Hayalî evrenlerin azametli mucidi Sör Terry Pratchett’ın benzersiz yaratımı “Diskdünya”nın ilk kez Türkçeye çevrilen otuz üçüncü kitabı Postane, alayına posta koymaya ant içmiş özgür ruhlu insanların cirit attığı, yolsuz devlerle mücadeleye baş koyan deli delikanlıların cenge tutuştuğu, amansız bir serüven.
Dünya çapında 100 milyonun üzerinde satan kırk bir kitaplık serinin, dipsiz bir alavere dalavere çukurundan beslenen bu entrikası en bol macerası, “Sanayi Devrimi” romanlarının da dördüncü halkası.
İyiyle kötüyü aynı ipte yürütmekten imtina etmeyerek keskin sınırlara kafa tutan Pratchett, romanında herkesin mutlaka hassas bir damarı bulunduğuna ve bunun da çoğunlukla “açgözlülük” olduğuna atıfta bulunuyor.
“Adı hâlâ yaşayan kişi, ölü değildir.”
İşte tam da Nemly von Lipwig’in şanına yaraşır bir tanımlama!
Ne de olsa, parlak bir camı elmas diye yutturabilecek, Bul Karayı Al Parayı oyununun kurallarını sil baştan yazabilecek hünerde bir adam duruyor karşımızda!
Dolandırıcılığın şahı, üçkâğıtların babası, sözcüklerin ustası olarak bir zamanlar kimselerin eline su dökemeyeceği Nemly şimdilerde darağacının ucunda kaderini bekliyor: Ya ölüme boyun eğecek ya da kendisini ziyaret eden kara bir meleğin iş teklifini kabul edecek!
Peh, başpostacılık mı? Hem de insanların mektup yazmaya üşendiği bir devirde!
Nemly pek hevesli olmasa da, “afili” kariyeri için keskin bir manevra yapmak zorunda.
Ama zaten, Ankh-Morpork’un kadim -o kadar kadim ki artık aslında fosil- Postane’sini diriltmesi için ondan daha cesur ve pervasız başka kim düşünülebilirdi ki?
“İnsanlar tuhaftı. Beş dolar çalarsanız sizi adi hırsız sayarlardı ama binlerce dolar çalarsanız ya hükümet olurdunuz ya da kahraman…”
Terry Pratchett yine ezberlerimizi bozduğu bu kitabında, dürüstlerin dünyasındaki en büyük hilenin, insanların dünyayı görme şeklini değiştirmekten; dünyayı, olmasını istedikleri gibi görmelerini sağlamaktan geçtiğini ileri sürüyor.
Diskdünya evrenine “yumuşak” ama ayakları yere sağlam basan bir giriş yapmak için en ideal serüvenlerden biri olarak gösterilen Postane, sürükleyici kurgusu ve komik diyaloglarının arka planında posta hizmetlerinin tarihçesini anlatmaktan da geri kalmıyor.
“Dünya harika bir yerdi; dürüst insandan yana yoksul, dürüst insanla dolandırıcı arasındaki farkı görebileceğine inanan kişilerden yana zengin bir yer…”
9000 SENELİK ÖNSÖZ
Ölülerin filoları yeraltı nehirlerinde seyrediyor, dünyayı dolaşıyordu. Hemen hiç kimsenin haberi yoktu onlardan. Ama bunun, anlaşılması kolay bir teorisi vardı. Teori şöyleydi: Ne de olsa deniz, pek çok açıdan havanın daha ıslak hâlidir yalnızca. Ve havanın alçaklarda daha yoğun, yükseklerde daha seyrek olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla, fırtınaya tutulmuş bir gemi, alabora olup battığında altındaki suyun onun batışını durduracak kadar yoğun olduğu bir derinliğe eninde sonunda gelir. Özetle, geminin batışı nihayetinde durur ve suyun altında, fırtınaların ulaşamadığı bir derinlikte (ama aynı zamanda okyanus zemininden epey yüksekte) yoğun suyun yüzeyinde süzülmeye başlar. Burası sakindir. Ölüm sakinliği hüküm sürmektedir. Batan gemilerin bazılarının halat donanımları, hatta bazılarının yelkenleri bile hâlâ durmaktadır. Çoğunun halatlara dolanmış, dümene bağlanmış mürettebatları da vardır.
Bu ölü gemiler okyanus akıntılarına kapılarak, iskelet mürettebatlarıyla birlikte amaçsızca, hiçbir limana yaklaşmadan, batık şehirlerin üstünden ve suların altına gömülmüş dağların arasından geçerek gezer durur; ta ki tahtakurtları ve çürüme yüzünden dağılıp gidene kadar. Fakat bazen suya bir çıpa düşer ve muazzam derinliklerdeki o karanlık, soğuk, dingin ovalara inerek bir kum tabakası kaldırır, yüzyılların sükûnetini bozar. Çok yukarılarda oturarak geçip giden gemileri izleyen Anghammarad’ın başına da bunlardan biri düşeyazdı. Anghammarad onu unutmadı, çünkü dokuz bin senedir tanık olduğu tek ilginç şey buydu.
BİR AYLIK ÖNSÖZ
Klakçılar bazen bir… hastalığa yakalanıyordu. Tıpkı, tek nefes rüzgârın esmediği denizlerde amansız güneş altında haftalar geçirdikten sonra aniden geminin etrafında yeşil çayırlar görmeye başlayan ve hiç düşünmeden gemiden atlayan denizcilerin deneyimlediği açık deniz humması gibiydi. Klakçılar bazen uçabildikleri fikrine kapılıyordu. Büyük semafor kuleleri yaklaşık on iki kilometrelik aralıklarla dizilmişti ve en tepede duruyorsanız, ovalara kırk beş metre yüksekten bakardınız. “Kulede şapka takmadan çok uzun süre çalışırsanız,” diyorlardı, “tepesinde durduğunuz kule yükseldikçe yükselir, en yakın kule yaklaştıkça yaklaşır ve birinden ötekine sıçrayabileceğinizi ya da birinden ötekine akan görünmez mesajlara binip gidebileceğinizi veya belki sizin o mesajlardan biri olduğunuzu düşünmeye başlarsınız.” Gerçi belki de tüm bunlar, bazılarının dediği gibi, halat donanımlarında uğuldayan rüzgârın sebep olduğu zihinsel bir rahatsızlıktı yalnızca. Kimse kesin olarak bilmiyordu. Yerden kırk beş metre yüksekteyken boşluğa adım atan insanlar, daha sonra bu tür konuları münazara edecek durumda olmazlar genellikle.
Kule rüzgârda hafifçe salınıyordu ama bu normaldi. Bu kulenin tasarımında pek çok yenilik vardı. Rüzgârı depolayıp mekanizmaları çalıştırmakta kullanıyordu. Ayrıca kırılmak yerine esniyordu; yani bir kale gibi değil, ağaç gibi davranıyordu. Büyük kısmı yerde inşa ediliyordu ve bir saat içinde kaldırarak montajı tamamlanıyordu. Bir güzellik ve zarafet timsaliydi. Üstelik yeni kapak sistemi ve renkli ışıklar sayesinde mesajları eski kulelere oranla dört kat hızlı gönderebiliyordu. Yani. Birkaç inatçı sorun çözüldükten sonra gönderecekti. Genç adam kulenin en tepesine çarçabuk tırmandı. Yolun büyük kısmında yapış yapış, kurşuni sabah sisinin içindeydi zaten; sonunda muhteşem günışığına çıktı. Sis tabakası aşağıda bir deniz gibi, ta ufka kadar uzanıyordu. Adam manzaraya dikkat etmedi. Uçmayı hiç hayal etmemişti. Onun hayal ettiği şeyler mekanizmalardı; onları daha önce hiç çalışmadıkları kadar iyi çalıştırmanın yollarını hayal ediyordu. Şu anda, yeni kapak dizisinin bu sefer niye takıldığını anlamak istiyordu. Kızakları yağladı, tellerin gerginliğini kontrol etti ve kapakları kontrol etmek için temiz, açık havaya çıktı. Bunu yapmaması gerekiyordu aslında ama her hat teknisyeni bilirdi ki iş kotarmanın tek yolu buydu. Hem, tamamen güvende olmanızı sağlayan… Bir tıngırtı oldu. Genç adam arkasına dönüp baktı ve güvenlik halatının kancasının takılı olmadığını, iskelede yattığını gördü; ardından bir gölgenin farkına vardı, parmaklarında korkunç bir acı hissetti, bir çığlık işitti ve düştü… …tıpkı bir geminin çıpası gibi.
Birinci Bölüm
MELEK
Kahramanımız, En Büyük Armağan Olan Umudu Deneyimliyor – Pişmanlık Denen Pastırmalı Sandviç – Cellattan İdam Cezası Hakkında Kasvetli Düşünceler – Ünlü Son Sözler – Kahramanımız Ölür – Melekler ve Melekler Hakkında Diyaloglar – Uçan Süpürgelere Dair Yersiz Teklifler Neden Hiç Tavsiye Edilmez – Beklenmedik Bir Yolculuk – Dürüst Adamlardan Yoksun Bir Dünya – Gafil Avlanmış Bir Adam – Her Zaman Bir Seçenek Vardır
Sabahleyin asılacağını bilmenin, insan zihninin konsantrasyon yeteneğini muazzam derecede geliştirdiği söylenir. Tabii ne yazık ki zihnin kaçınılmaz olarak konsantre olduğu tek şey, sabahleyin asılacak bedenin içinde bulunduğu gerçeğidir. Sabahleyin asılacak olan adama, sevgi dolu ama düşüncesiz anne babası, Nemly von Lipwig adını koymuştu. Fakat Nemly, bu isimle asılarak ismin şerefine leke sürmeyecekti; eğer bu hâlâ mümkünse. Genel olarak tüm dünya –ve özel olarak da dünyanın idam fermanı olarak bilinen parçası– için, şu an adı Albert Spangler’dı. Ayrıca duruma daha olumlu bir açıdan bakmaya karar vermiş ve sabahleyin asılmamaya odaklanmıştı; özellikle de hücre duvarında bir taşın çevresindeki ufalanmaya yüz tutmuş sıvayı kaşıkla kazıyor olduğundan. Beş haftadır çalışıyordu ve kaşık aşına aşına tırnak törpüsüne benzer bir şeye dönüşmüştü. Neyse ki nevresimleri değiştirmeye kimse gelmiyordu, aksi hâlde dünyanın en ağır şiltesini keşfedebilirlerdi. Şu anda dikkatini büyük, ağır taşa vermişti.
Duvardaki bu taşa, kelepçeleri bağlamak için kocaman bir halka çakılmıştı. Nemly duvara dönerek oturdu, demir halkayı iki eliyle kavradı, bacaklarını iki yandaki taşlara dayadı ve çekti. Omuzları ateş aldı âdeta. Gözlerinin önü kırmızı bir sisle doldu ama yine de taş blok hafif, münasebetsiz bir tıngırtıyla dışarı kaydı. Nemly onu delikten çıkarmayı başardı. İçeri baktı. Deliğin uzak ucunda bir taş blok daha vardı ve etrafındaki sıva kuşku uyandırıcı ölçüde sağlam ve taze görünüyordu. Taşın tam önünde yeni bir kaşık vardı. Kaşık pırıl pırıldı. Nemly onu incelerken, arkasında alkışlar duydu. Tendonları acıyla bağırsa da başını çevirdi ve pek çok gardiyanın, parmaklıkların ardından onu izlemekte olduğunu gördü. “Bravo Bay Spangler!” dedi içlerinden biri. “Ron bana beş dolar borçlandı! Ona senin azimli bir adam olduğunu söyledim ama!
Azimli bir adam bu adam dedim!” “Bunu sen ayarladın, değil mi Bay Wilkinson?” dedi Nemly zayıfça, kaşıktan yansıyan ışığı izleyerek. “Ah, biz değildik bayım. Lord Vetinari’nin emri. Tüm idam mahkûmlarına özgürlük şansı verilmesi konusunda ısrar ediyor.” “Özgürlük mü? Ama o delikte kahrolası kocaman bir taş daha var!” “Evet, orası doğru bayım, orası doğru,” dedi gardiyan. “İdam mahkûmlarına verdiğimiz şey yalnızca şans çünkü. Özgürlüğün kendisi değil. Hah, direkt özgürlük versek biraz saçma olurdu, değil mi?” “Öyle olurdu sanırım, evet,” dedi Nemly. Sizi şerefsiz evlatları, diye eklemedi. Son altı haftadır gardiyanlar ona pek medeni davranmıştı ve Nemly herkesle iyi geçinmeye özen gösterirdi. Bu konuda çok da iyiydi. İnsan ilişkilerinde başarılı olmak, mesleğinin gereğiydi zaten. Hatta aslında, mesleğinin neredeyse tek gereğiydi. Dahası, bu insanların kocaman sopaları vardı. Bu yüzden, dikkatle konuşarak ekledi:
“Bunu zalimlik olarak görenler çıkabilir Bay Wilkinson.” “Evet bayım, ona bunu da sorduk bayım ama o, ‘Hayır, zalimlik değil,’ dedi. Dedi ki, mahkûmlara…” Alnı kırıştı. “Me-şi-ga-le te-rap-pisi oluyormuş. Sağlıklı bir egzersizmiş, surat asmanızı engelliyormuş ve size en büyük hazineyi veriyormuş ve o hazine de Umutmuş bayım.” “Umut mu?” diye mırıldandı Nemly kasvetle. “Kızmadın değil mi bayım?” “Kızmak mı? Neden kızayım ki Bay Wilkinson?” “Ne bileyim… Bu hücreye en son kapattığımız herif şu kanala girmeyi başardı da bayım. Ondan. Çok ufak tefek bir adamdı. Çok çevikti.” Nemly yerdeki küçük ızgaraya baktı. Onu hesaba bile katmamıştı. “Bu kanal nehre mi gidiyor?” dedi. Gardiyan sırıttı. “Öyle sanırsın, değil mi? Onu oradan çıkardığımızda gerçekten çok kızgındı o yüzden. Ama senin de havaya girdiğini görmek güzel, bayım. Dur durak bilmemenle hepimize örnek oldun. Çıkardığın bütün toprağı şiltene doldurman hele… Çok akıllıca, çok derli toplu. Çok düzenli. Seni burada misafir etmek hepimizi gerçekten neşelendirdi. Bu arada, Bayan Wilkinson meyve sepeti için çok teşekkür etti. Çok şık bir sepet. Kumkuat bile vardı!”
“Lafı bile olmaz Bay Wilkinson.” “Hapishane müdürü kumkuatları biraz kıskandı ama. Onun sepetinde yalnızca hurma varmış. Ben de ona dedim ki, efendim, dedim, o meyve sepetleri hayat gibidir: En üstteki ananası kaldırana kadar altında ne olduğunu bilemezsin.* Neyse, o da teşekkürlerini yolladı.” “Beğendiğine sevindim Bay Wilkinson,” dedi Nemly dalgın dalgın. Oda kiraladığı ev sahibelerinin çoğu bu “kafası karışmış zavallı çocuğa” hediyeler getirmişti hapiste. Nemly, cömertliği her zaman yatırım olarak görürdü. Onunki gibi bir kariyer tarz gerektirirdi ne de olsa. “Konusu açılmışken efendim,” dedi Bay Wilkinson, “bizim çocuklarla konuşuyorduk da… Böyle bir zamanda içini dökmek ister misin acaba diye düşündük, hani… şeyin yerinin… konumunu yani, tam olarak noktası noktasına… Eh, lafı dolandırmayayım aslında, çaldığın onca parayı nereye sakladığını bize söyler misin diye merak ettik de.” Hücreye sessizlik çöktü. Hamamböcekleri bile kulak kesilmişti. Nemly dramatik bir hava yaratmak amacıyla bir anlığına duraksadı ve sonra yüksek sesle, “Hayır, bunu yapamam Bay Wilkinson,” dedi. Ceketinin cebine dokundu, bir parmağını kaldırdı ve göz kırptı.
Gardiyanlar sırıtarak karşılık verdiler. “Çok iyi anlıyoruz bayım. Şimdi, senin yerinde olsam biraz dinlenirdim bayım, çünkü yarım saate asıyoruz seni,” dedi Bay Wilkinson. “Aa, kahvaltı vermeyecek misiniz?” “Kahvaltı saat yedide bayım,” dedi gardiyan paylarcasına. “Ama bak sana ne diyeceğim: Ben sana pastırmalı sandviç yapayım. Başkası olsa yapmazdım Bay Spangler.” Şimdi şafağın sökmesine birkaç dakika kalmıştı ve kısa koridordan geçirilip idam sehpasının altındaki küçük odaya götürülen kişi başkası değil, oydu. Nemly kendine uzaktan bakmakta olduğunu fark etti. Sanki bir parçası uçan balon gibi vücudunun dışında süzülüyordu ve onu tutan çocuk ipi bırakmak üzereydi.
Küçük oda, üstündeki idam sehpasının zeminindeki aralıklardan süzülen ışıkla aydınlanmıştı. Işık daha ziyade büyük kapağın kenarlarından geliyordu. Kapağın menteşeleri, başına kukuleta geçirmiş bir adam tarafından dikkatle yağlanmaktaydı. Adam onların geldiğini görünce durdu ve “Günaydın Bay Spangler,” dedi. Yardımseverlikle kukuletayı kaldırdı. “Benim bayım, Daniel ‘Tek Sefer’ Trooper. Bugün celladın ben olacağım bayım. Sen hiç endişelenme, düzinelerce insan asmışlığım var. Çarçabuk çıkarırız seni buradan.” “Üç deneme yapılmasına rağmen asılamayan birinin affedildiği doğru mu Dan?” dedi Nemly, cellat ellerini dikkatle bir paçavraya silerken. “Ben de öyle duydum bayım, ben de öyle duydum. Ama bana boşuna ‘Tek Sefer’ demiyorlar bayım. Beyefendi bugün siyah torbayı mı tercih edecek?” “Bunun bir faydası olur mu?”
“Bazıları daha şık göründüğünü düşünüyor bayım. Bir de gözleri pörtlemiş hâlde görülmelerini engelliyor. Daha çok, seyirciye yönelik bir seçim aslında. Bu sabah bayağı büyük bir kalabalık toplandı. Hakkında Times’ta çıkan haber pek hoştu, ben öyle düşündüm. Bir sürü insan ne kadar da iyi bir delikanlı olduğunu falan söylemiş. Şey… önceden halatı imzalaman mümkün mü bayım? Yani daha sonra rica etme şansım olmayacak da?” “Halatı mı imzalayacağım?” dedi Nemly. “Evet bayım,” dedi cellat. “Gelenek sayılır. Eski halatların müşterisi çok. Özel koleksiyoncular diyebilirsin. Biraz tuhaf ama çeşit çeşit insan var, değil mi? İmzalı olduklarında daha iyi para ediyorlar elbette.” Kalın halatı salladı. “Halata yazabilen özel bir kalem getirdim. Her beş santime bir imza atar mısın? Sırf imza yeter, ithafa gerek yok.
Bana iyi para kazandıracak. Çok minnettar olurum bayım.” “Beni asmaktan vazgeçecek kadar minnettar olur musun?” dedi Nemly kalemi alarak. Bu, takdir dolu kahkahalar çekti. Bay Trooper mutlulukla başını sallayarak, halatı boydan boya imzalayan Nemly’yi seyretti. “Bravo bayım, imzaladığın şey tam olarak benim emekli ikramiyem. Şimdi… herkes hazır mı?” “Ben hazır değilim!” dedi Nemly çabucak ve yine kahkahalar yükseldi. “Âlem adamsın Bay Spangler,” dedi Bay Wilkinson. “Sensiz buralar hiç eskisi gibi olmayacak, doğruya doğru.” “En azından benim için doğru,” dedi Nemly. Bu da, bir kez daha, mizahın zirvesi muamelesi gördü. Nemly içini çekti. “Bütün bunların, suçu engellediğini düşünüyor musun gerçekten Bay Trooper?” dedi. “Eh, genel açıdan bakarsan bilmesi güç derim, çünkü işlenmemiş suçlara dair kanıt bulmak zor,” dedi cellat, idam sehpasının kapağını son bir kez sarsarak. “Ama işin özeline bakarsan bayım, çok etkili olduğunu düşünüyorum.” “Ne anlamda?” dedi Nemly. “Anlamı şu: Birinin idam sehpasına birden çok kez çıktığını hiç görmedim bayım.
Gidelim mi artık?” Soğuk sabah havasına çıkarlarken kıpırdanmalar oldu ve ardından birkaç yuhalama, hatta birkaç alkış geldi. İnsanlar tuhaftı. Beş dolar çalarsanız sizi adi hırsız sayarlardı ama binlerce dolar çalarsanız ya hükümet ya da kahraman olurdunuz. Suç listesi okunurken Nemly dümdüz önüne baktı. Bütün bunların büyük haksızlık olduğunu hissetmeden edemiyordu. Kimsenin kafasına şaplak bile atmamıştı. Tek bir kapı kırmamıştı. Zaman zaman maymuncukla kilit açtığı olmuştu ama çıkarken mutlaka tekrar kilitlemişti. Bütün o mala el koymalar, iflaslar ve ani tasfiyeler dışında, o kadar kötü olan ne yapmıştı ki? Yalnızca rakamlarla oynamıştı.
“Bugün iyi kalabalık toplanmış,” dedi Bay Trooper, halatın ucunu kirişin üzerinden aşırıp düğümlerle meşgul olarak. “Basından da bir sürü kişi var. Ne, İdam mı? gazetesi bütün idam haberlerini yayınlıyor elbette. Times zaten var. Pseudopolis Haber gelmiş. Orada iflas eden banka yüzünden gelmişlerdir herhâlde. Sto Ovaları Borsası’ndan da bir adam olduğunu duydum. Finans sayfaları çok iyidir onların; kullanılmış halat fiyatlarını oradan takip ederim. Seni ölü görmek isteyen çok insan var gibi bayım.” Nemly kalabalığın arkasında duran siyah arabanın farkındaydı. Arabanın kapısında arma yoktu ama işin sırrından haberdarsanız, Lord Vetinari’nin armasının kuzguni bir kalkan olduğunun bilirdiniz. Siyah fon üzerinde siyah bir kalkan. O piçin tarz sahibi olduğunu kabul etmek zorundaydınız…
“Ha? Ne?” dedi, bir dürtüklemeye yanıt olarak. “Söyleyecek son bir sözün var mı diye sordum Bay Spangler,” dedi cellat. “Gelenektir. Son sözlerini düşündün mü diye merak etmiştim de.” “Aslında ölmeyi beklemiyordum,” dedi Nemly. Öyleydi de. Şimdiye dek gerçekten düşünmemişti. Onu kurtaracak bir şeyin olacağından emindi. “Bu iyiydi bayım,” dedi Bay Wilkinson. “Bunu kullanalım, olmaz mı?” Nemly gözlerini kıstı. Arabanın pencerelerinden birinin perdesi kıpırdamıştı. Araba kapısı açıldı. Tüm hazinelerin en büyüğü, yani umut, birazcık ışıldamaya cesaret etti. “Hayır, asıl son sözlerim bunlar değil,” dedi. “Ee… biraz düşüneyim.” Arabadan zayıf, kâtipsi bir adam iniyordu.
“Ee… şimdi yaptığım kadar kötü bir şey değildi… ee…” Aha, şimdi her şey mantıklı geliyordu. Vetinari’nin tek amacı onu korkutmaktı. Tam da onun yapacağı şeydi, Nemly’in işittiklerine bakılırsa. Cezayı tecil edeceklerdi! “Ben… ee… ben…” Aşağıda kâtip, sıkışık kalabalıktan geçmekte güçlük çekiyordu. “Birazcık hızlanabilir misin Bay Spangler?” dedi cellat. “Bizlere de haksızlık etmemen lazım ha?” “Doğru düzgün bir son söz bulmak istiyorum,” dedi Nemly kibirle, kâtibin kocaman bir trolün etrafından dolanmasını izleyerek. “Evet ama her şeyin bir sınırı var bayım,” dedi cellat, bu görgüsüzlük karşısında sinirlenerek. “Yoksa… ee, günlerce düşünebilirsin! Kısa ve özlü olsun bayım, doğrusu budur.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Genç Yetişkin Roman (Yabancı)
- Kitap AdıPostane
- Sayfa Sayısı456
- YazarTerry Pratchett
- ISBN9786257314855
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviDelidolu /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Villon’un Karısı ~ Osamu Dazai
Villon’un Karısı
Osamu Dazai
Trajedilerle bezeli hayatından ve gözünü savaşa açan Japon toplumunun ahvalinden damıttığı öykülerinde Dazai, gerek coğrafyasının klasikleşmiş sanat imgelerinden esinlenerek betimlediği manzaralar, gerekse Japon edebiyatının...
- Anlatmak İçin Yaşa ~ Lisa Gardner
Anlatmak İçin Yaşa
Lisa Gardner
GİRİŞ DANIELLE O geceyi artık çok fazla hatırlamıyorum. Başlangıçta, asla unutmayacağınızı sanıyorsunuz. Oysa zaman karmaşık bir şey, özellikle bir çocuk için. Her geçen yıl,...
- Gözlerini Sımsıkı Kapat ~ John Verdon
Gözlerini Sımsıkı Kapat
John Verdon
SANA BİR SÜRPRİZİM VAR… GÖZLERİNİ SIMSIKI KAPAT New York’un en gözde dedektifiyken, basının kendisine yakıştırdığı isimden hep rahatsız olmuştu: Süper Dedektif. Bir bulmacayla karşılaştığında,...