Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Portekiz’e Yolculuk
Portekiz’e Yolculuk

Portekiz’e Yolculuk

Jose Saramago

“Tek bir arzusu var, son derece meşru ve insani, o da başkalarının gözünün değdiğine bakmak, başkalarının adımlarından kalan izlere basmak.” José Saramago, 1979 güzünde…

“Tek bir arzusu var, son derece meşru ve insani, o da başkalarının gözünün değdiğine bakmak, başkalarının adımlarından kalan izlere basmak.”

José Saramago, 1979 güzünde tek başına, tam altı ay sürecek uzun bir yolculuğa çıkar. Sadece karşılaşmakla yetinen turistin aksine keşfetmeyi amaçlayan bir “gezgin” profiliyle, diktatörlük rejiminin izlerini üzerinden atmaya çalışan çok sevdiği ülkesini karış karış gezer. Sonradan bir kitaba dönüşecek bu notlarında ise yaşadıklarını yine kendine has üslubuyla hikâyeleştirirken, aynı zamanda sanattan mimariye derin bilgi ve görgü birikimiyle Portekiz kültürüne, tarihine ve halkına dair oylumlu bir belge ortaya koyar.

*

Balık Vaazı

Sınır polisinin başına daha önce buna benzer bir olay gelmemişti, böyle bir yolcuyu ilk kez görüyordu; aracın motor kısmı Portekiz, benzin deposu İspanya tarafında duruyor, kendisi ise tami tamına o görünmez sınır çizgisiyle bölünen korkuluğun yanından aşağı sarkıyordu. Derken yolcunun derin ve karanlık suların üstünden, seslerin yankısını çoğaltan yüksek sarp kayalıklardan nehrin balıklarına nutuk çektiğini işitti:

“Siz sağ taraftaki Douro ve siz sol taraftaki Duero nehri- nin balıkları, toplanın bir araya ve gümrük sularından geçerken hangi dili konuştuğunuzu anlatın bana; giriş çıkış yapmak için sizin de mühür vurulan pasaportlarınız var mı? Bense buradan, bu büyük gölün tepesinden bakıyorum size, bana sorarsanız ortak sularda yaşayan, kâh bir kıyıda kâh diğerinde yüzen, vatan kiniyle falan değil düpedüz açlık gibi alelade sebeplerle birbirini yiyen büyük bir balık kardeşliği- siniz. Siz balıklar bana bariz bir ders veriyorsunuz, dilerim bunu Portekiz’e yolculuğumun ikinci adımında unutmam:

O diyar senin bu diyar benim gezerken farklılıklara ve benzerliklere çok dikkat etmem gerek, gerçi gezgin de insan ve evrensel sevgiden bağımsız, kendine özgü beğenileri, tercihleri var: kimse de aksini beklemiyor ondan. Neyse, günün birinde tekrar görüşmek üzere size hoşçakalın diyorum; kafanızı balıkçılara göstermeden mutlu mutlu yüzmeye devam edip bana iyi yolculuklar dileyin. “Hoşçakalın!”

Başlangıç için güzel bir mucizeydi bu. Ani bir esintiyle ya da balıkların dibe dalmasıyla sular kırpıştı ve yolcu susar susmaz nehir ve nehrin kıyısı dışında görecek, uyuyan motorun homurtusu dışında işitecek bir şey kalmadı. Mucizelerin insanı hayal kırıklığına uğratan yanı bu işte: Kısa ömürlüler. Ama gezgin keramet sahibi falan değil, mucizelere kazara denk gelen birisi, dolayısıyla arabasına döndü- günde yazgısına razı gelecek. Bir yıl içinde bolca doğaüstü olayın kayıt altına alındığı bir ülkeye adım attığının bilincin- de: bunun özel ve dolaysız örneği de titiz gezginin sakince adımını attığı ilk şehrin adının Miranda do Douro olması. İyisi mi kendine has bütün uçarılıklarını alçakgönüllülükle kabullenip öğrenme kararı almak. Mucizeleri ve geri kalan her şeyi…

Ekim ayı bir akşamüstü. Gezgin geceyi geçireceği odanın penceresini açar ve gördüğü ilk manzara karşısında ne denli şanslı olduğunu keşfeder ya da fark eder. Karşısındaki pekālā bir duvar, gariban bir çiçek tarhı, çamaşır asılı bir avlu olabilirdi ve bu gündelik çirkinlikle, çamaşır ipiyle yetinmek zorunda kalabilirdi. Oysa gördüğü Douro ırmağının İspanya tarafında kalan kayalık kısmı; belli ki öyle sert bir maddeden yapılmış ki otlar buraya diş geçiremiyor, şans daima çifter çifter geldiğinden, karşıdaki yüksek duvar devasa bir tuval gibi kullanıp sarının muhtelif tonlarında soyut bir tabloya çeviren ve hava kararana kadar insanda orada kalıp seyretme isteği uyandıran güneş de orada. Gezgin birkaç güne kalmadan aynı kayayı hatta aynı sarı tonları Bragança’da Abade de Baçal Müzesi’nde, bu kez Dórdio Gomes’in tablosunda göreceğinden henüz habersiz. Şüphesiz o zaman başını sallayıp “Dünya ne küçük,” diye mırıldanacak.

Miranda do Douro’da örneğin kimse kaybolmayı beceremezdi herhalde. 15. yüzyıldan kalma evleriyle Rua da Costanilha’dan inip sur kapısından geçtiğimiz anda, bir de bakmışız şehrin dışında, batıya doğru uzanan koca vadilerin tam karşısındayız. Ortaçağa ait büyük bir sükûnet sarıp sarmalar bizi: Kim bilir hangi zamanda, kimlerin arasındayız… Kapının iki yanında hepsi siyah elbiseli, kısık sesle konuşan, hiçbiri genç olmayan ve belki de genç olduğu zamanları dahi anımsamayan bir grup kadın oturuyor. Bekleneceği üzere gezginin boynunda fotoğraf makinesi var ama çekini- yor, gezgince küstahlıklara henüz alışmış değil, bunun için de dünya kurulali beri orada sohbet etmekte olan o kasvetli kadınların fotoğrafı anıların arasında yok. Gezginin içi kararır ve böyle başlayan bir yolculuğun sonunun kötü biteceğine dair bir alamet olarak yorumlar bunu. Derin düşüncelere dalar, neyse ki uzun sürmez bu: Oracıkta, hemen yakınında duvarların dışında bir buldozerin motoru çalışıyor gümbür gümbür, yeni yol için genişletme çalışmaları var: Ortaçağın kapısındaki ilerleme bu.

Yeniden Costanilha’ya doğru çıkıyor, sessiz sakin sokak- Jarda yolundan sapıyor, pencerelerde bir allahın kulu yok, bin beş yüzlerden kalma, taştan oyulmuş müstehcen bindirmeliklerde İspanya’ya dönük eski kinlere delalet sayılan izler fark ediyor. Ne çocuklanın ne de sıkıcı ahlak bekçileri- nin gözünde küçük düşmekten korkan bu sağaltıcı kıyamet bilimi komiğine gidiyor. Beş yüz yıl içinde kimsenin aklına küstahlığın silinip atılmasını emretmek gelmemiş olması Portekizlilerin espri anlayışına yabancı olmadıklarının bir kanıtıdır; elbette vatanseverliklerine hizmet ettiği sürece kullanırlar onu. Douro’nun balıklarının kardeşliğinden bu- rada ders alınmamış ama belki de bunun geçerli bir nedeni vardır. Her şeyden öte, takdiri ilahi günün birinde İspanyolların karşısında Portekizlilerin lehine dönecek olursa, bu taraftaki insanların göklerden gelen müdahaleye karşı çıkıp onu geçersiz kılması kötü görünebilirdi. Durumdan çıkanla- bilecek sonuç kısaca böyle.

Restorasyon Savaşları’ 17. yüzyılın ortasında bütün hararetiyle sürerken, Douro ırmağının kıyısındaki Miranda do Douro düşmanın saldırıları karşısında topun ağzındaydı. İş- gal vardır, açlık kol gezer, kuşatma altındakiler direnemez ve en sonunda Miranda kaybedilir. Ama anlatılanlara bakılırsa, cesaretin ve moralin sıfırı tükettiği bir anda herkese güç ve cesaret aşılamak üzere bir çocuk ortaya çıkar, “Silahları kuşanın!” diye bağırır, zayıflıklar ve hüsranlar ayağa dikilip sahici ya da uyduruk silahlarını geçirirler ellerine ve kendilerini çayırlara bırakırcasına çocuğun ardından İspanyol- lara hücuma kalkışırlar. İşgalciler bozguna uğrar. Miranda do Douro zafer kazanır ve savaşın tarihsel kayıtlarında yeni bir sayfa açılır. Peki ama bu ordunun komutanı nerededir?

Topacı bırakıp eline mareşal bastonu alan o küçük savaşçı, hoş insan nerededir? Yoktur, ortada görünmez, bir daha geri dönmemiştir. Mucize olarak addeder bunu Mirandalılar. Sonra da adını Küçük İsa’ya çıkarırlar.

Gezgin de bunu doğrular. Balıklarla konuşabildiğine ve onlar da dinlemeyi becerdiğine göre şu anda kadim savaş taktiklerine şüpheyle yaklaşmak için bir sebebi yok. Hele de o bir karış boyuyla belinde gümüş kılıcı, omzundan sırtına dolanan kırmızı şeridi, boynunda beyaz kurdelesi ve ufakcık toparlak kafasındaki beresiyle Cartolinha’lı Çocuk İsa burada karşısında olduğuna göre… Bu kıyafet onun zafer üniforması değil, katedral zangocunun gezgine açıkladığı kadarıyla tamamen zamanına uygun gardırobundan gündelik bir örnekmiş. Zangoç rehberlik vazifesinin farkınday- di; gezginin titiz ilgisini görünce onu yan tarafta muhtelif heykellerin toplandığı bir binaya götürüp bu eserlerin işinin ehli ya da amatör hırsızlardan korunmak üzere orada muhafaza edildiklerini belirtir. Mesele anlaşılır böylelikle. Kabartma desenli küçük bir levha, gezgini mucizeler bahsinde daha katedecek çok yolu olduğuna ikna eder. Kabartmada, kendisiyle alay etme cüretini gösteren çobana örnek bir iman dersi vermek için koyun gibi uysalca diz çökmüş Aziz Antonius ve gördüklerine inanamayan, utançtan yerin dibine geçen ve bu sayede kurtarılmayı hak eden çoban görülür. Zangoç bu levhadan söz eden sayısız insan olmasına rağmen içlerinden pek azının onu gördüğünü belirtir. Şimdi bununla gururlanacak diye gezginin kusuruna bakılmasın. Kimsenin tavsiyesi olmadan çok uzaklardan geldi ve bu sırlar sırf suratından akan iyiliğin hürmetine kendisine ifşa edildi.

Şüpheci bir mizacı olduğundan, bu yolculuğun henüz başında, ilk sorgulamayı burada yaşar. Açıkça sormak gerekirse ne tür bir yolculuk olacak bu? Miranda do Douro şehrine bir uğrayıp zangoç eşliğinde katedrali, o küçük bereyi, o koyunu ziyaret ettikten sonra, havlusunu sallayıp “Sıradaki!” diyen berber gibi haritaya bir çarpı işareti koyarak yola kaldığı yerden devam mı edecek? Yolculuk bundan daha fazla ahenk isteyen, “gitmek” değil “olmak” fiilinden mürekkep bir şey olmalı; dolayısıyla gezginlik vasfı da bu uğurda yeterince istidat gösterenlere atfedilmeli; bu işin pek az sorumluluk istediğini sananlar çok yanılır, oysa katedilen her kilometre yaşamın bir yılına bedeldir. Bu felsefi sorular aklını kurcalarken gezgin uyuyakalır ve sabah uyandığında san kayalar hâlâ oradadır; bir ressamın yüreğinde uzaklara taşınmadığı sürece taşın yazgısı budur ne de olsa – olduğu yerde kalmak.

Miranda do Douro’dan çıkınca bir şeyi kaçırmamak ya da her şeyden olabildiğince faydalanmak için etrafa iyice kulak kesilen gezgin geçerken bir nehir kıyısında mola verir. Ne- hirlerin bir adı olduğuna göre, gürül gürül akan Douro’yla birleşecek kadar ona yakın bu nehre ne isim verilmiş acaba? Bilmiyorsan sorar, şansın varsa yanıt alırsın: “Affedersiniz, bu nehrin adı ne?” “Fresno nehri.” “Fresno mu?” “Evet, bayım öyle.” “İyi ama fresno İspanyolca bir kelime değil mi? Portekizcesi freixo. Neden adını Freixo koymamışlar?” “Valla orasını ben de bilmiyorum. Kendimi bildim bileli böyle derler.” Hadi bakalım, İspanyollara karşı onca mücadele, evlerin kenar süslerindeki o cüretkár figürler, hatta küçük İsa’nın yardımları, derken gezginin milliyetçiliğini alaya alarak akan, tatlı tatlı yatağının içinde saklanmış bir Fresno

nehriyle karşılaşmak. Gezgin balıkları, onlarla yaptığı töreni anımsar, bu anıların içinde dalıp gider biraz, Malhadas köyüne yaklaşırken zihninde bir ışık yanar: “Fresno kelimesinin de Miranda lehçesine göre türetilmediği ne malum?” Bunu birisine sormayı düşünüp unutur, iş işten geçtikten sonra yeniden kuşkuya düştüğünde, bunun bir önemi olmadığına karar verir. En azından kullanımı açısından fresno Portekizceye geçmiştir.

Malhadas köyü Bragança’ya devam eden anayoldan içeride kalıyor. Yakınlarında gezginin takip etmeyeceği antik bir Roma yolunun kalıntıları mevcut. Oysa köyün girişinde karşılaştığı bir kadınla erkek çiftçi bu yolla ilgili sorusunu “Ha şu Magribilerin yolu mu?” diye yanıtlar. İyi, demek ki Mağribilerin yoluymuş. Gezgin, çiftçinin kendi malıymış gibi rahatça indiği traktöre nasıl ve niye sahip olduğunu bilmek ister. “Çok az toprağım var benim. Bu bana fazla. Arada sırada komşulara kiralıyorum da geçinip gidiyoruz işte.” Bakacak çoluk çocuğu olmasının güçlüklerinden dem vurarak dikilirler – bir çocuğun daha gelmek üzere olduğu belli. Gezgin Vimioso’ya gideceğini ve dönüşte yine buradan geçeceğini söyleyince, kadın kocasından izin alma gereği duymadan “Şurada yaşıyoruz, buyurun yemeğe ge- lin,” diye davet eder onu. Canı gönülden bir davettir bu, az ya da çok ne pişmişse, eşitsiz bir biçimde bölüştürüleceğinden ve tabağına en iyi, en okkalı parçanın düşeceğinden adı gibi emindir gezgin. Teşekkür edip başka bir sefere inşallah diye yanıtlar. Traktör uzaklaşırken kadın “Samanlık seyran bize,” diye bahsettiği evlerine çekilir. Gezgin köyün içinde dolanmaya yeltenir ve aniden önünde kocaman siyah bir kaplumbağa belirir: Kalın duvarları, hayvan pençesini andıran dev gibi payandalarıyla bölge kilisesidir bu. 13. yüzyılda Trás-os-Montes topraklarında malzemenin dayanıklılığı konusunda ya fazlaca bilgileri yokmuş ya da dünyevi güvenlik konusuna şüpheyle bakan inşaatçı yapıyı ebediyete havale etmiş. Gezgin içeri girip çan kulesine ve çatıya çıktı ve dağların ardında kalan bu toprakların, hayalinde canlandırdığı gibi uçurumlara ve vadilere dökülmeyişi merakını uyandırdı. Neyse, her şeyin yeri var; karşısına yayla çıktı diye hayal gücüyle didişmenin âlemi yok, kiliseyi kaplumbağaya benzetirken ne de olsa epey işine yaradı – ki bu benzetmenin ne kadar isabetli olduğunu ancak oralara yolu düşen bir başka gezgin doğrulayabilir. Beş on kilometre ötesi Caçarelhos. Camilo, hayli nükteli ve karamsar Queda Dum Anjo romanındaki taşralı açgözlü kahraman, Agra de Freimas’ın en büyük oğlu Benevides de Barbuda ile Calisto Elói de Silos’un burada doğduğunu söyler. Gezgin, adı geçen Camilo’nun -kendisinden önce gelenlerin Maçãs de D. Maria, Ranhados ya da Cucujães’i alaya almış olması gibi-Samarda’yı alaya almakla suçlanıp Francisco Manuel do Nascimento’nun ağır eleştirilerine maruz kaldığını düşünür. Elói’yi Caçarelhos’la bütünleştirerek Caçarelhos’u da alaya almıştı ya da belki de her şeyin suçunu insanda değil de insanın doğduğu topraklarda bulan anlayışımızın kusuruydu bu. Oysa elma çürürse kendi koşullarından, ağaçtaki hastalıktan çürür, kök saldığı toprağın kötülüğünden değil. Söylemeye ne hacet, bu köyün en büyük kötülüğü her şeye rak olmasıdır, dünyanın bir ucundaki bu yerin isminin Minho’da bahsedilen şeyle, Caçarelhos ahalisinin sır tutamayan, dedikoducu tipler olmasıyla ilgisi yoktur muhtemelen. Hem Caçarelhosluların da sırları var, örneğin panayır alanından geçerken kimse gezgine o gün hayvan pazarı kurulduğunu söylemedi; pazarda bal rengi o güzelim öküzler, yumuşak can simidini andıran gözler, sicim gibi sarkan salyalar, sakin sakin geviş getiren kar beyazı dudaklar, boynuzlardan oluşan bir lir ormanı- nun içinde, bu topluluktan, doğal müzikal gövdelerden ara ara yükselen möö sesleri… Elbette bu işin de belli sırları var ama kelimelere dökülecek cinsten değil bunlar: Para hesabı en kolayı, bu öküz için şu kadar şu kadar, alın bakın, hiç pişman olmazsınız. Kestane ağaçlarının üstü dikenli yemişle dolu, öyle ki büyük göçler sırasında güç toplamak için ağaçların dallarında dinlenen yeşil ketenkuşu sürülerini andırıyorlar. Gezgin duygusal biri. Arabayı durdurur, atkestanesi koparır; aylarca basit bir hatıra olarak kalacak, kuruduğundaysa onu eline almak yolun kenarındaki ağacı yeniden görüp, sabahın kestane ağaçlarını müjdeleyen o dolu dolu, taşraya has diri havasını solumasını sağlayacak.

Yol Vimioso’ya doğru kıvrıla kıvrıla iner ve gezgin “Ne güzel bir gün,” diye mırıldanır mutlulukla. Gökyüzünde bulutlar var, arazinin muhtelif yerlerine gölge yapan parça parça bulutların arasından esen hafif meltemle dünya yeniden doğmuşa benziyor. Vimioso hoş bir tepenin üstüne kurulu, sakin, huzurlu bir kasaba; önünden geçip giden, sadece kadının birinden bilgi almak için duran gezginin kasabaya dair izlenimi bu yönde. İşte ilk hüsranı yaşadığı yer. Bilgi veren kadın öyle candan görünür ki ender bulunan bazı yerleri göstermek için kasabada onu gezdirmeye gönüllü gibidir, oysa tek derdinin elişi bazı havluları satmak olduğu ortaya çıkar. Gezgini yanlış anlamayalım çünkü ilkelerine sıkı sıkıya bağlı ve dünyadan tek beklentisi…

 

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Belki de Neşe ~ José SaramagoBelki de Neşe

    Belki de Neşe

    José Saramago

    “Hayat, en uzunu, sakalı nehri andıran en uzun ömürlü ihtiyarınki de dâhil olmak üzere, ardında her zaman karanlık suskunluklar, küle dönmeyen harabeler, meçhul adalar...

  2. Filin Yolculuğu ~ Jose SaramagoFilin Yolculuğu

    Filin Yolculuğu

    Jose Saramago

    16. yüzyılda Portekiz Kralı, Süleyman adlı filini Avusturya Arşidükü Maximilian’a hediye etmek ister ve Süleyman bu uzun yolculuğa çıkar. Nobel Edebiyat Ödülü sahibi José...

  3. Çatıdaki Pencere ~ José SaramagoÇatıdaki Pencere

    Çatıdaki Pencere

    José Saramago

    “Ölmek, varolmuş olmak ve artık olmamaktır,” derdi José Saramago. O öldü, artık yok, ama Çatıdaki Pencere Portekiz’de ve Brezilya’da, anadilinin vatanlarında basılır basılmaz insanlar...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur