“Kuyruk acına bir isim takıyorsun. Kaldırımlarda dengesiz, hedefsiz, çarpık yürüyüşünü bu isme yoruyorsun. Altı gece önce kalabalıklar arasında kaldırımda yürürken önünü kesip yüzüne hırlayan o köpek için bir hikâye yazmaya çalışıyorsun. Bunu uzun zamandır seni ciddiye alan tek kişi o olduğu için yapıyorsun.”
Kasım Hasan Ünal, anlarla örülü geçmişin, şimdiki zamana hükmeden yazgısını öyküleriyle anlatıyor. Duvarlar ve sokaklar arasında insanın kaçıp gitmek istediği yerin çoğu zaman kendi suskunluklarının olduğu gerçeği, belki de kelimeler eşliğiyle biraz daha yumuşuyor.
Birbirinden ayrı ama aynı zamana sıkışıp kalmış insanların öykülerini anlatan bu kitabı, sayfalar arasında kendinizle buluşuyormuşçasına okuyacaksınız.
ŞİMDİ(Kİ) ZAMAN
Halâ yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinin, herhangi bir gecesinde ölmüyorsun. Yaklaşık iki saatlik bir uykuyla diğer geceye ulaşabildin. Ölmemenin dışında artık böyle şeyler de başarabiliyorsun.
Başkasının elinden düşmüş bir yatağın üzerinde, başkalarının sende değiştirdiği aptal bir hayatın devinimlerini kurcalıyorsun. Bunu yaparken yatar pozisyonda, çakmakla bir sigaranın tutuşturulamayacağını ve duvarların üzerinde, herhangi bir insandan daha çok yara taşıyabildiğini keşfediyorsun. Yerinden doğruluyorsun. Nikotin, karbon monoksit ve zifir karışımına, yer çekimini dikkate alarak kavuşuyorsun. Duvarları gereğinden fazla kâle alıyorsun. Bazen beğenine uyan bir parafı, duvarların karşısında dikilip gırtlağın yorulana dek okuyorsun. Bunu çoğu zaman duvarların harfleri ezebilecek, delirtebilecek ve yok edebilecek bir güçte olduğunu hesaba katmadan yapıyorsun. Üstelik kendinin de dünyanın hiçbir alfabesinde olmayan ve kullanılmayan ve her gün duvarların çiğneyip çiğneyip tükürdüğü bir harf olduğunu biliyorsun.
Bunu bile bile yapıyorsun. Rüzgârlı gecelerde yatakta uzanıp, tavanı seyrederken, koridordaki kapının önce gıcırdayıp sonra pervaza çarpmasını bekliyorsun. Gıcırdama ve gürültü arasındaki o ufacık, olağan aralıkta duyumsadığın heyecanla, hala ürkebildiğini kendine kanıtlıyorsun. Sonra diğer bir gıcırdamayı bekliyorsun.
Günde artık en az bir kitap bitiriyor, bunları ne için okuduğunu dahi bilmiyorsun.
Okuyorsun, okuyorsun, okuyorsun, arada yazıyorsun sonra yine okuyorsun.
Sigara içiyorsun. Karnın acıktığında bir fincan kahveye veya yaralı bereli bir elmaya sarılıyorsun.
Sonra yine okuyorsun.
Bitirdiğin kitapları tamamlanmış bir iş gibi üst üste yığıyorsun. Gözüne takıldıklarında onları parmağınla sayıyorsun. Hayatında hiçbir şey değişmiyor. Bu kesin bilgiyi günde sadece iki ana indirmek için, duvar saatinin sırtından pilini söküyorsun. Artık saate baktığında hep aynı iki ayrı anda hiçbir şeyin olmadığını görüyorsun.
Başkalarına bir gün sonra iptal edeceğin randevular veriyorsun. Gitmemen için hep aynı bahaneyi söylüyor, bu bahaneye her zaman kanmalarına şaşıyorsun. Metrolarda dergi, kafelerde öykü, odanda roman okuyorsun. Her gün çantana hep aynı şeyleri koyuyor, akşam odana girdiğinde hep aynı şeyleri çıkarıyor, sabah tekrar koyuyorsun. Bir ulaşım kartı, bir öğrenci kartı, bir anahtar, bir kurşun kalem, bir mürekkepli kalem, iki çakmak, dün geceden kalma bir paket sigara, bir dergi, bir öykü, bir numaralı gözlük ve cebinde kalan son para. Günün ilk sigarasını fakülteye yaklaşık yüz metre mesafede, ikinci sigarasını fakülteden çıktığında içiyorsun. Akşam eve geldiğinde birilerine anlatabileceğin hiçbir yaşanmışlık bulamıyorsun.
Tanrı’ya her gün inanıyorsun.
Ve neredeyse her gün bir ölüm ve bir kaçış planı kuruyorsun.
Bu planların her gün aynı noktada aynı süreçte tıkanıyor, sonra kendini başka bir düşünceye zorluyorsun. İnsanların başından geçen sıradan olayları, pek önemli, pek özenilmesi gereken bir tecrübe gibi anlatmasını dikkatle izliyor, hangi cümleleri kullandıklarını, hangi mimikleri yaptıklarını, nerelerde beklentilerini alıp, nerelerde alamadıklarını zihnine kaydediyorsun. Gözlerin yorulduktan ve yeniden acıkmaya başladıktan sonra hemen yatağa kıvrılıyor, hiçbir şeylerin notunu tuttuğun günlüğüne birkaç harf sıkıştırıyor, rüya görmek için salakça bir hevesle uykuya dalıyorsun. Uykuya daldığın tam o anı yakalayıp, bunu bir hatıraya, bir tecrübeye çevirmek istiyor bunu asla başaramıyorsun.
Geçmişte hayatına bir şekilde girmiş ve acelece çıkmış kızlara isimler veriyorsun. Bu isimleri yazdığın hikâyelerde ve günlüğünde kullanıyorsun. Diğerlerinin aksine isim veremediğin o kızı ise dokuz yüz yirmi üç gündür, günde en az bir kere düşünüyorsun.
Dokuz yüz yirmi üç gün.
En düşüğünden dokuz yüz yirmi üç hayal eder. Bu sana yersiz bir melankoliye sürüklenebileceğin dokuz yüz yirmi üç sebep verir. Sadece bir gece cami avlusunda edilen acemi bir dans için, dokuz yüz yirmi üç kere duvarlara dalıp gittin. O kızın, sesinin dışında her şeyini hatırlıyorsun. Battaniyenin altında sesini hatırlamak için beyninin vidalarını zorluyorsun.
Ama hiçbir şey duymuyorsun.
Ona olan tutkunluğunun azalması bir yerde durdu. İçinde kalan kısmıysa hayat seni işsiz güçsüz gördükçe çalkalayıp duruyor. Odandaki pencereden gökyüzü görünmüyor. Bu yüzden yaz ve kış saati uygulamasının pratik değişimini başkalarının penceresinden kavrıyorsun.
Bazen, sessiz huzursuzluğunu, etten ve kemikten yapılmış bir duvara karşı yaşamak için bir başkasının karşısına kuruluyorsun. O kişi de senin dudağından dumanlar çıkan büyük kafana doğru bakarak kendi hayatındaki bir mutluluğu, senin anlayacağın bir lisana çevirerek, yani tamamen yabancı olduğun o hikâyeye biraz olsun hüzün ve sıkıntı serpiştirerek sonuna kadar anlatıyor. Anlatma sırası sana geldiğindeyse, odanın içindeki o binlerce saniyeyi, o tüm dalgınlıklarını tek bir kelimeyle anlatabiliyorsun.
“AYNI.”
Bu işte. Dört harften oluşan, dışarıya çıktığında, sana sorulan ilk soruya belki yıllardır verdiğin o tek ve aynı cevap.
“AYNI.”
Bu kelime senin tüm eylemlerinin bir anda özeti olabiliyor. Vücudunda her gün yer değiştiren o ağrıya özeniyorsun. Bu hayatta senden daha çok yol kat edebildiğine inanıyorsun. Gittikçe kilo vermeye devam ediyorsun. Bunu bir de ayna karşısında kazağını katlayıp, yağlarından arınan göbeğine bakarak kontrol ediyorsun. Nedense bu ilerlemeye seviniyorsun. Yolda bir asker gördün mü iç cebinde bir yumruk sıkıyorsun. Bir zamanlar babanın sakal tıraşıyla ilgili fazla ileri geri konuştukları için böyle bir şeyi yapıyorsun. Sokak aralarında kendi yoluna doğru giden bir kediye sesleniyorsun. Onu peşine takıp hedefsiz gezinmelerine ortak ediyorsun. En sonunda evinin önüne geldiğinde kapıyı onun suratına kapatıyorsun.
Kendiliğinden dışarı çıkmış bir eylemin sonucunda, başkaları genelde masa altlarına, küllük çukurlarına, kahve tortularına, duvarlara hep duvarlara dalıp giderken, kendini az biraz mağlup olmuş bir birey olarak duyumsuyor, sense böyle anlarda kendini büyümüş tek bir sperm olarak görüyorsun. Arada sırada seni uykularından uyandıran bel ağrısının kaybettiğin kuyruğunun sancısı olabileceğini düşünüyorsun.
Kuyruk acına bir isim takıyorsun.
Kaldırımlarda dengesiz, hedefsiz, çarpık yürüyüşünü bu isme yoruyorsun. Altı gece önce kalabalıklar arasında kaldırımda yürürken önünü kesip yüzüne hırlayan o köpek için bir hikâye yazmaya çalışıyorsun. Bunu uzun zamandır seni ciddiye alan tek kişi o olduğu için yapıyorsun.
Son zamanlarda odanda seni rahatsız eden o kokunun peşine düşüyorsun. Bir şişe dolusu oda parfümünü boşluğa yağdırsan da birkaç dakika sonra o koku yine geliyor. Kokunun kaynağının nerede olabileceğini düşünüyorsun. İlk olarak çöpleri atıyorsun, yerleri süpürüp siliyorsun, giysilerini artık haftada iki kez, yatak çarşaflarını bir kez yıkıyorsun. Ama koku gitmiyor. Kokunun kaynağının kendin olduğunu düşünüyorsun. Her uyandığında duş alıyorsun ama koku hala gitmiyor. Son olarak kokunun kaynağının senin içinde bir yerlerde olduğuna dair paranoyak bir düşünceye kapılıyorsun.
Uzunluğu altı, genişliği iki buçuk adım olan, içine elden düşme bir yatak, bir masa ve bir kitaplığın sığabildiği odanı kendine “mağara” olarak tanımlıyorsun. Mağaranda seni buraya geri dönmemek üzere dışarı kovabilecek bir ses bekliyorsun. Bu yüzden kapı aralığından, anahtar deliğinden içeri sızan her sese bir anlam yüklemeye çalışıyorsun. Kendine buradan nefret ettiğini fısıldıyorsun. Fakat bunun gerçek olmadığını biliyorsun.
Burada olmayı sen istiyorsun, her seferinde sen istedin.
Hiç kimseyi, hiç kimseyi buradan daha fazla sevmedin. Bu yüzden de nefretin canlı ve diri kalıyor. Senin bekâretini, babasını erken kaybetmiş o esmer kız değil, bu mağara aldı. Böyle olduğu için kurtulamıyorsun bu boyunduruk sevdasından. Gelecekte kendini hiçbir yerde görmüyorsun. Sen zaten her daim gelecek denen şeyin üzerinde sayıklıyorsun. Bu duvarlar, bu yatak, bu dalgınlıklar, bu bekleyişler seni ölümüne kadar kabul eden tek şey.
Duvarların sarılanacak yerlerinin olmamasına da artık şaşırmıyorsun. Böylesi alınmış bir yük zorunluluğunun karşısında zayıflığa, hafifliğe, biraz olsun aşırıya kaçmış bir şefkate yer olmaması gerektiğini gittikçe öğreniyorsun.
Bir şairin “çocukluğu” insanı bir türlü terk etmeyen gökyüzüne benzettiğini okumuştum. Öylesine güzel ki. Ama yine de can yakıyor.
*
Ölüme taşınan çocukluğum, Olur da büyür diye korkuyorum.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Öykü
- Kitap AdıRabarba
- Sayfa Sayısı112
- YazarKasım Hasan Ünal
- ISBN9786257685160
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviHayy Kitap / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kendini Arayan Çocuk ~ Hamdullah Köseoğlu
Kendini Arayan Çocuk
Hamdullah Köseoğlu
Hayal mi, Gerçek mi? Hayal kurmadan yaşanır mı hiç? “Hayallerinizi kovmayın; çünkü onlar gittiler mi siz kalırsınız belki, fakat artık yaşamıyorsunuz demektir.” demiş Mark...
- İkiye Kadar Sayamamak ~ Gökhan Yılmaz
İkiye Kadar Sayamamak
Gökhan Yılmaz
Geçen yıl yayımladığı ilk kitabı Biraz Kuşlar, Azıcık Allah ile ses getiren Gökhan Yılmaz’ın yeni öykü kitabı İkiye Kadar Sayamamak da YKY’den yayımlandı. Yazarın...
- Bilinmeyen Sular ~ Mevsim Yenice
Bilinmeyen Sular
Mevsim Yenice
Hiçbir yere gidemeyecek, biliyorum. Kendimden. Yıllardır bu ıssız saatte, coşkusu sönmüş parkta oturup aynı şeyleri konuşmamızdan. Ve hâlâ işte burada, salıncakta bir ileri bir...