Japonya’nın en çok övgü toplayan yazarlarından Yoko Ogawa’dan içleri ısıtan, duygusal bir roman… Zeki bir matematikçi olan Profesör, yıllar önce ciddi bir trafik kazası geçirir. Bu yüzden kısa süreli belleği sadece son seksen dakikayı kaydedebilir. Profesör, ona bakmakla yükümlü genç bir bakıcı ve küçük oğlundan başka hiç kimseyle iletişim kuramamaktadır. Seksen dakikadan öncesini hatırlayamayan Profesör her sabah bakıcısıyla yeniden tanışır ve her seferinde aralarında naif bir ilişki filizlenir.
Profesör kahvaltıda ne yediğini hatırlamıyor olsa da söz konusu matematiksel denklemler olduğunda beyni mucizevî bir şekilde çalışmaktadır. Bu denklemler Profesör’ün Kök ismini verdiği, bakıcının on yaşındaki oğlu ile kadına şiirsel ve korunaklı bir dünyanın kapılarını açmaktadır. Bu sıra dışı evde, üç kayıp ruh arasında soyut sayılardan daha da gizemli bir duygusal bağ kurulur.Sayıların sihirli dünyasının karakterlerin trajedileriyle kesiştiği bu roman, farklı bir tat sunmakla kalmayıp bizlere büyük yalnızlıkların büyük umutlara gebe dünyasından güzel ve dokunaklı bir parça sunuyor.
“Son derece özgün. Çok sevimli. Bir o kadar da dokunaklı.”
-Paul Auster-
“Yoko Ogawa insan psikolojisinin en ince noktalarını, zarif ve dokunaklı anlatımıyla ifade ediyor.”
-Kenzabur? ?e-
“Profesör ve Hizmetçi başından sonuna mükemmel bir roman… Kazuo Ishiguro ve Kenzabur? ?e’nin romanlarındaki sıcaklığı ve bağı, Haruki Murakami’nin mizahını bu kitapta bulabilirsiniz. Üç hayat, bir üçgenin köşeleri gibi birbirine bağlanıyor. ”
-Susan Salter Reynolds-
“Ogawa’nın kurgusu, sizi olduğunuzdan daha eğlenceli gösteren bir ayna gibi… Alışılagelmiş cevapları eğip büküyor, sonra yan yana diziyor. Haruki Murakami gibi, bir kültürün hikâyesini hedef alıyor ve sonra bunu sizin zihninize kancalıyor. Halüsinasyon gibi, iğneli ve merak uyandıran anlatımı aklınıza takılıp kalacak. ”
– The Washington Post Book World –
“Bu tatlı, melankolik roman mükemmel olmayanın özündeki güzelliği çekip çıkaran Japon estetiğini yansıtıyor…”
-Amanda Heller-
***
BOLÜM 1
Biz ona Profesör diyorduk. Profesör ise oğluma “Kök” ismini takmıştı, çünkü oğlumun yassı kafasını karekök işaretine benzetirdi.
Profesör, oğlumun saçlarını okşarken, “İşte zekâyla dolu bir kafa,” dedi. Arkadaşlarının kendisiyle dalga geçmemesi için şapka takan Kök ise umarsamaz bir şekilde omuz silkti. Profesör, “Bu küçücük işaretle sonsuz miktarda sayıyı, hatta görünmeyen sayıları dahi bilebiliriz,” diyerek tozlu çalışma masasının bir kenarına parmağıyla “karekök” işareti çizdi.
Oğlum ve benim Profesör’den öğrendiğimiz sayısız şeyin arasında karekök işaretinin anlamı en önemlilerinden biriydi. Evrenin varoluşunun sayılarla açıklanabileceğine inanan Profesör, “sayısız” ifadesini kullanmamı fazla baştan savma bulurdu, fakat bunu başka türlü nasıl ifade edeceğimi bilmiyorum. Profesör bize Guinness Rekorlar Kitabı’na konu olmuş, metematiksel ispatlarda kullanılan yüz bin basamaklı en büyük asal sayının mantığını ve sonsuzluğun ötesi fikrini anlatmıştı. Ne kadar ilginç olursa olsun, bütün bunlar onunla vakit geçirmeyle kıyaslanamazdı. Sayıları karekök içine almayı öğrettiği günü hatırlıyorum. Nisan ayının başında yağmurlu bir akşamdı. Oğlumun bıraktığı okul çantası yerdeki halının üstündeydi. Profesör’ün çalışma odası loştu. Pencereden yağmur damlacıklarının ağırlaştırdığı kayısı ağacı çiçekleri görünüyordu.
Profesör hiçbir zaman bizim bir probleme vereceğimiz doğru yanıtla ilgilenmezdi. O bizim çılgın ve umutsuz tahminlerimizin yerini sessizliğe bıraktığı zamanları kollar, bu tahminler yeni bir problem meydana getirirse daha da sevinirdi. Hataların da doğrular kadar kendini gösterdiğine inanıyordu, bu nedenle “yanlış hesaplamaları düzeltmek” olarak tanımladığı özel bir yeteneğe sahipti. Harcadığımız tüm emekler boşa çıksa da, kendimizi rahat hissetmemizi sağlıyordu.
“Pekâlâ, negatif bir sayının karekökünü alırsak ne olur?” diye sordu Profesör.
“Bir sayıyı kendisiyle çarpınca -1 sonucuna ulaşacaksınız öyle mi?” diye sordu Kök. Okulda kesirli sayıları henüz görmüş olan oğlumu 0’dan küçük sayıların da var olduğuna ikna etmeye çalışmak Profesör’ün yarım saatlik bir dersini almıştı ve oğlum için bu büyük bir sıçrama demekti. Zihnimizde ’in karekökünü resmetmeye çalışmıştık. . 100’ün karekökü 10, 16’nın karekökü 4, 1’in karekökü 1. Dolayısıyla -1 sayısının karekökü…
Profesör bize baskı yapmazdı, tam tersine bizim problemleri çözerkenki yüz ifadelerimizi keyifle izlerdi.
“Böyle bir savı yok ki!” dedim kararsız bir sesle.
“Elbette var,” dedi, parmağıyla göğsünü işaret ederek. “İşte, burada içimde. O en gizli sayı, bu nedenle asla görülebilecek yerlerde açığa çıkmaz. Ama burada,” demişti. O an sessizleştik, görünmeyen uzak bir yerdeki -1 sayısını hayal etmeye çalışıyorduk. Sadece yağmurun, pencereye vuran sesi duyuluyordu. Oğlum karekök işaretinden emin olmak istercesine elini saçlarında gezdirdi.
Profesör, her zaman öğretmenlik yapmaya çalışmazdı. Bilgi sahibi olmadığı konularda çok saygılıydı ve böyle durumlarda -1’in karekökü konusunda olduğu kadar alçakgönüllüydü. Ne zaman yardımıma ihtiyacı olsa bu arzusunu olabilecek en nazik şekilde dile getirirdi. En basit ihtiyaçlarında bile; mesela ekmek kızartma makinesinin saatini kurmasına vardım edeceğim zaman. “Sana zahmet olacak ama…” diye söze başlardı. Bir keresinde saati kurduğumda ekmeğin kızarmasını oturup beklemişti. Ekmek kızartma makinesi gerçeği Pisagor teoreminden farksızmış gibi, kızarmış ekmekleri görünce âdeta birlikte yaptığımız matematiksel ispatlar kaçışında duyduğu hayranlığı duymuştu.
Akebono Temizlik Ajansı, beni Profesör için çalışmaya ilk gönderdiğinde 1992 yılı Mart ayıydı. O zamanlar on yıllık çalışma tecrübem olmasına rağmen, Japon iç denizindeki küçük bir şehirde hizmet veren ajansa bağlı en genç kadın bendim. Her türden işverenle geçinmeyi başarmıştım, başka bir temizlikçinin elini sürmeyeceği en zor müşterilere temizliğe gittiğimde bile asla şikâyet etmemiştim. Gerçekten bir profesyonel olduğum için kendimle gurur duyuyordum. Toplantıya katılan adayların yüzlerinden ev sahiplerini etkilemeye çalıştıkları anlaşılıyordu, fakat ajans başkanının herhangi bir adaletsiz yönlendirme yaptığına dair kulağıma hiçbirşey gelmemişti.
Profesörü gördüğümde elindeki kartta yer alan mühürler dikkatimi çekmişti. Mühürlerin çokluğu ne kadar çok temizlikçi değiştirmiş olduğunu gösteriyordu, çünkü genel olarak işverenin kartındaki her bir mühür başka bir temizlikçi ile iş sözleşmesi yapmış olduğunun işaretiydi. Profesör’ün kartında dokuz adet mühür vardı; bu, onunla ilgili olarak edindiğim ilk izlenimidir.
Mülakat için Profesör’ün evine gittiğimde beni kapıda karşılayan kişi zayıf, yaşlı ve zengin görünümlü bir hanımdı. Kestane rengine boyattığı saçlarını tepesinde toplamıştı ve üzerinde triko bir elbise ve sol elinde de siyah bir baston vardı. “Kayınbiraderime bakacaksınız,” dediğinde neden kocasının ağabeyinden sorumlu olabileceğini anlamaya çalışmıştım.
“Kimse uzun süre devam etmedi bu görevde, bu yüzden ben de çok zorluk çektim. Yeni birinin gelmesi işi öğretme sürecinin yeniden başlaması anlamına geliyor, bu hem benim için hem kayınbiraderim için gerçekten yorucu. Oysa iş basit; kesinlikle karmaşık değil. Pazartesiden cumaya öğleden önce 11:00’de gelirsin ve Beyefendiye öğle yemeğini hazırlarsın. Sonra odaları temizleyip düzenler, ev için gerekli alışverişi yapar, akşam yemeğini hazırlarsın, akşam 19:00’da paydos edersin,” demişti.
Bu kadının “kayınbiraderim” deyişinde tereddütlü bir hal vardı. Çok kibar konuşmakla birlikte sol elinde tuttuğu değneği asabiyetten olsa gerek durmadan sallıyordu. Benimle gözgöze gelmemeye çalışıyordu ama bazen bana doğru amirane bakışlar atıyordu. “Bütün detaylar ajansınız tarafından hazırlanmış olan hizmet sözleşmesinde belirtildiği gibidir,” dedikten sonra, “kısacası senden, herkesin istediği rahat bir günlük yaşamı ona sağlamanı istiyorum, bu bana yeter!” vurgusuyla sözlerini bağlayıvermişti.
