Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Proje
Proje

Proje

Courtney Summers

GERÇEĞİ ÖĞRENMEYİ SEN İSTEMİŞTİN. YOKSA ŞİMDİ KORKUYOR MUSUN? 1998: Altı yaşındaki Bea kardeşi olsun istemiyordu ancak Lo’nun erken doğması her şeyi değiştirmişti. O küçücük ve…

GERÇEĞİ ÖĞRENMEYİ SEN İSTEMİŞTİN.
YOKSA ŞİMDİ KORKUYOR MUSUN?

1998: Altı yaşındaki Bea kardeşi olsun istemiyordu ancak Lo’nun erken doğması her şeyi değiştirmişti. O küçücük ve savunmasızdı, birinin onu kollamasına ihtiyacı vardı. Anneleri ona kız kardeşler arasında kopmaz bir bağ olduğunu söylemişti ve Bea’nın bu bağa inancı tamdı.

2011: Bir araba kazası ebeveynlerini onlardan çalmıştı. Birlik Projesi’nin karizmatik lideri Lev Warren olmasa Lo da onlarla beraber ölürdü. Bu adam dünyayı değiştirecekti ve kız kardeşinin hayatını kurtardıktan sonra Bea’nın onun çağrısına kulak vermemesi mümkün değildi. Proje’de ikisi için de bir daha asla zarar görmeyecekleri bir yer vardı.

2017: Lo ablasının kazadan sonra onu neden Birlik Projesi için terk ettiğini bilmiyordu. Altı yıl sonra, ablasını bulabilme umuduyla Lev’le Proje hakkında röportaj yapma fırsatı koparmıştı. Ama Bea hiçbir yerde yoktu ve içindeki ihanete uğramışlık hissini anlayan tek kişi Lev’miş gibi duruyordu. Eğer Lo’nun istediği bir aileyse, Lev ona yepyeni bir bağ sunabilirdi  tabii önce Lo’nun kendisini ona kanıtlaması gerekiyordu.

1998

Bayan Ruthie’nin evinde, Bayan Ruthie’nin fıstık ezmeli kurabiyelerinden birini yiyor, Bayan Ruthie’nin oturma odasındaki pencereden dışarı bakarak annesi ve babasının eve dönmesini bekliyordu. Bea buradan baktığında tüm ışıkları kapalı ve ön kapısı kilitli evini görebiliyordu. Ön bahçedeki ağaca asılı ahşap salıncak yaz esintisiyle yavaş yavaş sallanıyordu. Garaj yolu boştu. Tüm bunlar karnını ağrıtsa da kurabiyeyi bırakmasına neden olacak kadar da değildi; kurabiye çok lezzetli ve çok yumuşaktı. Olayın döndüğü yerde –en azından babasının onu Bayan Ruthie’ye bırakırken böyle dediğini duymuştu– olmak istiyordu. Bea kolay pes etmemiş, Bayan Ruthie dehşet içinde izlerken çığlık atıp babasının bacaklarına hoyratça yapışmıştı. (Sinir krizi hüzünlü burun çekişlere dönüşüp sakinleşince Bayan Ruthie de rahatlamış ve fıstık ezmeli kurabiyeler de işte o zaman ortaya çıkmıştı.) Babası, Bea’nın önünde diz çöküp onu öpmüştü. Seni yanımda götürebilecek olsam götürürdüm, Vız Vız. Babasının ona taktığı pek çok isimden biriydi bu. Bea, Arı, Çalışkan Arı, Vız Vız.* Babasının ona bir söz vermesini beklemişti annenle beraber bu gece üstünü örteceğiz  ama o böyle bir şeye kalkışmamıştı.

Hastaneye gidiyordu. Küçük kız kardeş orada bekliyordu; beklenilenden çok daha erken bir zamanda. Normalde takvimdeki bir sonraki resme geçtiklerinde gelecekti. Bea altı yaşındaydı; ablanın ne demek olduğunu bilecek yaşta. En yakın arkadaşı Ellen ablaydı ve televizyonda da bir sürü abla görmüştü. Bunun, önce kendisinin geldiği anlamına geldiğini anlıyordu ve abla olmak bundan ibaretse gayet kolay olacaktı.

Fakat bunda kabul etmesi daha zor gelen bir şey daha vardı; Ellen’ın ve televizyondaki o kızların ilgi odağı olmaktan biraz uzaklaştıklarını, sonradan hatırlanan bir şeyden biraz fazlası olduklarını görmüştü. Bea abla olmak istemiyordu. Hep annesiyle babasının en sevdiği kişi olmuştu ve daima öyle kalmak istiyordu.

Bayan Ruthie’nin misafir odasında rahatsız bir gece geçirdi. Bayan Ruthie, anne ve babasının yaptığı gibi ona iyi geceler dilemeyi bilmiyordu ve ertesi sabah babası yorgun ve gergin bir hâlde onu almaya geldiğinde Bea babasına vurdu, tıpkı üç yaşındayken babası onun duymak istemediği bir şey söylediğinde yaptığı gibi. Babası nazikçe Bea’nın bileklerini tuttu ve İnsanlara vurmuyoruz, Bea, bunu biliyorsun, dedi. Bunun üzerine Bea ağlamaya başladı. Babası bileklerini bırakıp ona sarıldı ve neye üzüldüğünü sordu. Beni Bayan Ruthie’yle bırakıp gittin ve oyuncak ayımı unuttun ve ben kardeş falan istemiyorum, demek istedi ama demedi.

Babası Bayan Ruthie’ye teşekkür edip Bea’yı kucağına aldı ve evlerine taşıdı. Kapı eşiğindeyken onu yere bıraktı ve Bea bebek odasına koşup orada bir bebek olmadığını görünce oldukça rahatladı. Annesine seslendi ama o da yoktu. Hastanedeler, dedi babası, yani olayın döndüğü yerde. Bekleme odasında annesiyle buluştular ve Bea’nın kafası karıştı çünkü annesi hâlâ içinde bir bebek varmış gibi görünüyordu. Annesi Çalışkan Arı’ya sarıldı ve Bea’nın baldan tatlı bir şeyler söylemesini bekledi ama Bea bunu yapamadı. Hadi gidip kız kardeşini görelim, dedi annesi sonunda ama Bea, Ben kardeş falan istemiyorum! diye bağırdı ve kollarını kavuşturup dudaklarını sarkıtarak yere oturdu.

Annesiyle babası Bea’nın başının üzerinden ne yapacaklarını bilemezmiş gibi bakıştılar. Sonunda babası onu yerden aldı ama Bea onu annesinin taşımasını istiyordu. Annesi ise doğumdan dolayı dikişleri ve ağrıları olduğundan onu taşıyamazdı.

Bebekten nefret etmek için bir sebep daha işte. Kız kardeşini özel bir yerde tutuyorlardı. En azından annesiyle babası ona böyle açıklamıştı. Çünkü buraya gelip seni görmek için yerinde duramıyordu, demişlerdi. Kesin öyledir. “Özel” denilince Bea’nın aklına pastel renkler ve parıltılarla süslenmiş bir yer gelmişti ama annesiyle babasının, ellerini iyice yıkadıktan sonra onu soktukları oda soğuk ve korkunçtu. Onu şeffaf bir kutuya götürdüler ve kutuda bir bebek vardı; burnuna kadar her yerine bağlanmış tüpler, yeni doğmuş bebeğin cildini zar zor sarıyormuş gibi görünen bir bantla tutturulmuştu. Bu o kadar üzücü bir manzaraydı ki Bea ağlamaya başladı.

Hâlâ hastanede olduklarını gizleyemeyen aile alanında otururlarken annesi, Yeni bir bebeğimizin olması zor olacak, dedi. Eski püskü bir kanepede oturuyorlardı. Bea annesinin yanına sokulmuş, başını şişkin memelerine yaslamıştı. Kardeşinin olması zor olacak. Bea’nın duymak istediği bu değildi. Kolay olacağını ve hiçbir şeyin değişmeyeceğini duymak istiyordu. Umarım, diye devam etti annesi, babanı ve beni sevmek için kalbinde hâlâ bir yer olur. Bea’nın gözlerinde bir soru oluştu ve annesi kardeşler arasındaki bağın nasıl da farklı olduğunu açıkladı. Bea’nın annesi ve babasıyla arasındaki bağ gibi değildi.

Bir kız kardeşinin olması, demişti annesi, sadece ikisine ait bir alana sahip olmak, hiçbir zaman yüksek sesle söylemeyecekleri sırlar paylaşmak demekti ama söylerlerse de bu sadece ikisinin bildiği bir dilde olurdu. Bir kız kardeşinin olması, ikinizden başka kimsenin veremeyeceği bir söz vermektir ve bu sözü yine ikinizden başkası bozamaz. O soğuk ve korkunç odaya döndüklerinde Bea bebeği inceledi. Çok küçük ve değişikti. Bebek, ailesinin yakınlarda olduğunu hissediyordu sanki; küçücük uzuvları onların olduğu yöne doğru hafifçe kıpırdanıyordu.

Annesinin de babasının da bir eli Bea’nın omuzlarındaydı. Babası ona bebeğe isim vermek isteyip istemediğini sordu. Bea uzun bir süre bunu isteyip istemediğini düşündü ve sonra aniden bir isim, kendisine ait olmayan bir sesle onu çabucak buldu – sanki annesinin az önce ona bahsettiği, henüz paylaşılmamış sırlarla dolu o yerden gelmişti bu ses. Sadece ikisinin bildiği bir dilin başlangıcıydı bu. Verilen bir sözün.

2011

Bea küçük kardeşinin başında dikiliyordu. Kardeşinin vücudunun her yerini saran tüpler, ince hastane bantlarıyla tutturulmuştu ve bağlı olduğu makinelerden gelen ritmik ve sürekli sesler tek yaşam kanıtıydı. Bir solunum cihazı onun nefes almasına yardım ediyordu. Onun yerine nefes alıyor, diye düzeltti kendisini Bea. Çünkü Lo kendi kendine nefes alamıyordu. Tüm o hastane araç gereçlerinin altında Lo’nun görünen kısımları çürük meyve gibiydi; kesip kurtaracak parçalar bile bulamadığınızdan çöpe atacağınız cinsten. Bea uzandı, avucu Lo’nun elinin üzerinde tereddütle havada kaldı.

Ona dokunmaya korkuyordu, herhangi bir temasın Lo’nun hayatla arasındaki belli belirsiz bağa zarar vereceğinden korkuyordu. Kesinlikle ölemezsin. Olay gerçekleştiğinde Grayson Keller’la sinemadaydı. Şey filmine girmişlerdi. Güney Kutbu’ndaki bir ileri karakolda işleri fazla kurcalamamanın en iyisi olacağını bilmeyen talihsiz bir ekip vardı ekranda, bu sırada Grayson’ın eli gömleğinin üst kısımlarında ve daha sonra da Bea’nın tüm engelleme çabalarına rağmen pantolonunun aşağılarında gezinmeye başlamıştı.

Bir tırın ailesinin SUV’sine çarpıp annesiyle babasını kaza ânında öldürdüğü sırada filmin hangi kısmında olduklarından emin değildi ve Lo’yu enkazdan çıkarmak için arabayı parçalayan acil kurtarma gereçleri getirildiğinde filmin bitiş jeneriğinin akıp akmadığını da bilmiyordu. Sinema salonunda herkesten nazikçe istenildiği gibi telefonunu kapamış, sonra da açmayı unutmuştu. Sonra Grayson onu bir partiye götürmüştü ve Bea orada başka bir çocuğun onu duvara yasladığını Grayson’ın görmesini sağlamıştı; bu çocuk, Bea’nın dokunulmak istediği yerlere doğru ellerini yönlendirmesine izin vermiş ve daha ileriye de gitmemişti. Gece yarısına doğru eve yürürken annesi ve babasının ona mesaj göndermemesinin ilginç olduğunu düşünmüştü.

Tabii ki sokağa çıkma yasağı koyamayacakları kadar büyümüştü artık, yani onu kontrol etmek zorunda değillerdi ama Bea olayın döndüğü yerde olmayı eskisinden de çok seviyordu ve bu durum annesiyle babasını endişelendiriyordu. Evine ulaştığında garaj yolu boştu. Ön kapı kilitli ve ışıklar kapalıydı.

Ebeveynlerini tek başına toprağa verdi çünkü cenaze bekleyemezdi. Sorunsuz hallettiğini umuyordu. Bayan Ruthie fazlasıyla yardımcı olmuştu ve şimdi günlerini büyük teyzesi Patty’yi –Bea ve Lo’nun (ölü) anneleri tarafındaki yaşayan tek akrabaları– bulmaya çalışmakla geçiriyordu. Hiç tanışmamışlardı ama muhtemelen Patty yaşananları öğrenmeliydi. Lo’nun artık o kadar çok sıkıntısı vardı ki onu öldüren şey kaza olmayacaktı. Sonradan kaptığı enfeksiyondu mesele. Doktorlar ellerindeki her antibiyotiği kullanmışlardı ve Lo’ya o kadar fazla sıvı verilmişti ki parmakları, kolları, ayakları ve yüzü şişmişti. Bea bugün hastaneye gittiğinde hemşire ona eğer dayanabilirse geceyi orada geçirmesini söyledi. Bea dayanamazdı.

Yine de burada kal, dedi hemşire. Lo tuhaf bir çocuktu; küçüklüğü Bea’ya tamamen yabancı ve Bea’nın sahip olduğu tüm büyülü dürtülerden yoksundu. Bea dünyada arkasına bile bakmadan koşardı, Lo ise bir geri dönüşün güvencesi olmadan hiçbir yere gidemiyor gibiydi. O altı yaşındayken, Lo geceleri sırılsıklam olmuş nevresimleriyle ağlayarak uyanır ve yardımını istemek için Bea’ya giderdi, annesi ve babasına hiç gitmezdi. Her seferinde o kadar zavallı görünürdü ki Bea sinirlenemezdi.

Lo yatağını ıslattığını kimseye söylemesin diye Bea’ya yalvarırken, Kâbus gördüm, derdi bir nefeste. Annesiyle babasının zaten bildiğini söylemeye Bea’nın gönlü el vermezdi; sonuçta çamaşırları kim yıkıyordu? Yine de birlikte çarşafları değiştirirler ve Lo’yu temizlerlerdi, sonra Bea onu yatağına yatırıp üstünü örterdi ve bunu durdurabilmek için kız kardeşini korkutarak uyandıran şeyin köküne inmeye çalışırdı ama hiç başarılı olamamıştı.

Bir gece Bea onu yatağına yatırdıktan sonra Lo kocaman açtığı gözleriyle ona bakmış ve başına neler gelebileceğini bilmemenin onu hiç korkutup korkutmadığını sormuştu. Bea korkutmadığını söylemişti. O sadece görebildiği şeylere inanırdı. Lo bir yazar olmak istiyordu. Bea, kız kardeşinin hiçbir zaman anlatma fırsatı bulamayacağı hikâyeleri düşününce işkence çekiyordu.

Bea içeride kimsenin olmadığı hastane şapeline gitti; oraya yaptığı yürüyüş birbiri ardına atılan tereddütlü adımlardan oluşuyordu. Mihrabın ve haçın önünde yere yığıldı, üzüntüsünün ağırlığı altında ezilip gözyaşlarına boğuldu. Her şeyi yaparım, dedi yere bakarak çünkü başka nereye bakacağını bilmiyordu.

Her şeyi yaparım. Oracıkta yere uzandı. Gözleri kan çanağına dönmüş, yanakları yaşlardan ıslanmış, dudaklarının ve burnunun çevresindeki deri ovuşturulmaktan kurumuştu ve sanki dökülüp bedeninden kopuyormuşçasına ağrıyordu. Tanrım, diye fısıldadı ve tekrar tekrar fısıldadığı tek şey bu oldu. Tanrım, her şeyi yaparım. Lütfen, Tanrım… Ve sonra O belirdi.

1. KISIM

EYLÜL 2017

Bir fırtınanın geldiğini hissederek uyandım. Havada değil, iliklerimde hissediyordum. Perdeleri kapalı penceremin köşelerinden güneş ışığı sızıyordu ve birisine yanına bir şemsiye almasını önersem deli olduğumu söylerdi çünkü perdelerimi çekip açtığımda gökyüzünde bir tane bile bulut olmadığını gördüm. Ama vücudum asla yalan söylemezdi ve ben daha tren istasyonuna ulaşamadan yağmur yağmaya başladı. “Lanet olsun.” Kucağımdaki bakışlarımı yavaşça yukarı kaldırıp yumruk yaptığım elimi açtım. Taksi şoförüm eğilmiş, ön camdan yukarıdaki gri örtüye bakıyordu. Çantamdan cüzdanımı buldum ve içinden birkaç banknot çıkarıp inmeden önce ön koltuğa doğru uzattım. Yağmurun ilk birkaç damlası tenime soğuk soğuk düştü ve sağ salim otomatik kapılardan geçtiğim an ciddi bir sağanak başladı. Benim kadar şanslı olmayan ve bir yerlere sığınmak için koşturan insanları izlemek için dönüp baktım. “Siktir,” diye homurdandı sırılsıklam bir kadın beceriksizce içeri girerken, perişan olmuş iki küçük çocuğu –biri kız biri oğlandı yanında sürüklüyordu.

Oğlan ağlamaya başladı. İstasyona dönüp duvardaki tarife panosuna baktım. On dakika erken gelmiştim ve gecikme yoktu. Rahatladım ama bunun zamanlamayla alakası yoktu. Gözlerimi kapadığımda, ağrıyan vücudumu zorla çıkardığım yatağın üzerinde beni bekleyen battaniye keşmekeşini görüyordum. Arkamı döndüm ve sendeleyip etten bir duvara çarptım: Bir adam. Ya da genç bir oğlan. Pek emin değildim.

Ya benden biraz büyüktü ya da biraz küçük. Zaman, karşımdakinin üzerinde henüz kesin bir kanıya varacağım kadar hak iddia etmemişti. Yüzümü gördüğünde gözleri hafifçe irileşti. “Seni tanıyor muyum?” diye sordu. Elmacıkkemikleri soluk beyaz tenine zıt bir şekilde kıpkırmızıydı ve kahverengi gözlerinin altındaki koyu halkalar, uykunun ne demek olduğuna dair hiçbir fikri olmadığı izlenimi uyandırıyordu. Çok zayıftı, kıvırcık saçları dağınık ve yağlıydı. Onu daha önce hiç görmemiştim ve bana bakışları pek de hoşuma gitmemeye başlayınca yanından geçip giderek onu hatasıyla baş başa bıraktım.

“Seni tanıyorum,” dedi arkamdan. Peronumda toplanan kalabalığa karıştım. Trene biniş öncesi yaşanan itiş kakıştan, kendimi ayrılmış yer kavramını tamamen unutmuş sabırsız bir topluluğun ortasında bulmaktan nefret ediyordum. Kısa süre içinde etrafım gergin yolcularla sarıldı; omuzları omuzlarıma, dirsekleri dirseklerime değiyordu. Dudaklarımı birbirine bastırıp gözlerimi kapadım ve ellerimi ovuşturdum. Yıllık hâlâ turp gibi –artık her ne demekse bu– teşhisim için bir günü doktorun ofisinde harcamaya bayılıyordum. “Canını benim uğruma yitiren, onu bulacaktır.”

Kelimelerin tuhaflığı, onları söyleyen sesin tatsız aşinalığı karşısında hareketsiz kaldım. Gözlerimi açıp başka duyan oldu mu diye etrafıma bakındım ama duydularsa da insanlar benim yapmadığımı yapıyor, treni beklerken gözlerini raylardan ayırmıyorlardı. Ben de aynısını yapmaya karar verip arkamdakinin yoğun varlığını görmezden geldim; ta ki sırtımda bir baskı hissedene ve o sözleri tekrar –bu sefer daha yakından– duyana kadar. “Canını benim uğruma yitiren…” Ona döndüm. “Baksana, siktirip gidecek misin yoksa…” “Sen Lo’sun,” dedi.

Afallayıp sessizliğe gömüldüm. Tartışmaya hiç yer bırakmayan gözleri, kim olduğumdan benim hiç olmadığım kadar emin di. Ben ona adımı nereden bildiğini, nereden duyduğunu soramadan ağzını bir kez daha açtı. Yaklaşan trenin gürültüsü sesini bastırsa da dudaklarını okudum: Bul bakalım. Kolumu yakaladı ve kendisiyle peronun ucu arasında duran huysuz yolcuları yararak ilerlemek için beni kenara itti. Peronun ucuna ve… “Hey,” dedim arkasından. “Hey!” Raylara temiz bir atlayış yapana kadar kimse onu görmedi ve gördüklerinde de sadece şimdi ne yapacağını bekleyerek öylece seyrettiler.

 

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Bu Bir Tatbikat Değildir ~ Courtney SummersBu Bir Tatbikat Değildir

    Bu Bir Tatbikat Değildir

    Courtney Summers

    HER ŞEY YOK OLDUĞUNDA, NEYE TUTUNURSUNUZ? Dünyanın sonu gelmişti. Hayatta kalmayı başaran altı öğrenci Cortege Lisesi’ne sığınmıştı ancak dışarıdaki ölüler kapıları yumruklayıp dururken orada...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Mrs. Dalloway ~ Virginia WoolfMrs. Dalloway

    Mrs. Dalloway

    Virginia Woolf

    Her şeye rağmen güneş parlıyordu. Her şeye rağmen insan yaşadıklarının üstesinden geliyordu. Her şeye rağmen hayat, günü güne eklemenin bir yolunu buluyordu. Londra cemiyetinin...

  2. Genç Sherlock Holmes – Mavi Buz ~ Andrew LaneGenç Sherlock Holmes – Mavi Buz

    Genç Sherlock Holmes – Mavi Buz

    Andrew Lane

    Dünyanın sayılı Sherlock Holmes kitapları koleksiyonerleri arasında yer alan İngiliz yazar Andrew Lane, Arthur Conan Doyle’un yarattığı Sherlock Holmes karakterini genç nesillere tanıtıyor. “Genç Sherlock...

  3. Süt Lekesi ~ Szilvia MolnarSüt Lekesi

    Süt Lekesi

    Szilvia Molnar

    Bir apartman dairesinin duvarları arasında, bir zamanlar çevirmen olan taze anne, eski kimliğinden kopmanın ezici duygusuyla mücadele eder. Lohusalık günlerini dört duvar arasına sıkışmış...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur