Kılıcın şarkısını duyan bir kadın
Savaşa hazırlanan bir prens
Kehanetlerin aydınlandığı bir yolculuk
Prens Baldair, Solaris İmparatorluğu’nun kaderini belirleyecek savaşa katılmak üzere yola çıkmıştı. Birliğine önderlik etmesi bekleniyordu ama ilk cinayetlerinin anısı ruhuna hâlâ eziyet ederken bunu nasıl yapacağına dair bir fikri yoktu. Ona musallat olan hayaletlerden kaçmaya çalıştığı bir gece, kader karşısına gizemli bir kadın çıkardı: Şimdiye dek gördüğü en inanılmaz kılıç ustasını.
Raylynn, bir grup paralı askerle ve ona kılıca dair bildiği her şeyi öğreten annesiyle büyümüştü. Düellolara katılıp hem hayatını kazanıyor hem de onu tahta bağlayan kehanetin izlerini sürüyordu. Kibirli prenslere ayıracak zamanı yoktu. Hele annesinin katili hâlâ elini kolunu sallayarak gezerken.
Raylynn’i, Altın Muhafızlar’ına katmak isteyen Baldair’in önünde zorlu bir yol vardı – kadının aklını meşgul eden şeyi çözmeli ve kayıp kılıcı bulmalıydı. Neyse ki sağlam meydan okumalara ve kılıç dövüşünde onu alt edebilecek kadınlara bayılırdı.
“Altın Muhafızlar serisinin yeni kitabı, çıtayı daha da yükseltiyor.” —L. R. W. Lee
“Daha ilk cümleden sizi içine çekiyor.” —The Bookish Crypt
“Elise Kova’nın yazdığı ve benim elimden bırakamadığım bir kitap daha.” —Leia W.
“Bu yazar beni hiç hayal kırıklığına uğratmıyor. Serinin sıradaki kitabını okumak için sabırsızlanıyorum.” —J. A. Cintron
ÖNSÖZ
Bu kitap –bu üçleme– Hava Uyanıyor serisinden önce geçen olayları anlatıyor. Fakat… Bu kitap, okurların orijinal seriden önce veya sonra okuyabilecekleri şekilde yazıldı. Hava Uyanıyor serisini okumuş olanlar, bu kitaptaki dünya ve karakterlere kendilerini daha aşina hissedebilir. Okumamış olanlar ise Altın Muhafızlar üçlemesiyle başlayarak daha büyük bir hikâyenin ilerleyişine kronolojik olarak tanıklık edecekler. Eğer orijinal seriyle başlamak isterseniz ne yapacağınızı biliyorsunuz. Ya da devam edin ve Solaris İmparatorluğu’ndan geçmiş en seçkin savaşçı grupla tanışın.
BALDAIR
Dünyanın merkezinde havanın kendisi bile canlıydı. Çarpıcı renklerle işlenmiş desenler, tepede oynaşan alevlerle aydınlatılıyordu. Dans eden gölgeler onlara can veriyor, çeliğin çeliğe çarpma sesini, savaş marşını taşıyordu. Burnunu bira kokusu, kulaklarınıysa erkeklerin ve kadınların bağrışları dolduruyordu. Prens Baldair Solaris beline kadar gelen duvara dirseklerini dayayarak düello ringinin kenarına yaslandı; parmakları başıboş bir bıçak tarafından koparılma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Durduğu noktadan, dövüşçülerin yüzündeki her bir ter damlasını ve hızla inen darbelerin kırmızı kenarlarını görebiliyordu. Bir kılıç diğerini bir çınlamayla engellediğinde çelikte oluşan titreşimi gördü. “Burası bizim için iyi bir yer mi bilemiyorum…” dedi solundaki adam, sesinden tereddüt damlıyordu. Baldair kıkırdadı. “Annenin öğrenmesinden mi korkuyorsun?” Erion harika bir siyasi manipülatör olduğunu düşünüyordu ancak onu okumak da Baldair’in karşısına çıkan herhangi birini okumak kadar kolaydı. “Canımın istediğini yaparım ben,” diye ısrar etti genç lord.
“O zaman gevşe!” Baldair adamın omzunu kavradı ve kürekkemiklerinin arasında iyice çekilmiş bir çamaşır ipini andıran gerginliği gevşetmek istercesine şöyle bir sarstı. “Gerçekten, burada eğlenmeyen tek kişi sensin.” Doğru söylüyordu. Diğer tüm izleyiciler ringde yaşananlara odaklanmıştı. Baldair dikkatini tekrar iki dövüşçüye verirken gülümsüyordu. “Batı’ya zaten nadiren gelebiliyorum. Eğlencemin içine etme.” “Seni teşvik etmekten başka bir şey yaptığım yok.” Erion iç geçirdi ve ringin tırabzanlarına yaslandı. Parmakları iç köşeye doğru, dövüşçülerden ve onların dans eden kılıçlarından uzağa kıvrıldı. “Hiç de bile.” Başka biri kelimeleri Baldair’in ağzından almıştı. Baldair’in öteki Batılı arkadaşı elinde bir birayla diğer tarafında belirdi. “Sizin payınız, lordum,” dedi alaycı bir baş selamıyla. “Ah, teşekkür ederim, nazik beyefendi!” Baldair maşrapayı becerebildiğince çalımlı bir tavırla aldı. “Bu düellonun keyfini çıkarmak için ihtiyacım olan şey tam da buydu.” “Pek de keyfi çıkarılacak bir şey yok,” diye mırıldandı Erion, gözleri ringdeydi. Baldair arkadaşının nereye baktığını görmek için dikkatini ona çevirdi. Kesinlikle haksız değildi. Batı hem büyü hem de kılıç konusunda yetenekli dövüşçüleriyle tanınırdı, bu yüzden Baldair çok daha iyi bir gösteri hayal etmişti. Ring bazen hem kılıç ustasına hem kumarbaza cömert davranırdı; onun dışındaysa acımasızdı. Kılıç ustalarından biri avantajlıydı. İkisi de eski dünyaya ait eğri bıçak ve kamalarla dövüşüyor, vahşi darbelerini indirirken hırlıyorlardı. İkisi de saray muhafızlarının en düşük rütbeli çömezi karşısında bir saat bile dayanamazdı.
Baldair maşrapayı ağzına götürüp biranın tadını çıkardı, akşamın erken saatlerinde hâlâ devam eden çöl sıcağına karşı ferahlatıcı gelmişti. Akşam göğünü boyayan kahverengi mürekkebin tamamı siyaha karışmadan da havanın boğuculuğu azalacak gibi değildi. “Neden malikâneme dönmüyoruz? Eminim ki hizmetkârlar senin gelişin için güzel bir şeyler hazırlamıştır,” diye şansını denedi Erion. “Ve eminim ki bekleyebilirler.” Baldair, Erion’un sırtını sıvazladı. Bazen gelenekler konusunda fazlasıyla endişelenebiliyordu. “Kurbanlarını soylulardan seçen bir katile dair söylentiler duydum, Kesişim’in hemen dışındaki kasabada avlanıyormuş. Yani dışarıda olmak çok zekice olmayabilir,” diye bir girişimde daha bulundu Erion, sanki bu düşünce Baldair’i korkutabilirmiş gibi. “Baldair, sanırım endişeli bir genç kız görüyorum,” diye mırıldandı Jax kendi maşrapasının üzerinden. “Nerede, hani?” Baldair ayağa kalktı ve ringin diğer tarafına göz gezdirdi. “Tam yanında.” Jax, Erion’a sırıttı.
“Peki,” diye burnundan soludu Erion, “bütün akşamı burada geçirelim, umurumda değil.” Etraflarında bir tezahürat patladı. Baldair ringe döndüğünde, daha iri olan adamın ufak tefek rakibinin tepesinde dikildiğini gördü. Kılıcının ucunu adamın gözlerinin arasına bastırmıştı. “Of, kaçırdım!” diye homurdandı Baldair. “İyi bir düşüştü, Prensim,” diye övdü yanlarındaki kadın. Baldair kadını hızlıca değerlendirdi. Kıvrak ve incecikti – cazibesiyle aklını başından alacak biri değildi. “Ama beklenen bir şeydi.” Kadın başını onaylar gibi salladı. “Tuman bu maçın favorisiydi.” “Bahis ne âlemde?” Para cebinde ağırlık yapıyordu. Altınlar cebinde hâlâ tıngırdarken Erion’un evine dönmek zorunda kalırsa çok yazık olurdu. “Diğer maç da cepte,” diye bilgilendirdi kadın, yerinde kıpırdandı ve yeni isimlerle oranların yazıldığı karatahtanın etrafında toplanmış kalabalığın üzerinden bakmak için parmak uçlarında yükseldi. “Yerli bir şampiyon, adı olmayan yeni bir dövüşçüye karşı.” Tam o sırada, uzun ve geniş omuzlu bir adam –fiziği Baldair’inkinden pek de farklı olmadığından Prens adamı beğeniyle süzdü– duvarın üzerinden atladı ve arkasında duran başka bir adamdan silahını aldı. Ringin karşı tarafında bir altın parıltısı Prens’in dikkatini çekti. Baldair döndü… ve dünya silinip gitti. Siyah saçlardan oluşan bir deryada bir deniz feneriydi sanki kız; Baldair’in sırf kafa dağıtmak için çıktığı bu nispeten sakin geceye ışık saçıyordu. Kendini duvardan yukarı çekip yere bırakırken güçlü uylukları düşüşünü yumuşattı. Uzun bir kemer beline birkaç kez dolanmıştı ve kadının bedeninin gücünü zar zor taşıyordu. Kemeri, yapılı göğsünü öne çıkarıyor, yüzünü çevreleyen dümdüz, altın rengi saçlarıyla birleşerek onu daha da hoş kılıyordu. Erion gibi kız da hem Batı’nın hem Güney’in evladıydı ama miras aldıkları özellikler neredeyse birbirinin tam tersiydi. Erion ten rengini annesinden almıştı; Baldair’inkine benzeyen ve parlak mavi gözleriyle siyah saçlarını tamamlayan açık bir renkti. Bu kadının teniyse Batı’ya özgü kestane tonundaydı, doğuştan bronzdu. Saçları Batılılarınki gibi düzdü ama altın rengiydi. Bunların hepsi açık renk gözleriyle birleşince, kadın sanki tüm görkemiyle Ana’nın ta kendisiymiş gibi parlıyordu.
“Sence kapatana kadar ağzına kaç sinek kaçacak?” “Sanırım üç tane kaçtı bile.” Erion’un şakası Baldair’in kulağına çalındı. “Bu kutsal varlık da kim?” Konu hayranlık duymaksa, Baldair’in hiç utanması yoktu. Kanlı canlı herkes, onları ringe ayak basmakla onurlandırmış bu saf mükemmelliğin farkına varmalıydı. Sarışın dövüşçü, sanki daha mükemmeli yapılamazmış gibi geniş uçlu düz bir kılıç çekti. Pala denecek kadar büyük değildi ama kesinlikle ince bir kılıçtan çok daha dayanıklıydı. Tutuşundaki rahatlığa ve kılıcın kadının kolları ve bacaklarıyla orantısına bakılacak olursa, onun için özel olarak dövüldüğüne şüphe yoktu. “Favori o mu?” diye sordu Baldair, daha önce konuştuğu kadına. “Kim, o mu?” Batılı kadın ona karşı artık o kadar da sıcak değildi. Baldair kadına kocaman gülümsedi. Bunun neden işe yaradığını bilmiyordu ama her zaman yarıyordu – hayatı boyunca yaramıştı. İnsanlara gülümserdi ve onlar da ona istediğini verirdi. Eğer gülümsemesine rağmen kabul etmiyorlarsa asla üstelemezdi. “Evet, burada senin ışıltınla aşık atabilecek tek kadın.” Kadın şüpheci yaklaşsa da Baldair’e cevap verecek kadar gururu okşanmıştı. “Hayır, o yeni dövüşçü.” “Adı ne?” Baldair bahis panosuna bir bakış attı ama onun tarafında “R” den başka bir şey yazmıyordu. “Kim bilir.” Kadın omuz silkip bakışlarını arenaya çevirdi. “Bu maç hızlı bitecek. Yaşayacağı utancın adıyla bağdaştırılmasını istememiştir eminim.”
memiştir eminim.” İki dövüşçü de başlangıç pozisyonlarını alırken Baldair ikisini de tekrar inceledi. Adam kadından rahat iki baş uzundu. Ama kadın bundan tedirgin olmuş gibi görünmüyordu. Dudaklarında, sanki önemli bir sır biliyormuş da bunu söylemesinin tek yolu kılıcından geçiyormuş gibi küçücük bir gülümseme titreşiyordu. Prens, pantolon cebinin derinliklerinden bir avuç para çıkarıp ganimetmiş gibi başının üzerine kaldırdı. “Hepsi hanımefendiye!” diye bağırdı avazı çıktığı kadar. Daha önce duyulmak isteyip de duyulmadığı olmamıştı. O duyurusunu yaparken ortam bir anlığına sessizliğe gömüldü. “P-prensim, o zayıf taraf – bunun akıllıca bir bahis olduğunu sanmıyorum,” diye fısıldadı arkasındaki kadın. Baldair gözlerini şimdi bütün dikkatini ona vermiş olan ringdeki gizemli kadından ayırmadı. Kılıcının ucunu ayaklarının altındaki çorak toprağa saplamış, avuçlarını tembelce kabzaya sarmıştı. Şimdi alenen gülümsüyordu – o kendini beğenmiş, bilmiş gülümsemeyle. Baldair de ona gülümsedi – sayısız insanı kolaylıkla etkilemiş, o kendini sevdiren, hünerli gülümsemeyle. Ve kadın sanki Baldair’in hiçbir çekiciliği yokmuşçasına gözlerini ondan ayırıp kahkaha atmaya başladı. Daha önce hiç kimse Baldair’i bu kadar kolay başından savmamıştı. Daha önce bir kadının onun cazibesini bu kadar çabasızca hiçe saydığına tanık olmamıştı. Gece gittikçe ilginç bir hâl alıyordu.
“Burası… otuz üç altın tutuyor, Prensim.” Bahis ustası sağından, Baldair’in bir avuç dolusu parasını saydığı yerden konuştu. “Hepsini ona yatırmak istediğinize emin misiniz?..” “Bu akşam başka birine bahis yatıracağımı sanmıyorum.” Aslında onun bahse girmesine izin vermeleri adil değildi. Baldair, kılıcın kimi sevip kimi sevmediğini anlıyordu. Kuşların yuvadan düşüşünü izlemek gibiydi bu. Bazıları yere çakılırdı, bazıları havayı kanatlarına alana kadar uğraşırdı ama bazıları vardı ki toprak nedir bilmezmiş gibi göğe süzülürdü. İşte bu kadın da ringe öyle bir tavırla çıkmıştı – sanki oranın sahibiymiş gibi. “Siz nasıl isterseniz, Prensim.” Bahis ustası gülümsemesini saklayamıyordu. Aptal bir soyludan dolgun bir miktar para koparmak üzere olduğunu sanıyordu. Baldair bahis panosuna bir bakış attı. Oranlar on ikiye birdi. Zavallı adam – durumun hiç de sandığı gibi olmadığını yakında anlayacaktı. “Leydi R’ye güvenim tam.” O andan itibaren hiçbir şey gözlerini düello ringinden ayırmasına sebep olamayacaktı. Ne maşrapası ne arkadaşları ne de kalabalığın tezahüratlarıyla yuhalamaları. Kadının vücudunun kıvrımlarından ziyade kılıcını tutuşundaki farklılığı, bacaklarındaki gerilmeyi ve başını kaldırışını izlemek istiyordu. Baldair, kılıcın bu kadını ne kadar çok sevdiği konusunda haklı olup olmadığını görmek istiyordu. Çünkü eğer haklıysa, yanında böyle biri olmadan bir savaşa adım atmayacağına kesinlikle emindi.
RAYLYNN
Kesişim, kulaklarında kaos dolu bir ahenksizlikle çınlıyordu. Kumarhaneler, barlar, kulüpler, gece pazarları ve asla bitmeyen eğlenceler bir araya gelince havayı gökyüzünün bulanık görünmesine sebep olacak kadar büyük bir gürültüyle dolduruyordu. Güneş bile bundan korkarmış gibiydi, günün son ışıklarının burada, Çöl’ün derinliklerindeki kumulların ve kumların ortasında olduğundan daha hızlı kaybolduğuna yemin edebilirdi. Raylynn bileğitaşını kılıcının ucuna tekrar tekrar sürtüp durdu. Bıçak başta donuk bir fısıltı çıkardı ancak devam ettikçe canlı bir ritim tutturup keskin bir parlaklığa erişti. Raylynn bıçağına, taşın ve çeliğin düetine odaklandı. Gözlerini kapadı; parmak uçları yılların getirdiği deneyimle güvendeydi. Eğer kılıcını bilemek gibi basit bir görevde bile kendini kesiyorsa, kanının akmasını hak ediyordu. Elindeki, kuşanması gereken kılıç olmasa ve annesinin kullandığı silahın yerini tutması için dövülmüş bir kılıçtan ibaret olsa bile, onu incitmezdi. Annesinin ona dövüşmeyi öğrettiği kılıçtan çok daha sessizdi belki ama kendince şarkısını söylüyordu ve herhangi bir kılıç gibi birinin onu dinlemesi ve ona istediğini vermesi yeterdi. Raylynn bunu yaptığı sürece, kılıcı ona her zaman iyi davranırdı.
“Kalkmışsın.” Bu tek kelime meditasyonunu bir savaş baltasının zarafetiyle böldü. Raylynn onu rahatsız eden kaba adama kirpiklerinin ardından baktı. Kesişim’de sessizlik yoktu, düzen yoktu, zarafet yoktu. Ama burada hiç eksik olmayan bir şey vardı: Altın. Bütün dünyada, İmparatorluk Başkenti dışında, burası kadar zengin bir yer yoktu. Zaten Başkent’teki zenginliğin çoğu da fetih ganimetleriyle dolup taşan eski mahzenlerdeki sandıklara gizlenerek korumaya alınmıştı. Tek bir adamın hükmü altındaydı ve Raylynn buz gibi Güney’e yorucu bir yolculuk yapsa bile o adam düellolarından herhangi birine bahis oynayacak değildi. Yani asıl olay Kesişim’di. Raylynn, onu çatıdaki tünekten alması için yollanan vahşi adamı takip etti. Her şeyden yukarıda dururken kulakları akşamın ilk rüzgârlarının, zamanın geçişinin ve kuru havada fırıl fırıl dönüp yere geri inen kumların sesini seçebilmişti. Ama işine yoğunlaştığında işitme duyusu da odağını değiştirmişti. Yeni bir ritmin, durup dinlemek için zaman ayırmayanlara kendini göstermeyen bir nabzın atışını duymuştu. Raylynn, hayatının büyük bir kısmını bu sesi çözmeye çalışarak geçirmişti – bir odanın ruh hâli, zaferle ayrılabileceği gibi katledilerek kendini kanının ortasında yatabileceği anları sarıp sarmalayan atmosferi. Teoride. Teoride katledilebilirdi. Raylynn hızla alanın havasını özümsedi. “Zayıf taraf” sözleri ve rakibinin adı, sayamayacağı kadar çok kez kulağına çalınmıştı. Bahiste kimse ona para yatırmıyordu. Bu, iyi durum senaryosuydu. Kazanma ihtimali daha zayıf olan taraftı, yani ringden galibiyetle ayrıldığında kazandığı para daha yüksek olacaktı.
Raylynn elinde kalan tüm altını kendine yatırmıştı. Çünkü hangi iyi dövüşçü kendine oynamazdı ki? Altınlarını kendi kılıcına yatırmayanlar güvenilmez sahtekârlardı. Kalabalık onun geçmesi için ikiye ayrıldı, grupları arenadan ayıran bölmeye doğru yolunu açtı. Bir zıplayışta kendini ringin içine attı ve o anda kendini dünyanın merkezindeymiş gibi hissetti. Her şey ona ve yeteneğine bağlıydı. Ondan ötesi yoktu; ondan ve elinde tuttuğu kılıcından. Rakibi iriyarı bir adamdı. Onun gibi adamlarla sayısız kez dövüşmüştü: Sırf kendilerine kas yapmak gibi doğal bir yetenek bahşedilmiş diye tanrılarla omuz omza savaşmaya çağrıldığını düşünen tiplerle. Eh, kılıç onun işiydi. Kasın önemi yoktu. Önemli olan kılıcını nasıl kullandığındı. Ve bu açıdan bakıldığında, Raylynn karşısındaki adamın beceriksiz olacağını şimdiden görebiliyordu. Adamın kılıcı, sahibini sevmediğini söylemişti Raylynn’e. “Hepsi hanımefendiye!” diyen bir ses dikkatini dağıttı. Raylynn’in gözleri konuşan kişiyi aradı, dalgalı saçları kısa kesilmiş iri bir Güneyli’nin üzerinde durdu. Adamın elindeki altınları ve parıldayan güneş şeklindeki altın kolyesini görür görmez dudakları bir sırıtışla kıvrıldı. Genç Prens’in Kuzey’deki cepheye gitmeden önce şehirde mola verdiğini duymuştu ama adamın parasının onun katılacağı düellonun kasasını tıka basa dolduracağını hiç düşünmemişti. Prens onun bakışlarını yakaladı ve dudaklarına bedeninin geri kalanıyla ahenksizlik içinde tıslayan ukala bir gülümseme yayıldı. Hâlâ çocuk kalmaya çalışan bir adamın görüntüsüydü bu, işe yarar bir saldırı yöntemi keşfetmiş ve bunu bıktıracak derecede kullanan bir adamın.
Raylynn kahkahalara boğuldu. Çocuklara ayıracak zamanı yoktu – tabii oyunlarını onlar üzerinde oynamayacaksa. Ama bu sefer durum farklıydı. Çalışmak için buradaydı ve eğer prens parasını ona oynamak istiyorsa oynasındı. Zaten bir anlamda ona biraz İmparatorluk altını borçlulardı – hiçbir şey için değilse bile merhume İmparatoriçe’ye hizmet ederken ölen annesi için. Parasını ona yatırmaktan vazgeçirmeye çalışan aptallara karşı, “Leydi R’ye güvenim tam,” diye ısrar etti Prens.
İşte bu, Raylynn’in dikkatini çekti. Prens’in şapşal gülümsemesinin ve kibirli rahatlığının ardında, gözlerini dolduran bilgili bir ifade vardı. Kalçasındaki kılıç kınında mutlulukla çınladı. Ona bu kadar güvenmesinin nedeni neydi? O da Raylynn gibi kılıcın şarkısını duyabiliyor muydu? Takındığı zayıflık maskesinin ve ustalıkla doldurduğu kılığının ardını mı görüyordu? “Altınımı kaybetme. Harçlığımın hepsi o.” Prens ona göz kırptı. Raylynn tekrar güldü. Onun o soylu kibrine gülüyordu. İkisinin de bariz bir şekilde kılıç insanı olmasının ve ikisinin de bunu apaçık görmesinin komikliğine gülüyordu. Kılıcın koca dünyada bir avuç insan içinden o adamı seçmiş olması gerçeğine gülüyordu. “Kazanırsam, kazancını benimle bölüşür müsün?” O da Prens’e göz kırptı. Cilve yapma taktiği tam olarak doğru etkiyi yaratmıştı. “Kazanırsan!” Raylynn’in dövüşme hevesi şimdi iki katına çıkmıştı –gerçi işler bu noktaya gelmese de elinden gelenin daha azını sergileyecek değildi– ve kafasında hızlı bir hesap yaptı: Önümüzdeki iki ay boyunca başını sokacağı bir yer ve midesine girecek bir şeyler ayarlamasına rahat rahat yetecek altın söz konusuydu. Eğer annesinin Baba’nın koridorlarından geri gelip de ona musallat olmasına neden olacak bir şey varsa, o da bir dövüşe kazanmak niyetiyle çıkmaması olurdu.
Ringin ötesindeki bedenlerin kıpırdanışı, tezahüratlar, mırıldanmalar, keyifli gevezelikler… Bunların hepsi alçak perdeden yumuşak bir ritme döndü. Kulak zarında uğuldadı ve kış kırağısı gibi eridi. Raylynn’in kulak verdiği tek şey zilin çınlamasıydı. Zil zihninde keskin bir tınıyla yankılandı ve Raylynn, iri adam daha ne olduğunu anlayamadan atıldı. Hödük, ağır kılıcını kaldıracak ve Raylynn’in saldırısını savuşturacak vakti zar zor bulmuştu. Kadın dövüşün birkaç dakika içinde sonlanmayacağını anlayınca duyduğu hayal kırıklığıyla ofladı. Kılıcı, rakibinin savuşturmasıyla çınladı. Kıza onu geniş açılı bir hamleyle baştan sona savurmasını söyleyen bir frekansla uğuldadı.
Adamın çeliği, onun daha ince silahından pek etkilenmemiş gibi ahenksizce şakıyordu. Kendi kılıcı, adamınkinin ucunu üstünde hissetmekten hoşlanmamıştı ve Raylynn onun uyarısına kulak verdi. Yarım bir sıçramayla geriye çekildi ve adamın saldırısından kaçınmak için tutuşunu, kılıcının ucunu U şeklinde aşağı daldırabileceği gibi ayarladı. Saldırıya geçerek ve hızının onu ayarlamasına izin vererek, yandan bir darbe indirme avantajını elde edebileceğini biliyordu. Vahşi adam onun taktiğini görerek kıpırdandı; ayakları ringin sıkışık toprağına uyarırcasına vurdukça, çıkan ses Raylynn’in kulaklarında gürültüyle yankılanıyordu. Raylynn kendini doğrultmaya çalıştı ama adam onun kılıcı tutan kolunu yakaladı. Kızı çekiştirerek kendisine ve silahına yaklaştırmaya çalıştı. Raylynn güç bakımından adama üstün gelemeyeceğinin farkındaydı – bu da adamın ona karşı gücünü kullanması gerektiği anlamına geliyordu. O yüzden de adamın onu çekmesine müsaade etti ve sonra içe doğru kıvrılıp diğer tarafta kalan dirseğini kaldırarak adamın çenesine indirdi. Bir çatırtı duyuldu ve bu ses, tezahüratların tekrar zihnine sızması için bir alan açtı.
Kalabalık bu dövüşe bayılıyordu. Raylynn her zaman iyi bir gösteri sergilerdi: Aptallık ederek favori dövüşçüyle rekabete giren ve sonra sağlam bir mücadele veren gizemli zayıf taraf. Hatta sağlam bir mücadele vermekten fazlasını yapıyordu: Kazanıyordu. Adam yalpalayarak kızı serbest bıraktı ve Raylynn parmaklarının üzerinde dönerek dans eder gibi uzaklaştı. Bu hareket, bir yandan da durumu ve gelişimini hızlıca değerlendirmesini sağladı. Kılıcını bir kez çevirdi ve bıçağın düz kısmıyla adamın eline sertçe vurdu. Bileğini hafifçe eğince bıçağın ucu adamın tenini azıcık kesti. Ahmak herif hem inatçı hem gururluydu. Kararlı bir adam gibi hızlı hızlı soluyordu ama istediğini alamayacaktı. Raylynn burnundan nefes aldı ve adamınkine zıt bir tempoyla ağzından verdi. Eğer o sesini yükseltecekse, Raylynn alçaltacaktı. Farklı perdeden şarkı söyleyeceklerdi, ta ki Raylynn onun sesini boğana kadar.
Adam kılıcını biraz fazla geniş savurdu, hamleleri ıskaladıkça duyduğu hayal kırıklığı onu iyice beceriksizleştiriyordu. Raylynn, bu hamleden kolaylıkla kaçındı. Şarkı sadece ve sadece Raylynn için akmaya başlamıştı. Artık durdurmaya çalışmak için çok geçti. Bir beceriksiz saldırı daha. Yine ustalıklı bir savuşturma. Darbeleri darbelerine, vuruşları vuruşlarına denkti. Raylynn, onu beklediği hatayı yapmaya zorlayana dek rakibinin bu şekilde devam etmesine izin verdi. Boy farklarını kendi avantajına kullanarak öne doğru adım attı. Adam onun yaklaşmasıyla birlikte pozisyonunu yeterince hızlı değiştiremedi ve Raylynn kılıcının ucunu adamın boynuna bastırdı.
“Senin günün değil.” Sırıttı ve zil bir kez daha çalana kadar duruşunu bozmadı. Nefes nefese kalan Raylynn geri adım attı ve elini terden sırılsıklam olmuş saçlarının arasından geçirdi. Algılarını tekrar arenaya açtı ve gürültü, zihnine bilgileri akıttı. İzleyiciler, yeni dövüşçünün favorilerine üstün gelmesi karşısında heyecanlananlar ve “kaybetme olasılığı düşük bir bahse” gereğinden fazla para basmış oldukları için sızlananlar arasında ikiye bölünmüş gibi görünüyordu. İşi bitmişti, ringin kenarına yöneldi. “Bekle, bekle!” Bahisçi ellerini havaya kaldırarak çıkmasını engelledi. “S-sen kendini düzgün tanıtmadın. Hile yaptın. Sana ödeme yapmam beklenemez.” “Sana kılıç deneyimim olduğunu ve ringlerde para karşılığında dövüştüğümü söyledim.” Kılıcını kınına soktu. Yorucuydu ama vasıflarıyla ilgili bu konuşmayı ringe girmeden önce de sonra da yapmaya alışkındı, bu ilk değildi. Ne zaman bir favoriyi yense hep böyle oluyordu. Bahisçi kızın söylediklerini düşündü, gerçeği çoğu kişiden daha iyi kavradı. “Peki, ya iki katı ya hiç bahisli bir dövüşe çıkmaya ne dersin? Bunun acemi şansı olmadığını kanıtla.” Raylynn bunu duyunca kıkırdadı. “Aklında kim var?” Havadan gelen altını reddetmek doğasında yoktu.
Bahisçi, Raylynn’in bir başka ödüllü dövüşçü olduğunu farz ettiği birine, “Allon, buradaki hanımefendiyle dövüşmek ister misin?” diye seslendi. Adam başını iki yana sallamakla yetinerek reddettiğini bütün salona duyurmaktan kaçındı. “Limmin?” Bu aday da, “Nasıl dövüştüğünü gördün mü?” diyerek teklifi zekice geri çevirdi. “Bu bahse tutuşmak isteyen kimse yok gibi görünüyor.” Raylynn omuz silkti. Zaten yeterince kazanmıştı. Özellikle de Prens’in kazancından pay alacaksa. “Ona ben meydan okuyorum,” dedi söz konusu Prens birden. Raylynn bir elini kalçasına koydu ve kaslı vücudunu ringe doğru kaldırmaya başlayan soyluya boş boş baktı. “Prensim…” Raylynn bir elini kaldırarak bahisçiyi susturdu. Kılıcını çekti ve bir bilek hareketiyle havada döndürdü. Bu hareketi Prens’in dudaklarında bir tebessümün belirmesine neden oldu. “Eğer ben kazanırsam, geçen dövüşten tüm kazandıklarını bana verirsin.” “Ben kazanırsam sen de benim özel muhafızlarıma katılacaksın.”
Raylynn kaşlarını kaldırdı. Bunun pek de adil bir takas olmadığını bir yana bırakırsak, Prens’in sözleri ilgisini uyandırmıştı. Birkaç avuç altın, hayat boyu tahta hizmet etmeye eşdeğer değildi. O, bunu herkesten iyi biliyordu. Bu aptal işi bir bahisti. “Kabul ediyorum.” Bahsin aptallığının farkında olması kabul etmesini zorlaştırmamıştı. Kaybetmesinin imkânı yoktu.
BALDAIR
Kadın an itibarıyla daha da ilginçleşmişti. Su gibi hareket ediyor, çelik gibi sağlam duruyordu. Zarifti ama onunla ilgili hiçbir şey kırılgan görünmüyordu. Bu Leydi R, Güney Senatosu’ndaki gerçek, unvanlı leydileri az önceki düelloyu savuşturduğu rahatlıkla gölgede bırakırdı. Baldair’in bundan hiç kuşkusu yoktu. “Bunu yapmak istediğine emin misin?” Erion sonu gelmez kaygılarını fısıltıyla dile getirmek üzere tırabzanların üzerine yarı yarıya eğilmişti. “Bunun çok da uygun kaçaca–” “Ben prens değil miyim?” Baldair ona sırıttı. “Evet ama…” Erion, Baldair’in tepeden bakan tavrına olduğu kadar lafının ikinci kez kesilmesine de kaşlarını çattı. “O zaman neyin uygun kaçıp kaçmayacağına sanırım ben karar veriyorum.” “Bekle bakalım, Erion, kılıcını o kıza saplamaya bu kadar istekliyse Prensimizin yoluna çıkmayalım.” Baldair gürültülü bir kahkaha patlattı. Her durumdan eğlenilecek bir şey çıkarma konusunda Jax’in üstüne yoktu, hem de hiç istenmediği zamanlarda bile. Ki doğruyu söylemek gerekirse bu, uygunsuz şakalarını daha da komik kılıyordu.
“Siz çocuklar tamam mısınız?” dedi kılıç ustası kadın, kelimeleri uzatarak. Üstü pek de kapalı olmayan bu bayağı şaka karşısında sesinde en ufak bir gücenme yoktu. “Ben hiç aranıza girmeyeyim,” diye devam etti dikkatlerini çektiğinde. “Prensiniz sizinle takılmaktansa benimle kılıççılık oynamak istiyor diye kıskançlığa kapılmanızı istemem.” Baldair bu kadının tam ekiplerine göre olduğuna karar verdi. Savaşa giderken sivri bir dili ve ondan da sivri bir kılıcı olan güzel bir kadından daha çok yanında götürmek isteyeceği birini düşünemiyordu. Daha da iyisi, kadın ikisini kullanmayı da çok iyi biliyordu. “Eh, pozisyonlarımızı alalım mı?” Baldair normalde iki dövüşçünün başlama noktası olan ringin merkezini işaret etti. “Nasıl istersen.” “Hayatında hiçbir erkeğin kendi isteklerine göre hareket ettiğini sanmıyorum.” Baldair yıllar içinde sayısız kadın tanımıştı ve hepsinin ortak bir noktası vardı: Onlara daha hiçbir şey vermeden daha fazlası için yalvartabilirdi. Oysa bu kadın belli ki farklıydı. Baldair’in her bakış için çabalamasına neden oluyordu ve bu çaba, ilk kez tattığı bir hazdı. “Öyle yaptığımı düşünmelerine izin veriyorum.” “Bundan da şüpheliyim.” Bu yorum bir sırıtışa neden oldu. Baldair ring şefine döndü. “Hazırım.” Adamın belli ki tereddütleri vardı. Baldair omuzlarını dikleştirerek olabildiğince uzun durmaya çalıştı. Görüntüsü karşısında Leydi R’den geldiğine yemin edebileceği kısık sesli kıkırtıyı duymazdan geldi.
Ona neredeyse Jax’in boyuna ve Erion’un kaslarının iki katına erişeceğini vadeden bir büyüme atağı geçirmiş olsa da Baldair hâlâ babasının ayakkabılarını giyen bir çocuk gibi hissediyordu kendini. Vücut yapısı oturmaya başlamıştı ve sesi her zaman birkaç oda öteden yankılanacak kadar gür olmuştu. Ama insanlara hükmetme, önemli bir konuda gerçekten hükmetme fikrinin ona verdiği rahatsızlığı gizlemek için hâlâ uğraşması gerekiyordu.
İsteksiz ama itaatkâr ring şefi zile döndü.
Baldair dikkatini karşısındaki kadına çevirdi ve kadının görüntüsü sanki çöldeki bir serapmış gibi dalgalandı. Biraz önce güzellik, potansiyel bir yetenek ve gecesini geçirebileceği bir eğlence gördüğü yerde şimdi bir kılıç ustası duruyordu. Etraftaki bütün yüzler, geriye yalnızca ikisi kalana kadar birer birer silinip yok oldu. Gerilimin kadının kaslarını sarmasını izledi; dizlerini hafifçe büküşünü, ağırlığını parmaklarına verişini. Kadın ona doğru yavaşça yaklaştı, Prens’in gözleri kas liflerinin tek bir kasılışını bile kaçırmadı. Baldair zilin çaldığını duymadı bile. Rakibinin saldıracağını gösteren işaretlerden; bileğindeki tendonların aniden fırlamasından, kılıcındaki tutuşunun sıkılaşmasından anladı. Baldair kadının hamlesine –aşağı doğru bir darbe indirecekmiş gibi yapıp ileri doğru saplamaya geçmişti– çok yerinde bir savuşturmayla karşılık verdi. Kadının kılıcının kendi kılıcından sekme yönüne bakarak onun sıradaki hareketini tahmin etmek için kenara çekildi ve neredeyse kadına yandan saldırabilecekti. Ama kadın onun hamlesi karşısında eğildi ve bir avucuyla yerden güç alarak uzaklaştı. Yıllar içinde kılıç düellosu hakkındaki pek çok teori öğrenmişti ama hiçbir sözcük Baldair’in gördüğü şeylerle kıyaslanamazdı. Karşı karşıya geldiği her rakibinin bir parçası olan o eşsiz deneyim ve teknik karışımına hiçbir ayak hakimiyeti antrenmanı hazırlayamazdı onu. Bunu başarmasını sağlayacak tek şey gözlerini açık tutması ve karşısındaki kişinin kılıcını savurmasını sağlayan arzunun ta içini görmesiydi.
Bunu yaptığı sürece, her hamleyi daha yapılmadan öngörebilirdi. Aynı ritmi tutturdular. Bir bıçak girdabı, birkaç saplama hamlesi, dönüşler ve savrulmalar esnasında neredeyse birbirine değen bedenler ve onları olduklarından daha büyük bir tehlikedeymiş gibi gösteren kıl payı kurtulmalarla dolu bir heyecan dalgasıydı. Esasında, ikisi de inanılmaz kontrollüydü – Baldair’in kontrollü olmakla övünebileceği birkaç alandan biriydi bu. Kendi istemediği sürece kılıcı kadına isabet ettirmezdi, hem de kılıcının ağırlığına rağmen. Karşısındaki kadın belli ki yılların deneyiminin getirdiği bir kesinlikle hareket ediyordu, bu yüzden Baldair de hemen hemen onun kadar kendinden emin hissediyordu. Daha önce bu kadın kadar dengi olan bir rakiple nadiren karşılaşmıştı – Prens’e duyduğu göstermelik bir bağlılık yüzünden kendini geride tutmayan ya da dikkat dağıtacak kadar beceriksiz olmayan bir partnerle.
Hoş bir değişiklikti bu. Bir dönüş sırasında Baldair bir an için onun yüzünü gördü. Alnında boncuk boncuk ter damlaları parıldıyor ve yanaklarından akıyordu. Okyanus rengi gözleri alev alevdi, koyu renkli dudakları nefes nefese kaldığı için aralanmış ve keyifli bir tebessümle kıvrılmıştı. Prens’in dudakları da bir gülümseyişle yukarı doğru kıvrıldı, ortak bir sır vardı sanki aralarında. Bakışları birbirine kilitlendi ve kadının avucunun ön kolundan yukarı tırmandığını hissettiğinde olan olmuştu. Kadın gözlerini ve aynı zamanda aklını çalmıştı. Kılıcının ucunu çenesinin altına, tam da gamzesinin olduğu yere bastırdı. Baldair yutkundu, kadının ona üstün geldiğini aniden fark etmesiyle daha da kendinden geçmişti. Etrafındaki manzarayı bir kez daha idrak etmeye başlarken bilincinin geniş fırça darbeleri arenayı renklendirdi. Leydi R geri çekilip kılıcını kınına yerleştirdi. Çıkan tek ses, ringe girdiği tarafa doğru ilerleyen kadının botları altında çatırdayan toprak yoldan geliyordu.
Baldair çılgın bir sırıtışla ensesini ovuşturdu. Ellerini bir araya getirip hararetli bir şekilde alkışlayarak sessizliği bozdu. “Tebrikler!” Bir İmparatorluk prensini yenmiş birini alkışlayıp alkışlamamak konusunda tereddüt eden izleyicileri canlandırmak için sessizliği bozarak onları da katılmaya davet etti. “Bu akşamın galibini tebrik ederim.”
Kadın muzip bir bakış daha attı, saçından bir tutamı kulağının arkasına sıkıştırdı, başını alayla eğdi ve kazancının olduğu keseyi alarak tek kelime etmeden oradan ayrıldı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Bilimkurgu-Fantazya Roman (Yabancı)
- Kitap AdıPrensin Kılıcı – Altın Muhafızlar Serisi 2
- Sayfa Sayısı192
- YazarElise Kova
- ÇevirmenEce Yücesoy
- ISBN9786258387247
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYabancı Yayınevi / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Beyaz Diş ~ Jack London
Beyaz Diş
Jack London
O diğerlerinden çok farklıydı. Onların tüyleri daha şimdiden anne kurt Kiche’ye benzeyerek kızılımsı bir renk almışken yalnız kendisi, babasına çekmişti. Bir batanda doğan yavrular...
- Sığınak ~ Penelope Douglas
Sığınak
Penelope Douglas
Korku. Şüphe. Merak. Acı dolu bir geçmiş. Yaralı ruhlar. Engellenemeyen arzular… Karanlık bir şehirde, terkedilmiş bir otelin izbe koridorlarında kurbanın ve avcının sürekli rol...
- Tanrıların Savaşı ~ Erich von Daniken
Tanrıların Savaşı
Erich von Daniken
Çok satan yazar ve Antik Uzaylı teorisinin babası Erich von Däniken, antik insanları yeraltında şehir büyüklüğünde yaşam alanları inşa etmeye iten şeyi ve bunun...