“Kayınbiraderiniz şimdi burada mı?” diye sordum. Yaşlı kadın elindeki değneğin ucuyla arka bahçenin ayrı bir köşesini işaret etti. Kırmızı ardıç kuşunun sesinin geldiği yönde bahçe çitinin karşı tarafında, tenha yeşil alanın biraz ilerisinde kırmızı bir dam gözüme ilişti.
“İki ev arasında gidip gelmen gerekmiyor, çünkü senin yapacağın iş ne de olsa onun evinde. Evi kuzey yönüne bakan yol kenarında olduğu için giriş çıkışlarda o taraftaki kapıyı kullanırsan çok memnun olurum. Ha bir de ondan kaynaklanan problemleri bana yansıtmadan kendin çözmeni istiyorum,” derken elindeki bastonu tembih edercesine bir kez yere vurdu. “Senden bu kurallara uymanı rica ediyorum,” demeyi de ihmal etmedi.
Ev sahibimin saçlarını her gün başka bir renk kurdeleyle bağlamak, çay için kaynattığım suyun tam 75 derece olması veya akşamüstleri Çobanyıldızı belirdiğinde dua okumak gibi sıradışı taleplerle önceki iş tecrübelerimde karşılaştığım için, yaşlı kadının bu talebi oldukça açık ve netti. Dolayısıyla, “Elbette,” deyivermiştim.
“Onunla tanışabilir miyim?” diye sordum.
“Buna gerek yok,” dedi, son derece kısa ve sert bir yanıt alınca ister istemez biraz ileri gittiğimi, hatta uygunsuz bir şey söylemiş olduğumu düşünmüştüm. “O şimdi seni görse bile yarına kadar unutacaktır; bu sebeple görmene gerek yok!” deyip kestirip attı.
“Hafızasıyla ilgili sorunu var; bunadığını söyleyemem tam tersine beyni iyi çalışır, on yedi yıl önce geçirmiş olduğu trafik kazası sebebiyle son zamanlardaki hiçbir şeyi hatırlamıyor. Hafızası 1975’te durdu. Otuz yıl önce üzerinde çalışıp geliştirdiği bir teoremi hatırlıyor ama dün akşam yemekte ne yediğini hatırlayamaz. Daha basit bir şekilde açıklayacak olursam; beyninin içinde seksen dakikalık kayıt yapabilen bir kaset olduğunu söyleyebilirim, hafızasına yeni şeyler eklemeye çalışsa da maalesef daha öncekiler siliniveriyor, süre olarak bir saat yirmi dakikaya tekabül ediyor. Ne daha çok, ne daha az.” demişti. Kim bilir kaçıncı kez birisine aynı açıklamayı yapıyordu ki sözlerini hiçbir duygusallık belirtisi göstermeden ardı ardına sıralamıştı.
Hakikaten seksen dakikalık bir hafızanın nasıl bir şey olduğunu anlamak zordu. Daha önce de hasta insanlara bakmış ve onların ev işlerini yapmıştım ama bu işimde önceki tecrübelerimin faydasını görebilecek miydim diye düşünürken birden aklıma mülakatların yapıldığı gün, yeni işverenimin kartında ne kadar da çok mühür olduğu gelmişti.
Ardıç kuşunun sesinin geldiği yönde ilerledim, yeni ev sahibimin evini yaşlı kadının evinden ayıran çitler eski görünüyordu. Biraz daha yakından bakınca kapının kilidinin fazlasıyla paslı olduğu da fark ediliyordu, nasıl bir anahtar olursa olsun o kapıyı açmak zaten mümkün olamazdı. Yaşlı kadın, “Pekâlâ, öyleyse yarından sonra yani pazartesi itibariyle işe başlarsın, bir itirazın yok değil mi?” diye emin olmak için tekrar sormuştu. Bu konuşmadan sonra Profesör’ün evinin yeni temizlikçisi olmuştum.
Bu yaşlı kadının mükemmel bir evde oturmasına karşın Profesör’ün oturduğu ev mütevazı olmaktan da öte pejmürde bir görünümde; pek geniş bir alan kaplamayan, daha ziyade oracığa sıkıştırılmış bir kulübe izlenimi veriyordu. Bu bakımsız alanı çevreleyen sıra sıra ağaçlar âdeta evin terkedilmiş imajını silmek amacıyla dikilmiş gibiydi, bu yüzden de giriş pek güneş almıyordu, kapının zili ise bozuktu.
“Ayakkabı numaran nedir?” diye sordu kapıyı açan adam, kendimi onun yeni bakıcısı olarak tanıttığımda. Ne bir selam vermişti ne bir tebessüm belirmişti yüzünde. Yıllardır edindiğim tecrübe bana, ev sahiplerinin sorularını her zaman cevaplamam gerektiğini öğretmiş olduğu için istediği gibi yanıtladım.”
“24 cm,” dedim.
“Güzel sayı, demek ayak numaran dört sayınının çarpanlarından oluşuyor.” Profesör kollarını göğsünde kavuşturup gözlerini kapattı, bir süre sessiz kaldı. Ev sahibim için ayak numaram bu kadar önemliyse bu konu üstüne konuşmayı sürdürmem iyi olacak düşüncesi zihnimi meşgul ediyordu.
“Çarpan nedir?” diye sordum.
“1’den 4’e kadar olan doğal sayıların çarpımı 24 eder,” diye sorumu yanıtlamıştı. Profesör gözleri kapalı olarak sormaya devam edecekti.
“Peki, telefon numaran nedir?”
“576 14 55,” dedim.
“576 14 55 mi? Mükemmel! Bu sayı 100.000.000’a kadar kaç tane asal sayı olduğunu gösterir,” dedi ve kendi kendine aferin der gibi başını salladı.
Sebebini tam anlayamamış olsam da onun coşkusundan telefon numaramın gerçekten mükemmel olduğu hissine kapıldım. Sayılar konusunda usta olduğunu göstermeye çalışır bir hali yoktu, tam tersine bana oldukça samimi gelmişti. Yoksa benim telefon numaramda geleceğe dair iyi bir işaret mi gizliydi ve bu numara benim özel bir kaderimin olduğuna mı işaret ediyor diye düşünmekten kendimi alamazdım.
Evin bakıcısı olarak işe gidip gelmeye başladıktan sonra kelimelerin yerine sayılarla iletişim kurmanın Profesör için daha kolay olduğu kanısına vardım. Aslında bu, onun başkalarıyla iletişim kurma yöntemiydi, onun için oldukça güven vericiydi. Sayılar onun bazen el sıkmak için kullandığı sağ eli, bazen de kendini korumak için giydiği zırhıydı. Bu zırh dışarıdan dokununca oldukça kalın, vücut hatlarını göstermeyen ve çıkarmaya kimsenin gücü yetmeyeceği kadar da ağırdı. O bu zırhı giydiği zaman kendisini güvende hissediyordu ve ona kimse bir şey yapamazdı. Ben Profesör’ün evinde temizlikçi olarak çalışmaya başladıktan sonra her sabah kapının önünde aynı diyaloğu yaşamaya başladık. Seksen dakikada bir hafızası silindiği için her sabah ben kapıda belirince o ilk günkü çekingenliğini her gün tekrar tekrar gösteriyordu. Sorduğu sorular arasında ayakkabı ve telefon numaralarımdan başka, posta kutusu numaram, bisiklet kayıt numaram, ismimi oluşturan karakterlerin çizgi sayısı gibi sorular da yer alıyordu. Bu sorulara yüklediği anlam da hemen hemen birbirinin aynıydı. Mutlaka bir anlam çıkarmaya çalışmıyor olsa da her seferinde ağzından çarpan, asal sayı gibi kelimeler dökülebiliyordu. Çarpanlar ve asal sayılar hakkında Profesörden açıklama alsam da kapının önündeki sohbetimizi her sabah sanki ilk kez karşılaşıyormuşuz gibi tekrar ediyorduk. Telefon numaramın her isteyenin bana ulaşabileceği bir numara olmadığını, özel anlamı olduğunu ve kaderimi işaret ettiğini düşünerek iç huzuruyla günlük işime başlamamı sağlıyordu.
Profesör altmış dört yaşındaydı, eskiden üniversitede Matematik Profesörü olarak görev yapmıştı. İlk görüşte olduğundan daha yaşlıymış gibi bir izlenim bırakıyordu. Bunun esas sebebi yaşlılığından ziyade bakımsız olması daha doğrusu yeterince iyi bakılamamış olmasıydı. Kamburu da çıktığı için zaten topu topu 1.65 olan boyu daha da kısa görünüyordu, kemikleri çıkmış, derisindeki kırışıkların arasında kirler birikmişti, beyazlamış saç telleri ise kâh bir yana kâh öbür yana düşerek kulaklarının yarısını örtüyordu. Ses tonu yumuşak, hareketleri ise ağırdı; öyle ki ne yaparsa yapsın her hareketi normalden iki kat uzun sürecekmiş izlenimini verirdi. Dışarıdan bakıldığında yüz hatları çok güzel olan bir adamdı; gençken ne kadar yakışıklı olduğunun emarelerini hâlâ yüzünde taşıyordu. Evde ya da nadiren de olsa dışarı çıktığı zamanlarda her ne olursa olsun takım elbise giyer kravatını takardı. Dört mevsim için biri kışlık biri yazlık biri de bahar ve sonbahar aylarında giydiği toplam üç takım elbisesi vardı, bununla beraber üç kravatı ve altı gömleği ve bir de yün paltosu bulunuyordu; fazladan bir kazak veya bir pantolon daha yoktu. Evin temizlikçisi gözüyle bakacak olursam, karışmayacak bir dolabı olduğu için bu durumdan memnundum.
Öyle sanıyorum ki Profesör dünyada takım elbiseden başka bir kıyafet tarzının olduğunun farkında değildi. Başkalarının nasıl giyindiğine ilişkin bir merakı yoktu hatta kendi görünümüyle de pek alakadar değildi. Ona göre sabah kalkıp dolabı açarak kuru temizleme poşetinde olmayan bir takım elbiseyi giymek yeterliydi. Üç takım elbisesi de koyu renkti ve bu elbiseler, onun yorgun görünümlü cildine o kadar uygundu ki bu renk üstünde âdeta ikinci bir ten rengi gibi duruyordu.
Öte yandan Profesör’ün kıyafetlerine dair en çok şaşırdığım şey, elbisesinin sağına soluna iğnelerle tutturulmuş notlardı. Bu notlar yakasında, kol ağızlarında, ceplerinde, ceketinin eteklerinde, kemerinin üstünde hatta düğme deliklerine; kısacası akla gelebilecek her yere iliştirilmişti. Klipsler yüzünden takım elbisesinin şekli kırışık, şekli de bozuk görünüyordu. Eliyle yırttığı ya da makasla kestiği bu kâğıtların üstünde yazanları okumak için yanına yaklaşıp okuduğumda bunların Profesör’ün sınırlı hafızası sebebiyle unutmamak için yazdıkları olduğunu ve bunları kaybetmemek için iğnelediğini fark etmiştim. Bu garip görüntüsü ayakkabı numaram hakkındaki soruları kadar şaşırtıcıydı.
“İçeri gel, benim şimdi biraz işim var ama sen zaten ne yapman gerektiğini biliyorsun,” dedikten sonra çalışmalarına gömülüyor, çalışması bitene kadar da yanına yaklaşmak mümkün olmuyordu. Çalıştığı süre boyunca odasından kâğıtların hışırtısı geliyordu.
Benden önce bu evin temizlikçisi olarak bir süre çalışmış dokuz kişiden toplayabildiğim bilgiye göre ana binadaki yaşlı kadın duldu ve kocası da Profesör’ün ağabeyiydi. Ebeveynlerinin ölümünün ardından Profesör, İngiltere’ye Cambridge Üniversitesi’ne tahsil için gitmişti. Annesi ve babası öldükten sonra tekstil fabrikasını tek başına işletmek zorunda kalan ağabeyi ise kendisinden 12 yaş küçük olan kardeşinin okul masraflarını karşılamış, onun Cambridge’deki matematik öğrenimine devam etmesini sağlamıştı. Fakat maalesef. Profesör doktorasını yaptıktan sonra ülkesine dönüp bir üniversitenin araştırma kürsüsünde göreve başlayacakken çok sevgili ağabeyini karaciğer yetmezliğine bağlı bir rahatsızlıktan dolayı aniden kaybetmişti. Ağabeyinin dul kalan eşi ise çocukları olmadığı için fabrikayı yıktırıp aynı yere büyük bir apartman inşa ettirmiş ve bu dairelerden gelen kirayla yaşamaya başlamıştı.
Sonraki yıllarda Profesör ve yengesi sakin ve saygın hayatlar sürmüşlerdi, ta ki o trafik kazası meydana gelene kadar. Bir ağır vasıta şoförü direksiyon başında uyuklayınca Profesör’ün arabasına taklalar artırmıştı. Bu kazada Profesör bir daha eski haline dönmesine olanak vermeyecek şekilde kafasına çok şiddetli bir darbe almış, sağlık nedenlerinden ötürü üniversitedeki işini kaybetmişti. O zaman 47 yaşında olan Profesör sadece bazı ödüllü sayı bulmacalarını çözerek kazandığı para ödüllerinden başka bir geliri olmadan ve evlenmeden dul yengesinin gözetiminde on yedi yıl boyunca hayatını sürdürmüştü. Profesör’ün deli saçması sayısal analizlerine dayanamayıp bir haftada işten ayrılan evin önceki bakıcıları, “Öyle mükemmel bir adamın kardeşi âdeta parazit gibi ağabeyinin mirasına dadanmış. Dul kadına da yazık oluyor!” diyorlardı.
Dışarıdan bakıldığında verdiği izlenime paralel bir şekilde, Profesör’ün yaşadığı kulübenin içi de oldukça soğuktu. Mutfak ve çalışma odasıyla yatak odasından başka oda yoktu, fakat ev küçük olmaktan ziyade ruhsuzluğuyla dikkat çekiyordu. Eşyaların hepsi ucuzdu, duvar kâğıtları eskiydi, yer döşemelerindense çürüme belirtisi garip sesler geliyordu. Evde bozuk olan sadece kapı zili değildi; akla gelebilecek her şey ya bozuktu ya da bozulmasına ramak kalmıştı. Tuvaletteki küçük pencerede çatlak vardı, mutfak kapısının tokmağının yarısı çıkmıştı, mutfak dolabının üstünde ise düğmesini ne kadar çevirirsen çevir hiç çalışmayan bir radyo vardı.
İlk iki haftanın iyi mi kötü mü geçtiğini anlamamış, sadece yorulmuştum. Öyle ağır bir iş yapmamış olsam da kaslarım gerilmişti, gergindim, üstüme bir ağırlık çökmüştü. Hiç şüphesiz, hangi iş olursa olsun bir alışma evresi vardı. İşin ritmini yakalayana kadar zorluk çekmek doğaldı, fakat Profesör’ün bu hali durumu vahimleştiriyordu. Normal şartlarda ev sahibi nerelerin temizlenip düzenleneceğini nereye dokunulmaması gerektiğini söyler, zaman içinde bunlar o ev sahibinin tarzını da anlamanın verdiği rahatlıkla temizlikçi tarafından kolayca yapılırdı. Ben de zamanla işime konsantre olarak ya da önsezilerimi kullanarak (tecrübe kazandıkça gelişen bir durum mudur bilmem) işin gidişatını daha iyi anlamaya başlardım. Fakat Profesör başından beri bir kere bile özellikle yapmamı istediği herhangi bir söylememişti, sanki hiçbir şey yapmadan dursam da onun için fark etmezmiş gibi beni görmezden geliyordu. Dul yengesinin talimatlarına göre sabahtan yemeği yapmam gerekiyordu. İlk gün buzdolabına ve tabii ki mutfak dolabına baktığımda küflenmiş biraz sebze kullanma tarihinin üzerinden dört yıl geçmiş makarnadan yiyecek bir şeye rastlamamıştım.
Bir gün çalışma odasının kapısını çaldım, cevap gelmeyince bir kez daha denedim, sonra yavaşça kapıyı açıp odasına girdim Profesör o esnada sırtı kapıya dönük, masasına kapanmış bir şeyler yazıp çiziyordu.
“İşinizi bölüyorum ama…” diye Profesör’e seslendim ama o kılını bile kıpırdatmadı. Kulağı mı duymuyordu yoksa çalışmasına konsantre olmak için mi kulağına pamuk tıkamıştı anlayamadığım için yanına biraz daha yaklaştım. “Öğle yemeği için ne istersiniz? Sevdiğiniz, sevmediğiniz, alerji yapan ya da size dokunan yiyecekleri söylerseniz bana çok yardımcı olursunuz,” deme gafletinde bulunmuştum. Çalışma odasına kokusu sinmişti, hele bir rüzgâr essin bu koku evin içine en kuytu köşelere kadar dolardı. Boyu pencerenin yarısına kadar gelen birçok kitap kutusu sıralanmış, kitap raflarına sığmayanlar ise yerde ufak bir başka yığın oluşturmuştu. Her haliyle sert olduğu belli olan yatağın üzerindeki yorgan ise yırtıktı. Masanın üzerinde değil bilgisayar, bir sayfa kağıttan başka bir şey yoktu. Anlaşılan o ki, Profesör çalışmalarını sadece kalem kullanarak yapıyordu. O an, Profesör gözlerini boşluğa dikmiş bir şey arıyormuş gibi baktı. Bu sefer de yanına yaklaşıp, “Eğer özel bir arzunuz yoksa ben uygun olabilecek bir şeyler hazırlayacağım, olur mu? Lütfen çekinmeden bana istediğinizi söyleyin.” dedim.
O sırada üzerine iliştirmiş olduğu notlardan bir kaçını görebildim. Notlarda okuyabildiklerim bir tanesini bile anlayamadığım karışık kelimelerdi, “…analiz başarısız olmuştur ama… Herbert 13. problemin…” ya da, “elipsin çevresi….” ve anlamını bilmediğim daha pek çok sayı ve kelime… Bu notların yıllar önce klipsle tutturulmuş olduğu kağıtların eskimişliklerinden belli oluyordu. Not kağıtlarından birinde, “Benim hafıza kapasitem sadece seksen dakika,” yazıyordu. Söylenecek fazla bir şey yoktu. Orada bulunmama bir anlam veremeyen profesör kafasını sallayarak kocaman bir sesle, “Şu anda düşünüyorum,” dedi ve kafasını çevirdikten sonra, “konsantrasyonumu bozman üzücü, ayrıca sayılarla oynarken birinin böyle aniden içeri dalması insanın tuvalette rahatsız edilmesi gibi bir şey. Bunu anlamıyor musun sen?” diye beni azarladı. Sonra defalarca özür dilesem de o beni hiç duymadı ve gözleri yine boşlukta dolaşmaya başladı.
Doğru düzgün iş yapmaya bile başlamamışken, ilk günden bu şekilde azarlanmak moralimi çok bozmuştu.
Bu işten çıkartılacak onuncu kişi ben olmazsam iyi, diye geçirmiştim içimden. “Düşünme” esnasında beni rahatsız etme, uyarısı böylece zihnime kazınmıştı. Fakat Profesör neredeyse bütün gün “düşünüyordu”, çok nadiren çalışma masasından kalkıyor, sofraya oturduğunda, hatta lavaboda ellerini yıkarken veya jimnastik yaparken bile düşünmeye devam ediyordu. Gözünün önündeki yemeği ağır ve otomatik hareketlerle ağzına götürüyor, yeterince çiğnemeden yuttuktan sonra bir kör gibi yürüyüp gidiyordu. İhtiyacı olduğunda su kovasını nereye koyduğumu ya da su kaynayınca nasıl kullanması gerektiğini bilmese bile sormuyordu. Henüz alışmadığım bu ortamda herhangi bir gürültüye sebep olmamak için ekstra dikkat sarfediyor, nefes almaktan bile çekiniyor, adımlarımı bile sağ–sol–sağ düzenli atıyor ve Profesör’ün beyninin o kısa molalardan birini vermesini bekliyordum.
İşe başladıktan iki hafta sonraki cuma günüydü, akşam üstü saat altı civarında Profesör her zamanki haliyle akşam yemeğini yiyordu. Genellikle bilinçsiz bir şekilde yemeklerini yediği için, etlerin kemiksiz, balığın kılçıksız olmasına hatta sebze yemeğinde sebzeleri kaşığına bir seferde alabileceği gibi ayarlayarak tabağına servis etmeye dikkat ediyordum. Ailesini genç yaşta kaybetmiş olduğu için sofra adabını pek bilmiyordu. “Afiyet olsun!” demesiyle ağzına lokmayı atması bir oluyordu, üstelik onu sofradaki peçeteyi kullandıktan sonra bununla bir de kulağının içini temizlerken yakalıyordum. Ne bir şeylerden şikayet ediyor ne de benimle sohbet etmek için bir girişimde bulunuyordu. Fakat bir akşam yemekte o zamana kadar hiç görmediğim yeni bir notun koluna iliştirilmiş olduğunu çorbasını içerken kolu çorbasının içine girdiğinde fark ettim. Notun üzerinde çok küçük harflerle “Yeni bakıcı hanım” yazıyordu, kâğıdın arkasında ise kısa saçlı, yuvarlak yüzlü bir kadın suratı çizilmişti, yaptığı resim çocuk çizimine benzese de bir bakışta beni çizdiği anlaşılıyordu. Gözümde paydos saati geldiğinde onu yemeğini yerken birden bırakıp çıktığım bir sahne canlandı. Demek ben çıktıktan sonra resmimi çizmişti. Bu not onun benim hakkımda ne kadar kafa yorduğunun ispatıydı…
Biraz daha yemek alır mıydınız? Bu sebze yemeğini çokça yaptım o yüzden biraz daha verebilirim,” dedim oldukça yumuşak ve alçak sesle. Cevap vermemiş sessiz kalmayı tercih etmişti. Profesör sessizliğin ardından kafasını bile çevirmeden kalkıp yine çalışmalarına döndü, tabağında sadece haşlanmış havuçlar kalmıştı.
Yine bir pazartesi, yeni bir haftaya kendimi tanıtıp üzerine iliştirmiş olduğu notlardan “Bakıcı Hanım” yazanı göstererek başlamıştım. Profesör bir çizdiği resme bir bana baktı, karşılaştırıp notun ne anlama geldiğini idrak etmeye çalıştı. Sessizliğinin ardından ayakkabı numaramı ve telefon numaramı da her zamanki gibi sordu, fakat her nedense bana sayılarla dolu bir kâğıdı gösterip Matematik Dergisi’ne postalamamı rica ettiğinde beni geçen haftakinden daha farklı algılamış olduğunu hissettim.
“Sana zahmet olacak ama, acaba…” sesi nazikti ve tavrı ilk iş günümde odasına girip onu rahatsız ettiğim zamanki halinden çok farklıydı. Bu benden istediği ilk şeydi, o an “düşünme halinde” değildi. Ona, “Kesinlikle zahmet olmaz, memnuniyetle yaparım,” dedim.
Mektubu aldım, zarfın üzerine verdiği garip adresi dikkatlice yazdıktan sonra mutlu bir şekilde postaneye koştum. Döndüğümde Profesör konsantrasyon halinde değildi ve mutfak penceresinin önündeki sallanan sandalyesinde şekerleme yapıyordu, bu durum çalışma odasını temizlemem için fırsat demekti. Pencereyi açıp yatağını ve yorganını havalandırdım, odayı da elektrikli süpürgeyle bir güzel süpürdüm. Odası karışık ve tozlu olmasına rağmen konforluydu. Masanın altına dökülmüş tutam tutam saçlar, yenmiş şekerlerin sapları veya kitapların arasında bulduğum bir tavuk kemiği beni artık o kadar şaşırtmıyordu. Yine de odada bir ölüm havası hâkimdi; gürültü olmadığı için değil de, derinleşen sessizlik durumu bu hale getiriyordu. Profesör ormanın derinliklerindeki bir pınar gibi gizli sayıların içinde gezinirken, yere düşen saçların bile bozamadığı bir sessizlikti.
Bu odanın göreceli rahatlığına rağmen, bu odayı beğenip beğenmediğim sorulsaydı hiç şüphesiz hayır derdim. Profesör’ün geçmişine ait ne bir fotoğraf ne boyası çıkmış bir süs eşyası ne de bir hatırat vardı, kısacası ilgimi çekip dönüp bakmak isteyeceğim tek bir şey bile yoktu. Bir gün toz alırken kitap kutusuna gözüm ilişti: Seri Sayılar Teorisi, Cebirsel Tam Sayı Teoremi, Sayısal Teoriler, Tsubare, Hamilton, Turing, Hardy, Baker, vesaire. Bu kadar çok kitap olmasına rağmen okunacak bir tane bile olmaması ilginçti. Kitapların yarısı yabancı dilde olduğu için kitabın arkasındaki açıklamaları okumam da mümkün değildi. Masasının üstü üniversitedeki ders notlarıyla doluydu, 4B kurşun kalem ve notları iliştirmeye yarayan klipsler masanın üstüne yayılmıştı. Böyle bir masada Profesör çalışmalarına nasıl konsantre oluyordu? Burada birisinin çalışmış olduğu sadece silgi kalıntılarından anlaşılabilirdi. Silgi kalıntılarını temizleyip masayı düzenlerken Profesör’ün sıradan bir kırtasiyede kolayca bulunmayan pahallı malzemelerden yapılmış cetvel, pergel kullanması gerekir diye düşünüyordum. Masanın yanındaki sandalyede Profesör’ün oturduğu kısım hafifçe içine çökmüştü.
“Senin doğum günün ne zaman?” diye sordu Profesör. O akşam yemekten sonra dosdoğru çalışma odasına dönmedi. Ortalığı toparlıyor olmama rağmen biraz sohbet etmek ister gibiydi.
“20 Şubat.”
“Öyle mi?”
Profesör bu tarihi yorumlarken ben de yemek bittiği için tabakları topluyordum, havuçları bu sefer de patates salatasından ayırmış tabağında bırakmıştı. Tabakları kaldırıp sofrayı toplarken “konsantrasyon halinde olmadığı” zamanlarda da yemekte masayı kirlettiği dikkatimi çekti.
Hâlâ bahar olmasına rağmen akşam olup da güneş çekilince hava hemen soğuduğu için gaz yağı sobası yanıyordu.
ordum.
Her zaman dergilere projelerinizi gönderiyor musunuz?” diye sordum.
“Proje ne demek? O kadar uzun boylu bir şey değil yaptığım; sadece matematik sorularını çözüp eğleniyorum, şansım varsa para da kazanıyorum bundan.” Matematik Sevenler Derneği bu ödülleri karşılıyor,” diye cevapladı sorumu.
O esnada Profesör birden ceplerini aramaya başladı, sol cebinden ufak bir kâğıt çıkardı, gözlerini silip, “Hmm, bu sefer 37 numara, ispatı gönderdim mi acaba? Evet evet, öyle olsa gerek,” dedi kendi kendine. Anlaşılan o ki öğleden önce postaneye gitmemin üzerinden seksen dakika geçmiş ve konuştuklarımız artık aklından silinmişti.
“Hay Allah, bu bir yarışma mıydı? Öyleyse belki de ekspres postayla göndermem gerekirdi.” “Hayır, hızlı olması gerekmez, elbette doğru cevabı herkesten önce ulaştırmak önemli ama eğer cevap doğru ama güzel değilse hiçbir anlamı yok, inan bana.”
“Matematiksel bir ispatın güzel olabileceği hiç aklıma gelmezdi. Güzel ve güzel olmayan yanıt diye bir şey mi var yani?”
“Elbette var!” dedi Profesör ve ayağa kalktı, tabakları yıkadığım lavabonun yanına kadar geldi ve yüzüme bakarken kafasını sallıyor, konuşmasını da sürdürüyordu.
“Gerçekten güzel bir cevabın ölçütü, açıklama gerektirmeksizin düzgün ve anlaşılabilir olmasıdır. Mesela, yanlış olmasa da karmaşık ifadeler içeren yanıtlar da vardır, anlıyor musun? Neden yıldızlar güzeldir sence? Kimsenin yapamayacağı kadar güzel matematiksel açıklamalar yapabilmek de yıldızlar kadar harikadır.”
Sohbete başlayan Profesör’ün şevkini kırmamak için tabakları yıkamayı bıraktım, durmadan evet anlamında kafamı sallıyordum.
“Senin doğum günün 20 Şubat.”
“2 ve 20 çok güzel sayılardır; şimdi buna bakmanı istiyorum” dedi ve devam etti, “bu benim üniversite yıllarımda yazdığım tez için aldığım ödül,” diyerek kol saatini çıkarıp gösterdi ve yeniden koluna taktı. Onun takabileceğinden çok faklı olarak pahalı, yabancı marka bir saatti.
“Harika bir ödül almışsınız,” dedim.
O da teşekkür ederek saatin arkasında yazan sayıyı okuyup okuyamadığımı sordu. Saatin arkasında, “284. ödül,” yazıyordu.
“Bu ödülün size tarihte 284. olarak verildiğini mi gösteriyor?”
“Şüphesiz, fakat esas konu 284 sayısı, şimdi bulaşık yıkamaya biraz ara ver ve sadece 220 ve 284 sayıları üzerine düşün. Sana bir şey ifade etmiyorlar mı?”
Önlüğümü çekerek beni mutfak sandalyesine oturturken, cebinden 4B kurşun kalem çıkardı, bir ilan broşürünün arkasındaki boş kısma bu iki sayıyı yazdı. 220 ve 284 sayılarını özellikle ayrı ayrı yazmasına bir anlam verememiştim.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıProfesör ve Hizmetçi
- Sayfa Sayısı2014
- YazarYoko Ogawa
- Çevirmen Pınar Demircan
- ISBN9786053434238
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviPegasus / 2014
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Salapurya Mahallesi ~ Penelope Fitzgerald
Salapurya Mahallesi
Penelope Fitzgerald
Salapurya Mahallesi 1960’ların başında Londra’da Thames Nehri üzerindeki deniz evlerinde yaşayan bir grup insanın yaşamöykülerini ve yaşam koşullarını aktarıyor. Kendisi de bir süre deniz...
- Boşluk ~ Barbara Kingsolver
Boşluk
Barbara Kingsolver
YENİ DÜNYA KADAR DERİN VE ZENGİN Boşluk, Meksika’nın sıcak kalbi ve 1950’lerin soğuk McCarthy Amerikası arasında kalan bir adamın güvenlik arayışının, insanın içine işleyen...
- Kazanan Yalnızdır ~ Paulo Coelho
Kazanan Yalnızdır
Paulo Coelho
Kazanan Yalnızdır’da Paulo Coelho, On Bir Dakika ve Zahir’de öne çıkan temalara geri dönüyor. İçinde yaşadığımız dünyada, lükse ve ne pahasına olursa olsun başarıya...