Norveç edebiyatının güçlü sesi Vigdis Hjorth’tan günümüz insanının yalnızlaşmasına ve yabancılaşmasına dair bir roman: Postane Günlükleri. Hayatına anlam katma çabasını uzun zaman önce bırakmış, günlük tekrarları haricinde yaşamdan fazla bir beklentisi kalmamış bir kadın kahramanın, Ellinor’un izini sürüyor Postane Günlükleri…
*
İndüksiyonlu yeni ocakta kullanılamayan bazı tencereleri bodruma kaldırırken 2000 yılından kalma günlüğümü buldum. Günlük bana Noel’de hediye edilmişti ve bıkana kadar birkaç ay boyunca yazmıştım. Atmadığıma göre içinde ileride bir gün okumaya değer şeyler olduğunu düşünmüş olmalıyım. Günlüğü gördüğümde önce irkilsem de onu alıp mutfak masasına koydum. Ütü yaptım, onu görmezden geldim fakat yatmaya giderken yanima aldım. Açıp okumaya başladım, 1 Ocak’tan 16 Mayıs’a kadar neredeyse her gün bir şeyler yazmışım. Okumayı bitirdigimde midem öyle bir bulandı ki uyuyamadım. Kalkıp pencereyi açtım, biraz temiz havaya ihtiyacım vardı. Su içtim, yatağa dönmeden önce oturma odasında bir aşağı bir yukarı yürüdüm. sanki başka bir şey bulmayı umuyormuşçasına günlüğü tekrar açtım. Ocak ayı indirimler ve benimle ilgilendiğini sandığım Peter adında bir adam hakkındaydı. Şubatın konusu Tor adında bir adam ve yarı fiyata düşürdüğüm bir Mulberry çantayla yarım numara büyük aldığım bir çift ayakkabıydı. Belli ki beğenmediğim bir sürü film seyretmiş, canımı sıkan kız arkadaşları ziyaret etmiş ve sağlıksız beslenmişim. Arada Romerikes gazetesinin yayın kurulu toplantılarına katılmışım, insanlar hakkında yorumlar yazmışım ama konuşulan mevzulardan asla söz etmemişim ve tüm paskalya tatilini eve geldiğimde şu hoşlanıp hoşlanmadığımı dahi bilmediğim, şimdi hatırlayamadığım ve paskalyadan sonra da bahsi geçmeyen Tom için bronzlaşayım diye güneşin altında yatarak geçirmişim. İsimler, tarihler değiştirilebilirdi; bir ilerleme, bir bütünlük ya da keyif yoktu, sadece keyifsizlik vardı; harcanan paralar, bronzlaşmak, dedikodu, yemek; ben yerine biri diye yazsam da olurmuş hani. Şimdi durum farklı mıydı, yaşlanmanın bir faydası olmuş muydu?
2000’in baharını hatırlamaya çalıştım ama beceremedim. O baharı yaşamıştım değil mi? Romerikes gazetesinde çalışıyor, spor karşılaşmaları, belediye meclisi toplantıları hakkında yazıyordum ama ne bir spor karşılaşması ne de bir meclis toplantısını hatırlayabiliyordum, makaleleri saklamış mıydım acaba? Bir koşu bodruma indim, sanki tüm bunların yaşandığının ispatına ihtiyacım vardı, ama bodrumu tanıyamadım, kutuları tanıyamadım, belki bodrum da günlük de benim değildi, aradığımı bulamadım, başka ne kadar saçma sapan, atılacak şey varsa onları buldum ama, hepsini atsa mıydım yoksa yaksa mıydım acaba? Yine kapıyı kilitleyip yukarı çıktım, yattım ama uyuyamadım. Hastalanıyorum işte diye düşündüm, ateşim var.
Yazın pencereler açık, saçlarımda rüzgâr, araba kullanırken aynadan annemin arka koltukta oturduğunu gördüğüm şu eski rüyayı gördüm yine: Evet, ben buradayım. Hep takipteyim!
Çalan telefonla uyandım. Stein nerede olduğumu merak etmiş. Saat on ikide Norway Designs mağazasında buluşacaktık ve annesi için doğum günü hediyesi seçmesine yardım edecektim, hemen geleceğimi söyledim. Kalktım, unuttuğum için vicdan azabı çektiğimden acele ediyordum, oraya varınca önemi kalmazdı, o yüzden acele ediyordum, vicdan azabım geçecekti, birazdan bunu unutacaktım, 2000 yılının ve öncesindeki yılların tamamını unuttuğum gibi, birazdan her şey sanki hiç olmamış gibi karanlığa karışıp gidecekti. Stein bekliyordu. Stein’la tanışalı ne kadar olmuştu? Onunla ilk ne zaman karşılaştığımı hatırlayamadım, düşündüm, düşündüm, neyse ki hatırladım, Trond’un kırkıncı yaş gününde, neredeyse bir yıl olacaktı, Stein’la sevgili olalı bir yıl ma olmuştu? Trond yakında kırk bir olacaktı, bir doğum gününden diğerine, bu bilgi hafızaya kayıtlıydı, sadece bulup çıkarmam gerekiyordu. Neden bu kadar zordu ve bunları neden hatırlamam gerekiyordu ki, ne yemişim, ne almışım, nereye park etmişim, arabayı ofisin park yerine bırakıp aceleyle Stein’ın beklediği dükkana yürüdüm. Öpüştük, unuttuğum için belki de kızmıştı. Kosta Boda’dan bir vazoda karar kıldık, güzeldi, ben de bir tane almayı aklımdan geçirdim, günlüğüm aklıma gelene kadar. Norway Designs’a gidip doğum günü hediyeleri aldığım vakitler, doğum günü hediyelerinin parasını ödemek için kasa önünde dikileceğim gelecekteki vakitler. Stein yardımım için teşekkür etti, ben de onun 2000 yılında kaç yaşında olduğunu hesapladım, yirmi sekiz. 2000 yılında ne yapıyordu acaba, bunu hiç sormamıştım. sormuş olsaydım hatırlayacak mıydı ki? Vakti kısıtlıydı, acelesi vardı. Böyleyiz işte diye düşündüm, acelemiz var. Hazır şehre inmiş ve park yerine iki saatlik para ödemişken ofise de uğrayabihrim diye düşündüm, sonra Margrete aradı ve âdet görmediğini söyledi. Sanki birilerinin duymaması gerekiyormuş gibi belki de hamileyim diye fısıldadı. Ertesi gün onlara akşam yemeğine gelip gelemeyeceğimi sordu, pazar yemeği dedi, evet dedim ve Storting Caddesi’nden aşağıya yürüdüm. Çok daha ciddi duygular hissetmeliyim diye düşündüm. Günlükte ciddi şeyler yoktu. Günlük havadan sudan şeyler hakkındaydı. Ama hayatım böyleydi, buradaydım işte. Ofise gitmek istemedi canim, cumartesiydi, öyle gelse bile hiçbir şeyin acelesi yoktu. Kosta Boda vazosuna ragmen vicdan azabım hafiflemiş değildi. Bir günlük alıp başka şeyler mi yazsam? Ciddi meseleler ya da önemli olaylar mı uydursam ya da Kosta Boda markalı vazodan mi bahsetsem dedim, ateşim var. diye düşündüm sonra, eve döndüm ve iyileşmek için yatağa girdim.
Ertesi sabah uyandığımda başta kendimi daha iyi hissettim. ByggBo Kendin-Yap dergisinin yeni sayısı için çalışmak niyetiyle bilgisayarı açtım ama sonra kötüledim. Yapı bileşenleri bir türlü bitmiş evlere dönüşmüyor, mutlu müşteriler pek mutlu görünmüyorlardı, kullandığım dil mutlu bir dil değildi, belki de hiçbir zaman olmamıştı. Önceki metinlerden güven verici bir şeyler bulmak için eski belgeleri açtım ama ruhsuz olmayan bir şey bulamadım. Bilgisayarı kapattım, ateşim vardı. Yine de Margrete ve Trond’ların evine gittim, annem çoktan gelmişti. Kapıyı Margrete açtı ve parmağını ağzına götürüp sus işareti yaptı, âdet konusunda bir şey söylememem gerektiği anlamına geliyordu bu. Masada her zamanki düzende oturduk; menü günlüğe yazılabilir diye düşündüm, Lom’dan pirzola ve ekolojik patates. Dramatik bir şeyler olmadı, ama kalbim yine de küt küt attı. 2000 yılını sorsa mıydım? 2000 yılında Margrete’nin kaç yaşında olduğunu hesapladım, yirmi üç, o zaman Trond’u tanımıyordu. Ne zaman Trond’la tanışmıştı? Bunu biliyordum, sadece bulup çıkarmam gerekiyordu. Neden bulup çıkarmalıydım? Çünkü Margrete’nin bir hikâyesi olmasını istiyordum. Çünkü ortada bir hikâye olsun istiyordum. Olmuş olanla, gelecek olan ve şimdi olan arasında bir bağlantı olmasını istiyordum.
“Lom’un kuzusu güzeldi,” dedi annem, arabanın arka koltugundaki halini gözümün önüne getirdim, hep aynıydı. Her zamanki gibi kuzu konusunda hemfikirdik. Ardından sessizce gece haberlerini izledik, ben sonra arabayla eve döndüm.
Pazartesi her zamanki gibi uyandım, her zamanki gibi kahve yaptim, her zamanki gibi bilgisayarı açtım, Rolf tuhaf bir sesle beni arayıp gelmemi istediğinde ByggBo dergisinin son sayısına bir gayret girişmek üzereydim. Meselenin ne olduğunu sordum, söy lemek istemedi. Arabayla oraya gittim, ciddi bir ifadeyle beni girişte karşıladı, benim ofisime geçtik. Kapıyı kapadı ve Dag’ın gittiğini söyleyip tipik Dag elyazısıyla yazılmış bir kâğıdı bana uzattı.
Selam Rolf,
Artık dayanamıyorum, tekneye atlayıp belirsiz bir süre için yel
ken açıyorum, belki memlekete tekrar dönerim, ama Kraft-Roma bir daha geri dönmem, iletişim uzmanlığını bırakıyorum, hiç bulaşmamalıydım zaten, ortağımız olacak o omurgasız amcığa söyle, çıkardığı her iş bok gibi, bilgisayardaki her şeyi sildim, bilgisayar bir sonraki bahtsız için hazır anlayacağın.
Dag
Şaka olmalıydı bu. Kafamı kaldırdım. Rolf omuzlarını silkti. Dag’i defalarca aradığını, ancak telefonun kapalı olduğunu söyledi. Dag’ın eski karısını aramış, o da her şeyi bırakıp çekip gitmek tam Dag’lik bir iş demiş. Rolf. Dag’ın boşandıktan sonra zor günler geçirdiğini söyledi. Dag bir kriz geçiriyordu. Rolf yoklamaya gittiğinde dairesi kapatılmış gibiydi, teknesi de marinadan ayrılmıştı. “Bu iş ciddi mi yani?”
Rolf yine omuz silkti. Masanın üzerinde, önümde duran kâğıda baktım ve elimle Rolf’a çıkmasını işaret ettim, buna rağmen orada dikildi.
“Ellinor?” dedi bir müddet sonra ve yutkundu. Tekrar elimi salladım, çekildi ve ona ihtiyacım olursa saat beşe kadar işte olacağını söyledi. Adımlarının uzaklaştığını duyduğumda kâğıdı tekrar okudum. Cuma günü Dag burada mıydı? Takvimi açtım, hayır, cuma günü evden çalışacağını söylemişti. Perşembe burada mıydı? Perşembe gününü hatırlamaya çalıştım. Sonsuz gibi gelen bir süreden sonra perşembeyi hatırladım, evde çalışmak için işten erken çıktığımda Mac’inin üzerine dökülen neredeyse kırlaşmış bukleleri ve burnunun ucundaki gözlüğüyle masasında oturduğunu hatırladığımı sanıyorum, ama bu belki de çarşambaydı. Son zamanlarda onunla pek konuşmamıştım, bu yüzden mi? BT konusunda yaşanan şu aptal anlaşmazlık yüzünden mi acaba? Kraft-Kom umduğumuz gibi kazançlı çıkmamıştı, ama ne yapalım? En son doğru dürüst ne konuştuk diye hatırlamaya çalıştım, ama bu aklımdan çıkıp gitmişti, Dag aklımdan çıkıp gitmişti. Rolf’u arayıp böyle bir şeyin olabileceğinden daha
önce şüphelenip şüphelenmediğini sordum. Bocaladı, demek ki şüphelenmişti. Kızmam gerekirdi diye düşündüm ama beceremedim. Üzülüp ağlamalıydım, ama onu da beceremedim. Onsuz işi yürütebilecek miydik? Sakin olmalıyım diye düşündüm, pencereye gittim, iş açısından bize neye mal olacak bu diye sordum kendime. Dışarıda ağaçların henüz dökülmemiş sarı yaprakları rüzgârda titreşiyordu, özellikle de tepedekiler; kendi sonunu kendin belirleyememek, seni yerinden söküp atacak rüzgârın ne zaman geleceğini bilememek çok asap bozucu olmalıydı.
Stein’ı aradım ama ona olanlardan bahsedemedim. Bir şeylerden söz ettim ama neydi hatırlamıyorum. Tek tük laf ediyor diye düşündüm. Aklı başka şeylerde olmalıydı. Dag’ı teknede, denizde hayal ettim. Yine Rolf’u aradım, gelmek istedi ama telefonda halledeceğimizi söyledim. Dag ne üzerine çalışıyordu? Posta direktifi. Posta direktifi mi? Posta direktifi işinin birilerine verilmesi gerekiyordu.
“Geliyorum,” dedi ve hemen sonra kapıda bitiverdi. “Canının sıkılmasını anlayabiliyorum,” dedi. “Dag çekip gittiyse bir şeyler yapmamız lazım.”
Yazı masasının diğer yanındaki tek sandalyeye oturdu. Uzunca bir süre sessizlik hakimdi. Ne diyeceğimi bilemedim, o da bilemedi herhalde.
“Belki eve gitmeliyiz,” dedi, gözleri kırmızıydı. Dag’ı özlü yor, burada yalnız benimle kalma fikrine katlanamıyor diye düşündüm.
“Ortada belirsiz bir sürü şey var,” dedim.
“Önce kendimizi biraz toparlasak?” dedi.
Sakindim, Dag’in yerine hemen birini bulmamız gerektiğini düşünüp düşünmediğini sordum. Dag’ın bilgisayardaki her şeyi sildiği doğru mu dedim.
..
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıPostane Günlükleri
- Sayfa Sayısı168
- YazarVigdis Hjorth
- ISBN9786057260149
- Boyutlar, Kapak13.5 x 19.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviSiren Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Gabriel’in Cehennemi ~ Sylvain Reynard
Gabriel’in Cehennemi
Sylvain Reynard
“E.L James’in Grinin Elli Tonu romanını bitiren kadınlar, üzülmeyin. Daha fazla zevk alacağınız bir eseri elinizde tutmaktasınız. Bu roman içerdiği aşk ve romantizm bakımından...
- Kabil’in Çene Kemiği ~ Torquemada
Kabil’in Çene Kemiği
Torquemada
Altı cinayet. Yüz sayfa. Milyonlarca olası kombinasyon… fakat yalnızca bir sıralama doğru. Torquemada’nın cinai romanını çözebilir misiniz? 1934 yılında Observer’ın şifreli bulmaca derleyicisi Edward...
- Ne Yaptığını Biliyorum ~ Alice Feeney
Ne Yaptığını Biliyorum
Alice Feeney
Karımı Üç Kelimeyle Anlatabilirim: Güzel. Hırslı. Merhametsiz. Kocamı Tanımlamak İçin Tek Kelime Yeter: Yalancı. Tipik bir İngiliz kasabası olan Blackdown’da bir kadın öldürüldüğünde, BBC...