“Korkunç bir çığlık bu; kafamı dolduruyor. Beni panik dalgalarında boğuyor. Bu umut-suzluk öyle boğucu ki, soluk alamıyorum. Beni saran kolları hissediyorum ve bana söy-lenenleri duyuyorum. Ama çığlık sürüyor. Sarsılıp uyandırıldığımda ve çığlık atanın ben olduğumu anladığımda bile dehşet dev-am ediyor. Bu bir kâbus: Benim kâbusum…”
Masallara benzeyen romantik bir rüyanın; hurafelerle, yalnızlıkla, dışlanmayla, ihanetle ve tacizle bir kabusa dönüşeceğine inanabilir misiniz?
Jacqueline Pascarl; aşık olduğu prensin kollarında kraliyet ailesine girerken, tüm hayatının bir anda değişeceğini elbette tah-min ediyordu ama bu değişen hayatın ona böylesi bir acı ve ızdırap getireceğini düşü-nemezdi. Görkemli saray yaşantısı, abartılı davetler, kendi varlıklarını kaybedip bu şa-şalı hayatın gölgesinde kalmış insanlar, mut-luluğu ararken kendini çok yabancı bir dünyada bulan genç bir kadın…
Prenses Jacqueline; bu gerçek yaşam öykü-sünü tüm çıplaklığıyla gözler önüne seren et-kileyici bir kitap.
Önsöz
1992’de, çocuklarımın kaçırılmasından sonra yaşadıklarım hakkında bir kitap yazmam ilk önerildiğinde, yazamayacağıma öylesine inanıyordum ki bunun düşüncesi bile beni ürpertiyordu. Zamanla bir gün gelip İddin ve Shahirah’m başlarına gelenler hakkındaki gerçekleri ve hayatımda aldığım kararların arkasındaki nedenleri öğrenmeleri gerektiğini düşünmeye başladım. Ancak bunu kavradıktan sonra, onların bir gün gelip gerçeklere ihtiyaç duyacağı fikri aklımdan çıkmaz, olunca bilgisayarımın başına oturdum ve hayatımı parça parça birleştirip, bundan bir çeşit ders çıkardım. Aslında bir insanın daha yirmili yaşlarının sonunda hayat hikayesini yazması bana bile komik göründü, ama çocuklarımı düşününce bundan başka seçeneğim olmadığını anlıyorum. Yazmak bazen o kadar acı veriyordu ki kendimi yatağa atıp tüm dünyanın yok olmasını istediğim günler oldu. Bazı günler de sanki gökyüzünden bir işaret gelmiş gibi, kitabı bir kenara atıp İddin ve Shahirah için yine tüm gücümle mücadele etmek istedim. Yine de, tüm bu çelişkilerin arasından gerçekleri açığa çıkarmak benim için iyi oldu. Böylece yaşamımdaki kırgınlıkları sıyırıp attığımda, başıma gelenlerden sonra nasıl bir kadın olduğumu fark ettim.
Son altı yılımı düşününce, hayatım iddin ve Shahirah’la birlikteyken yaşadığım hayattan öyle farklı ki. Daha iyi değil, sadece farklı; yaşantım herkesin gözü önündeydi. İnsanın hayatında en önemli şeylerden birinin kötü olan bir şeyi iyiye dönüştürmek olduğunu öğrendim. Umarım çocuklarım da kendi hayatlarında bunu başarabilirler. Ne yazık ki yanlarında olup onlara öğretemeyeceğim.
Bu kitap bana bir zamanda, bir ulusta, özellikle bir kraliyet ailesi tarafından verilen bir İslam dersini anlatıyor. Bu, ne İslam dinine yöneltilmiş üstü örtülü bir suçlama ne de tüm Müslümanlara yönelik bir değerlendirme. Çocuklarım kaçırıldıktan sonra BosnaHersek’te Müslümanlar, Katolikler ve Ortodoksların arasında çalıştım, tüm dinlerin Özünde iyi olduğuna inanıyorum. Asıl zarar “doğru yolu gösterme sevdahları”ndan geliyor.
Giriş
Korkunç bir çığlık bu, kafamı dolduruyor, beni panik dalgalarında boğuyor. Bu umutsuzluk öyle boğucu ki soluk alamıyorum. Beni saran kolları hissediyorum ve bana söylenenleri duyuyorum. Ama çığlık sürüyor, sarsılıp uyandırıldığımda ve çığlık atanın ben olduğumu anladığımda bile dehşet devam ediyor… Bu bir kabus, benim kabusum. Her gece gördüğüm bir kabus, gün boyu gözlerimi yumdurmayan, geceleri yatağıma yatmaktan korkmama neden olan şey bu.
Çocuklarımı, kocaman sırıtışları, kucaklanası vücutları, cılız bacaklarıyla yavrularımı görüyorum. Kabusumda gülüm s emiyorlar, boş gözlerle ayna duvarlara bakıyorlar. Birbirinden ayrı odalara kapatılmışlar, odalarda ne kapı var ne pencere, yataklarına oturmuşlar, dudakları “anneciğim” der gibi bükülmüş. Duyduğum kelimelerse sanki onların ağzından çıkmıyor, sürekli adımı söylüyorlar, sesleri keder ve tereddüt dolu. “Geldim” diye bağırarak cam duvarları kırmaya çalışıyorum, çığlık çığlığa onları sevdiğimi, her şeyin düzeleceğini söylüyorum ama beni duymuyorlar. Sadece ağlayarak adımı tekrarlıyorlar.
Sonra bir kahkaha duyuyorum, alaycı, zalim ve tanıdık bir
kahkaha. Sahibini tanıyorum, eski kocanı. Yang Amat Mulia
(H.H. Prensi) Raca Ahmed Baharuddin Şah, ya da kısaca Bahrin.
Rüyalarım fasit korku filmleri gibi. Hep aynı ve gerçekçi.
Kurtarıcımın kollarında kendime geldiğimde sayıklayarak dehsetimin boyutlarını anlatmaya, onu da o deliliğe sürüklemeye çalışıyorum. Ben titreyip ağlarken beni kucaklayıp sabahın o ilk saatlerinde bilinçaltımla bilincimi uzlaştırmaya çalışıyor. Sadece bir rüya… bir kabus… benim yaşayan kabusum… On yedi yaşında yaptığım seçimin bedeli. Ödediğim bedel çocuklarım, İddin ve Shah. Bu bedeli ödedim, çünkü bir zamanlar prensestim.
Uzmanlar hafızamın yedi aylıkken kayda başladığını söylediler. Şafak sökerken annemin odasına düşen gölgeleri hatırlıyorum, ve Avustralya’da geçen yazlan, sıcak gecelerde bahçelerini sulayan komşuları, pencerelerden ve jaluzilerden içeri giren kokuyu. Annemin odasından görüntüler, kocaman beyaz makyaj masasının üstündeki kenarları parlatılmış yuvarlak aynayı, üzerinde duran Çin işi bibloları, gül rengi incik boncuğu ve çok değerli radyosunu. Annem odanın iki yanında yer alan, üzerinde soluk mürdüm rengi, fitilli yatak örtüleri serili iki tek kişilik yataktan birinde yatardı. Bu yataklar büyüme çağımda bana hep biraz üzüntü vermişlerdir, annem kadar yorgun ve yıpranmış görünüyorlardı çünkü.
Pencerenin karşısındaki yatağa konduğumu çok iyi hatırlıyorum. Annemin yüzünün bezimi değiştirirken takındığı endişeli ifadeyi de öyle. Çocukluğumun ilk yıllarında hep hastalıkla bir ve uzaktan hatırladığım yüz oydu; toplanmış koyu sarı saçlar, mavi gözler ve tam bir Galli burnu. Nadiren ona dokunmama ya da tombul parmaklarımı yüzünde gezdirecek kadar yaklaşmama izin verirdi. Yıllar sonra bile sık sık aklıma gelen bir akşam, bebek bezlerine takılan çengelli iğneler üzerinde uzun uzun düşündükten sonra, çevreyi ne kadar kirletirse kirletsinler, şu yapışkan bantlı yeni bebek bezlerine hayran olmuştum. Bir seferinde annem bezimi güzelce iğnelediğini sanarak iğneyi derime batırıp biraz yandan çıkarınca avazım çıktığı kadar bağırmıştım. Genç yaştaki annem ne yapacağını şaşırmıştı. Beni karnıma saplı iğneyle yatağın üzerine bırakıp yardım çağırmaya koşmuştu. Heyecanla karışık, haykırışlarımın sona erdiğini ve bu yatışmanın acının o kadar korkunç olmadığını düşünecek kadar sürdüğünü hatırlıyorum, ama bu (azla sürmedi. Derin bir nefes alıp tekrar bağırmaya başladım. Ninem yetişip beni annemin marifetinden kurtardığında hâlâ bağınyordum. Aslında bu talihsiz iğne olayının annemle aramın bir daha hiç düzelmemek üzere bozduğunu söyleyebilirim.
5 Temmuz’da Avustralya’da, Melbourne’de, Jessie MacPherson Hastanesinde, saat tam 08.48’de doğmuşum. Annem tabii ki oradaydı ama beni karşılayan başka kimler vardı bilmiyorum. Annemin bebeği hakkında kurduğu bütün hayallerin beni gördüğü an yıkıldığını sanıyorum. Sarışın, mavi gözlü, AngloSakson bir Avustralyalı olarak ona benzeyeceğimi ummuştu ama öyle olmadı. Babamın Çinli olduğu düşünülürse, bu talihsiz bir durumdu. Umduğunun tersine, kahverengi saçlı, kahverengi gözlü, hastanede doğan diğer bebeklere hiç benzemeyen ve ileride Pears sabunlan reklamlarında poz verme ihtimali pek olmayan bir bebek oldum.
Annem babamı, Clıuan Huat’ı, Malaya’dan gelen ve çarpıcı giysileri olan bir öğrenciyken tanımıştı. Korkarım onun hakkında anlatılanlar hayalimde beyaz takım elbise ve beyaz ayakkabılar giymiş bir Charlie Chan ile Asyalı bir Marlon Brando karışımı birini yarattı. Hatta ilişkileri sırasında bir motosikleti de varmış. Romantik bir yılın ardından annemle babam 1962 Eylül’ünde ilişkilerine düğümü atmışlar. Hesaplarım doğruysa ben balayı ürünü olmalıyım. Ailede babamın bu düğünden Malaya’nm Penang kentinde yaşayan ailesini haberdar etmediği anlatılır. Bu yüzden doğacağımı öğrendiklerinde pek memnun olmamışlar. Ben babamın dünyasına girdikten beş gün sonra, o benimkini terkedip gitmiş.
Ne yazık ki böyle apar topar gittiği ve Avustralya’ya bir daha dönmediği için babamın ne kişiliği ne de zaafları hakkında i fazla bir fikrim yok. Bahanesi kardeşinin ölüm döşeğinde olmasıymış; babamın Malaya’ya dönüşünden kısa bir süre sonra kardeşinin öldüğünü söylemeliyim. Yine de babamın annemin histeri krizlerinden bıktığından ve zararın neresinden dönülse kârdır diye düşündüğünden şüpheleniyorum. Yine de beni görüp adımı koyacak kadar Melbourne’de kalmış. Babamın “kirişi kırmasından” sonra yıllarca cinsiyetimle ilgili çelişkilere kapıldım. Hep merak etmişimdir, kundağımın altında bir uzantım olsaydı bu, babamı sınırdan döndürür müydü diye…
Zavallı annem bu gidişle kötüledi, ilaçlara düşkünlüğü de herhalde o zaman başladı. Onun boşluğunu Mana doldurdu, İrene Rosaleen Pascarl. Nana küçük bir irade sembolüydü, elinden geldiğince bizi bir arada tutan oydu; ama kendi annelik içgüdüleriyle annemin kişilik haklarını ortadan kaldıran d.ı oydu.
Nana’nm çocukluk yıllan ve yetişme çağı Avustralya tarihinin eşsiz bir dönemine rastlamıştı, 1901’de Avustralya Federasyonu’nun kuruluşunu izleyen yıllara. Kendisi Pheobe Ann Clarissa’yla İrlandalı kocasının dört çocuğundan biriydi. Büyük büyükannemle büyük büyükbabam, genç Bay Stafford’un İrlanda’nın Gahvay kentinden gelen gemiden indiği ve Pheobe’nin annesiyle babasının da yaşadığı bu eyalette bir marangozluk işi aradığı sıralarda karşılaşmışlar. O zamanlar evin tek kızı olan büyük büyükannem on beşinde, asi ve şımarık bir genç hanımmış. İngiliz ve Fransız aristokrasisine mensup, en azından bir düke ve bir Fransız mareşaline yataklık etmiş bir SOyağacına sahipmiş. 1800’lerin başlarında Avustralya’daki ailelerin genel kökeni sayılabilecek, sınır dışı edilen suçluların torunlarından değilmiş yani. Aile (genç oğul geleneğine uygun olarak) İngiltere’nin yeni sömürgesine gönderilmek için gönüllü olmuş. Pheobe’nin daha on beşinde umulmadık bir şekilde ortalığı karıştıran aşk macerası, ardından da ne yaşı ne de soyu sopu belirsiz bir işçi olan Bay Stafford’la baba evinden kaçışı aile içinde büyük bir gürültü kopardığı halde, yıllarca titizlikle saklanan bir sır olarak kalmış.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıPrenses Jacgueline
- Sayfa Sayısı408
- YazarJecqueline Pascarl
- ISBN9752542280
- Boyutlar, Kapak 13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviNeden Kitap / 2008
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sabır Taşı ~ Atiq Rahimi
Sabır Taşı
Atiq Rahimi
Afganistan’da bir evde, basit bir döşek… Döşeğin üzerinde, gözleri açık ama bilinçsiz yatan bir erkek… Erkeğin başucunda, dua ederek onunla ilgilenen karısı… Dışarıda, sürüp...
- İvan Denisoviç’in Bir Günü ~ Aleksandr Soljenitsin
İvan Denisoviç’in Bir Günü
Aleksandr Soljenitsin
Yayımlandığında dünyada hem edebi hem de siyasi yankı uyandıran İvan Denisoviç’in Bir Günü, Stalinist baskıyı edebiyata taşıyan ilk roman. Aleksandr İsayeviç Soljenitsin İvan Denisoviç’in...
- Seiobo Orada, Aşağıdaydı ~ Laszlo Krasznahorkai
Seiobo Orada, Aşağıdaydı
Laszlo Krasznahorkai
Japon Tanrıçası Seiobo’nun bahçesinde üç bin yılda bir çiçeğe duran bir şeftali ağacı vardır; meyvesi ölümsüzlük getirir. László Krasznahorkai’nin 2015 Uluslararası Booker Ödüllü sıra...