Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Proleterka
Proleterka

Proleterka

Fleur Jaeggy

“Çocuklar terk edildikleri zaman, anne ve babalarına ilgisizdirler. Duygusal değildirler. Tutkulu ve soğukturlar. Bir anlamda, bazı insanlar sevdiklerini ve duygularını sanki birer eşyaymış gibi…

“Çocuklar terk edildikleri zaman, anne ve babalarına ilgisizdirler. Duygusal değildirler. Tutkulu ve soğukturlar. Bir anlamda, bazı insanlar sevdiklerini ve duygularını sanki birer eşyaymış gibi terk ederler. Üzüntü duymadan, kararlılıkla.”

Fleur Jaeggy, Proleterka’da on beş yaşındaki anlatıcıyla yetmiş yaşlarındaki babasının birlikte çıktıkları ilk ve son gemi seyahatlerine odaklanıyor. Kendisini “Johannes’in kızı” olarak tanımlayan isimsiz anlatıcı, anne babası ve geniş ailesiyle kurduğu bağdan ve duygudan yoksun ilişkiyi yine aynı duygusuzlukla dışarıdan biriymişçesine aktarırken geçmişinde de karanlık bir gezintiye çıkıyor.

Tim Parks’ın “son derece bireysel ve azimle koruduğu bir biçeme sahip bir yazar” olarak nitelendirdiği Fleur Jaeggy, bu kısa romanıyla 2002 Viareggio Ödülü ile 2003 Times Literary Supplement Yılın Kitabı Ödülü’nü kazandı.

*

Aradan çok zaman geçmiş olsa da, bu sabah, ansızın, bir isteğe kapıldım: Babamın küllerini istiyorum. Kremasyon işleminden sonra bana, ateşe dayanmış küçük bir şey verdiler. Bir çiviydi bu. Sağlam bir şekilde iade ettiler. Çiviyi elbisenin cebinden gerçekten çıkarmadılar mı, diye işte o anda sordum kendi kendime. Krematoryum görevlilerine, bu Johannes’le birlikte yanmalı, demiştim. Cebinden çıkarmamalarını istemiştim. Elinde dursaydı çok göze batardı. Bugün o külleri istiyorum. Sıradan bir urnenin içinde. Johannes’in adı, metal bir yaprak üzerine yazılmalı. Asker künyeleri gibi biraz. Neden aklıma o gün külleri istemek gelmedi?

O zamanlar ölüleri düşünmezdim. Aradan belli bir süre geçtikten sonra insanın karşısına çıkıyorlar. Av olduğumuzu hissettikleri zaman bizi çağırıyorlar, çünkü onlar için avlanma saati gelmiş oluyor. Johannes öldüğü zaman, onun gerçekten öldüğünü düşünmedim. Cenazesine katıldım. O kadar. Cenaze töreni biter bitmez de oradan ayrıldım. Gökyüzünün masmavi olduğu bir gündü, gereken her şey yapıldı ve bitti. Her ayrıntıyla Bayan Gerda ilgilendi. Ona minnettarım. Benim için kuaförden randevu aldı. Giymem için sade, siyah bir tayyör buldu. Johannes’in isteklerini titizlikle yerine getirdi.

Babamı, en son, soğuk bir yerde gördüm. Onunla vedalaştım. Yanımda Bayan Gerda vardı. Her şeyi onun eline bırakmıştım. Biri öldüğü zaman yapılması gerekenleri bilmiyordum. O ise her formaliteyi ayrıntısına kadar biliyordu. Becerikli, sessiz bir kadındı, ürkek bir hüznü vardı. Tıpkı matemin dolambaçlı yollarında ilerleyen bir balta gibiydi. Hiçbir kuşkuya kapılmadan seçim yapmayı bilen bir kadındı. O kadar özenli davrandı ki! Birazcık üzülmeye bile fırsatım olmadı. Üzüntümü de olduğu gibi o almıştı. Almasa da verirdim. Bana hiçbir şey kalmamıştı.

Biraz yalnız kalmak istediğimi söyledim ona. Birkaç dakika. Morg buz gibiydi. O birkaç dakika içinde, çiviyi Johannes’in gri elbisesinin cebine koydum. Onu görmek istemiyordum. Yüzü aklımda, gözlerimdeydi. Ona bakmama gerek yoktu. Ama tam tersine, acısının izlerini taşıyor mu diye görmek ve anlamak için, oldukça dikkatli baktım. Hata ettim. Çünkü ona o kadar dikkatli bir biçimde bakınca, yüzü aklımdan silindi. Dış görünüşünü, gerçek yüzünü, o her zamanki çehresini unuttum. Bayan Gerda beni almaya geldi. Johannes’i alnından öpmeye çalıştım. Ama Bayan Gerda, tiksinti duymuş gibi bir hareket yaparak, engel oldu. Bu sabah Johannes’in küllerini istemek o kadar ansızın kapıldığım bir arzuydu ki! Ama şimdi geçti.

 

Babamı az tanıyordum. Bir Paskalya tatilinde, birlikte bir gemi yolculuğuna çıktık. Gemi Venedik limanına demirlemişti. Adı Proleterka’ydı. Proleterya. Babamla yıllarca, bir festivalin geçit törenine katılmak için buluştuk. İkimiz birden törende yer alır, göl kenarındaki bir kentin sokaklarında birlikte yürürdük. O başında üç köşeli şapkasıyla. Ben geleneksel Tracht kostümüm ve kenarı beyaz dantel işli siyah başlığımla. Grogren kurdeleli siyah rugan ayakkabılar giyerdim. Mavimtırak bir mora çalan kırmızı kostümümün üzerine ipek bir önlük takardım. Korsajım çiçekli ipektendi. Bir meydanda, odun yığınının üzerinde bir kukla yakarlardı. Bu Böögg1 idi. Atlı adamlar ateşin etrafında dörtnala dönerken davullar çalar, bayraklar yukarı kaldırılırdı. Böylece kışa veda edilirdi. Bana, asla sahip olmadığım bir şeye veda ediyormuşum gibi gelirdi. Alevler beni çekerdi. Çok zaman önce.

Babam, Johannes H., bir loncanın, yani bir Zunft’un üyesiydi. Öğrenciyken girmişti. “Lonca Savaş Sırasında Ne Yaptı ve Ne Yapabilirdi” başlıklı bir rapor bile yazmıştı. Johannes’in üyesi olduğu lonca 1336 yılında kurulmuştu.

Geçit töreninden bir akşam önce çocukların dans gösterisi olurdu. Kocaman bir salonda kostüm ve kahkahadan geçilmezdi. Ben bitse de gitsem, diye düşünürdüm. Belki Johannes de aynı şekilde düşünürdü. Dans gösterilerini sevmezdim. Kostümümden de kurtulmak isterdim. Geçit törenine ilk katıldığım gün (henüz okula gitmiyordum) beni mavi bir tahtırevana oturttular. Küçük penceresinden, töreni yaya kaldırımından izleyen çocuklara el salladım. Taşıyıcılar tahtırevanı yere koydukları zaman, kapısını açtığım gibi aldım başımı gittim. Kaçmayı düşünmemiştim. Yaptığım bir başkaldırı değil, tamamen içgüdüsel bir hareketti. Bilinmeyene bir meraktı. Kentte, bitkin düşene kadar, saatlerce dolaştım. Sonra beni polis buldu ve yasal sahibime, Johannes’e teslim etti. Üzülmüştüm. O koşullarda, baba ile kızın, birbirlerini daha iyi tanıma olanağı oldukça sınırlıydı. Bak ve sus. Baba kız, törende yan yana yürüyorlar. Tek kelime etmiyorlar. Baba adımlarını marşın ritmine uydurmakta güçlük çekiyor. İki gölge, biri yavaş ve gözle görülebilir bir çaba harcayarak hareket ediyor, diğeri daha huzursuz. Dört kişilik bir sırada yürüyorlar. Yanlarında bir çift var, adam asker üniforması, kadın geleneksel kostümünü giymiş. Adımları ritme uygun, görkemli bir şekilde, gururlu, başları dik ilerliyorlar. Geceleri, bazen, kapalı gözlerimin önüne yanan kukla geliyordu. Davullar gittikçe savaşa özgü, ölümden sonra çalınan bir sesle gürlüyordu. İki gün sonra, bir otel odasında Johannes’ten ayrılıyordum. Ziyaret süresi dolmuştu.

Proleterka adlı gemi, Johannes’le aynı loncaya üye bazı kişiler tarafından kiralanmıştı. Bu insanlar nisan ayında, kentte düzenlenen geçit törenine de katılırlardı. Yol arkadaşımız olacaklardı. Babamla birlikte Venedik’e doğru trenle yola çıktık. Kompartıman boştu. O andan itibaren babam Johannes’le olacaktım. Henüz yetmiş yaşına basmamıştı. Beyaz ve düz saçları bir çizgiyle ayrılmıştı. Açık renk, doğal olmayan buz gibi gözleri akıllara yoğun soğukları anlatan bir çocuk masalını ve kış mevsimini getiriyordu. Romantik, değişken bir isteğin pırıltısı seziliyordu. Yeşil, solgun ve duru irisleri ürkütücüydü. Gözlerinde bir bakışın ağırlığı neredeyse yoktu. Bu kuşaklardır süregelen tuhaf bir özellik gibiydi. Johannes’in ikiz bir kardeşi vardı, gözleri aynıydı. İkizinin gözlerini çoğu zaman düşük gözkapakları örterdi. Saatlerce bir bahçede, bir tekerlekli sandalyede otururdu. Sadece, Es ist kalt, hava soğuk, demeyi bilirdi. Ses tonunda, bunun hem bir Tanrı isteği olduğunun bilinci hem de mantıklıca soğuğun geçici olduğu düşüncesi vardı. Tıpkı kendi hastalığı gibi. O zamanlar buna uyku hastalığı deniyordu.

Kompartımanda Johannes, başını hiç kaldırmadan gazete okuyor. Belki de benimle ne konuşacağını bilemiyor. Gazeteyi tutan parmaklarını ve ayakkabılarını inceliyorum. Bir sohbet konusu arıyorum. Bulamıyorum. Yugoslav geminin adını, Proleterka sözcüğünü düşünüyorum. Daha güzel gemi adları vardır. Billy Budd’ın asılarak idam edildiği gemi Indomitable1 gibi. Aklına ölüm düşüncesini sokmak için zincire vurulmuş denizciyi ziyaret eden rahibi anımsıyor musunuz? Billy Budd’ın son sözleri, “Tanrı Kaptan Vere’yi korusun!” olmuştu. Ölüm emrini veren kişiyi kutsamıştı. Celladını kutsamıştı. Size, hiçliğin ortasında, göndere çekilmiş ve ters yönde esen bir rüzgârla dalgalanan bu kısa öyküyü anlatmak yerine, Billy Budd’dan söz etmek istiyorum. Johannes’in yanında saatler ve pencerede manzara akıp giderken, gözümün önüne Billy Budd geliyor. Ne babasının kim olduğu ne de doğum yeri biliniyordu. Onu, ipek kumaş kaplı güzel bir sepetin içinde bulmuşlardı. Billy Budd’ı babamdan çok daha iyi tanıyorum. “Geldik,” diyor Johannes. Yanımızda valizlerimiz yok. Onları gemiye, Proleterka’ya yüklediler.

Baba kız vapura binip San Marco Meydanı’na gidiyorlar. Kız sürekli ileriye bakıyor, gemiyi görmek istiyor. Venedik bir görünüp bir kayboluyor. Birlikte Schiavoni kıyısında yürüyorlar. Kız sabırsız. Johannes ağır adımlarla yürüyor. Ayağında bir sorun var. Bilek kısmı biraz yüksek ayakkabılar giyiyor.

Ben onun bu sorununun doğuştan var olduğunu ve her zaman yürümekte zorluk çektiğini düşünüyordum. Oysa kötü huylu bir tümör yüzünden olmuştu. Bunu da doğum armağanı olarak verilen bir bebek albümünde okuyup öğrendim. Bebek albümlerine çocukların yaşamının ilk ayları, ilk yılları neredeyse günbegün kaydedilir. Johannes, kızının on sekiz aylıkken kendisini hastaneye ziyaretine geldiğini not etmiş. Yaşamının ilk yılları hakkında bazı bilgiler edinmek istediği anda kızının yapması gereken tek şey, o albümü karıştırmaktı. Bir delildi o. Bir varoluşun kanıtıydı. Johannes, az ve öz bir şekilde, kızının yaptıklarını, onu götürdükleri yerleri, sağlık durumunu yazmıştı. Bunlar, bir ankete verilen yanıtlar gibi, kısa ve yorumsuz cümlelerdi. İzlenimlerdi, duygular yazılmamıştı. Yaşam, neredeyse yokmuş gibi, sadeleştirilmişti. Johannes şöyle bir not almıştı: Kızım asla ağlamadı. Hiç baş kaldırmadı, düzgün bir şekilde davranıyor. Düzgün bir çocukluk. Her şey yüzeyde. Johannes’in kendisiyle ilgili iki kişisel notu var: hafif bir kalp krizi ve kanser. Johannes, kızı iki yaşındayken büyükbabasının (adını ve soyadını yazmış) öldüğünü belirtmiş. Kremasyon törenine çok arkadaşı katılmış. Kızının davranışları nazik, her şeyi keşfediyor. Johannes “anlıyor” yazmamış, “keşfediyor” yazmış. Bu da demektir ki, gözü kızının üzerindeydi. Johannes’e göre kızı, daha iki yaşındayken ölümün ne demek olduğunu keşfetmişti. O çocuk, büyükbabasının ölümü karşısında, gerçekten terbiyeli ve sevimli davranmış olmalıydı. Belki de Johannes, daha o zamanlar kendi ölümünü düşünüyor ve böyle bir durumda kızının herkese saygılı olacağını umut ediyordu. Dünyaya saygılı olmasını umut ediyordu. Acıya. Küçük yaşta Johannes’ten ayrılmak zorunda kalmıştı. Çocuklar terk edildikleri zaman, anne ve babalarına ilgisizdirler. Duygusal değildirler. Tutkulu ve soğukturlar. Bir anlamda, bazı insanlar sevdiklerini ve duygularını sanki birer eşyaymış gibi terk ederler. Üzüntü duymadan, kararlılıkla. Yabancı olurlar. Bazen de düşman. Artık onlar terk edilen değil, zihinsel olarak kendilerini geri çeken insanlardır. Alıp başlarını karanlık, düşsel ve sefil bir dünyaya doğru giderler. Yine de kimi zaman sanki mutluymuş gibi yaparlar. İp cambazının bir provası gibi. Anne ve baba onlar için gerekli değildir. Az şeye ihtiyaçları vardır. Bazı çocuklar kendi kendilerini yönetirler. Yürekleri tertemiz, billur gibidir. Yapmacık davranmayı öğrenirler ve onlar için sahtecilik en etkin, en gerçek, rüyalar gibi etkileyici bir özellik olur. Gerçek olduğunu düşündüğümüz her şeyin yerini alır. Belki de sadece bu yüzden, bazı çocuklar gerçekten kopmayı başarırlar.

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıProleterka
  • Sayfa Sayısı96
  • YazarFleur Jaeggy
  • ISBN9789750765391
  • Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2025

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Disiplinli Güzel Günler ~ Fleur JaeggyDisiplinli Güzel Günler

    Disiplinli Güzel Günler

    Fleur Jaeggy

    Savaş sonrasının İsviçre’sinde geçen bu tekinsiz romanın başlangıç cümlesi alabildiğine basit ve saftır: “On dört yaşındayken Appenzell’de bir okulda yatılı öğrenciydim.” Gelgelelim söz konusu...

  2. Tanrı Korkusu ~ Fleur JaeggyTanrı Korkusu

    Tanrı Korkusu

    Fleur Jaeggy

    “Çiçeklerin sonu insanlardan farklı değildir, çürümekten kurtulamazlar.“ Susan Sontag’ın “harikulade, göz kamaştırıcı, yabani” olarak nitelendirdiği Fleur Jaeggy, Tanrı Korkusu’nda okurun karşısına birbirinden tekinsiz yedi öyküyle...

  3. XX’in Erkek Kardeşiyim ~ Fleur JaeggyXX’in Erkek Kardeşiyim

    XX’in Erkek Kardeşiyim

    Fleur Jaeggy

    XX’in Erkek Kardeşiyim’de çağdaş Avrupa edebiyatının sıra dışı kalemi Fleur Jaeggy’nin Ingeborg Bachmann, Oliver Sacks gibi dostlarını andığı fragmanvari metinler, olağanüstü bir hayal gücüyle...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Umutsuz ~ Colleen HooverUmutsuz

    Umutsuz

    Colleen Hoover

    Lise son sınıf öğrencisi olan Sky çapkınlığı kendi şanıyla yarışan Dean Holder’la tanışır. İlk karşılaştıkları andan itibaren Holder onu hem korkutur hem de cezbeder....

  2. Kehanet Gecesi ~ Paul AusterKehanet Gecesi

    Kehanet Gecesi

    Paul Auster

    Olağanüstü hayal gücüyle öne çıkan Paul Auster’ın son kitabı. Romancı Sydney Orr, taparcasına sevdiği eşi Grace ile New York’ta yaşamaktadır. Ağır bir kaza geçirmiş,...

  3. Aynı Öfkenin Çocukları: Dünyadan Devrimci Portreleri ~ Kavel AlpaslanAynı Öfkenin Çocukları: Dünyadan Devrimci Portreleri

    Aynı Öfkenin Çocukları: Dünyadan Devrimci Portreleri

    Kavel Alpaslan

    Yerkürenin hangi noktasında, hangi koşullar altında olursa olsun damarları aynı umutla, aynı ateş ve iradeyle harlanan cesur yürekler vardır. Bazen küçük gibi görünen bir...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    ×
    Yukarı
    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur