

    Hayalini ele al, benimle gel dedi Yeşil Gözlü Adam. Papağan, Önce yolu betimleyin. dedi, Önce kuşatın, sonra betimleyin. İşte dedi Yeşil Gözlü Adam, onu...

  3. Âlemlerin Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler ~ Murat GülsoyÂlemlerin Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler

    Âlemlerin Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler

    Murat Gülsoy

    “Ne o gece geldi ne de bir başka gece… Sonradan çok düşündüm. Bu hikâye böyle bitemez. Evet, elimde hiçbir delil kalmadı; evet, o gün...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur