
Sadece yastık, döşek, Zetina dikiş makinesi, el radyosu ve kıyafetlerimizden ibaret olan eşyalarla sığınmıştık “taşı toprağı altın” dedikleri o koca şehirdeki küçük dünyaya. Keşke o radyoyu da getirmeseydik. Annem ve ablam tam buraya ayak uydurmaya çalışırken radyodaki ses yüzlerine bir tokat gibi çarpıp gurbette olduklarını hatırlatırdı çünkü. Ellerinde ne iş varsa bırakarak radyonun karşısına oturup şarkı başlamadan ağlamaya hazırlanırlardı. “Şimdi de TRT sanatçısı Ayla Gürses’ten dinliyoruz: “Gurbet o kadar acı ki.”
Diyarbakır’dan İstanbul’a 1970’li yılların ortalarında göç eden, büyük şehrin girdabında hayatta kalmak için çırpınan arafta kalmış bir aile hikâyesi… Yaslı bir anne ile dünya yansa umurunda olmayan, anason kokan bir babanın hasbelkader büyüyen yedi çocuğu. Geçmişteki Gazi Köşkü, Suriçi, Lalebey Mahallesi, Menekşe Plajı, gazinolar, sinemalar, Boğaziçi, Adalar, Şehremini, Samatya…
Bircan Değirmenci, Porçakal’da, yaşanmışlıklarını hikâyeleştirirken, İstanbul-Diyarbakır arasında mekik dokuyan bir kız çocuğunun parıldayan şaşkınlığıyla göz göze getiriyor bizleri.
İÇİNDEKİLER
Fehime’nin Mektupları 9
Gurbet O Kadar Acı ki 17
Ev Sahibi Serencamı 25
Kepçe Kulak 31
Bir Kırık Porselen Sızısı: Ayşam Teyze 45
Anason Kokulu Sevim Hanım 51
Kırmızı Ojeli Fatoş 61
Planlar, Hayaller, Gerçekler… 69
“Ada Vapuru Yandan Çarklı” 77
Kalemiti Ceyn’in Pastaları 83
Okul Kantini 93
Sütlü Şeker 109
Ekşili Dolma 115
Kibrit Çöpü 121
Yılbaşı, Zeki Müren ve Babamın Şampanyası 127
Aliye 133
Seniha ve Babamın Sinemaları 139
Ma Bugün Bayramdır! 147
Gazi Köşkü ve Mavi Gözlü Lamia 153
Ciğerimin Köşesi 161
Babamın Gizli Mabetleri 165
Qahpe Feride! 169
Hayırlı Cumalar! 175
Hüsna 187
Ben û Sen Meyhanesi 193
Haydi Porçakalın! 201
Fehime’nin Mektupları
Saat sabahın dördü. Hava ayaza çalıp hoş bir serinlik yüzüme vurunca ürpererek, daldığım kitaptan başımı kaldırıp açık olan pencereyi kapattım. Kan çanağına dönmüş gözlerimin ve ağırlaşan gözkapaklarımın kafam yastığa değdiğinde direnişe geçeceğini, uykunun derinliklerinde kaybolamayacağımı çok iyi biliyorum. Çivili bir tahtaya dönen yatak her yanıma batarken, yılana dönüşen yastığım boynuma dolanacak. Odaya birer birer giren geçmişin zombilerini tekrar öldürmek için mücadele edeceğimi düşündükçe hepten uykum kaçtı. Yatakta kurulan mahkemede sabaha kadar sürecek sorgulamalar, suçlamalar, sonu gelmeyen hesaplaşmalar. Evden çıkmamız bir süre daha yasaklandı. Sokağa çıkma aşkıyla yanıp tutuşarak sinir krizleri geçirenleri anlamakta zorlanıyorum. Benim için pek bir şey fark etmiyor, sonsuza kadar da uzatılabilir, bir mahsuru yok. Mesela ev hapsi diye bir şey varmış ya hani, bana çok cazip bir ceza olarak gelir. Uzun süredir işsiz güçsüz olduğum için bu şekilde yaşıyorum zaten. Dışarı çıkmamak için bahane aramama gerek yok artık. Üstelik daha iyi bile diyebilirim. En azından şu anda herkes benim gibi işte. Huzursuz, uykusuz, endişeli, sıkıntılı haller. Benim çözümüm –yoğunlaşmakta zorlansam da– kitap okumak. Çok sevdiğim Gaye Boralıoğlu’nun Alâmetler Kitabı’nı bitirdim az önce. Damağımda öykülerden kalan kekremsi bir tat, kafamda deli sorular. Elime kâğıt-kalem alıp “Sevgili Gaye” diye başlayan bir mektup yazmak istedim. Bir de zarf gerekliydi elbet. Bu modern dünyamızda cezaevleri dışında kimse birbiriyle mektuplaşmıyordur muhtemelen. En azından “görülmüş” bir mektup olmayacaktı benimkisi. Kenar süsü de yaparım belki kâğıdın sol yanına. Tıpkı Fehime için yazdığım mektuplarda yaptığım gibi “Kestane kebap, acele cevap” diye ekler, maniyle bitirirdim.
Sepet sepet yumurta
Sakın beni unutma
Unutursan küserim
Mektubumu keserim…
Gerçi mazisine bakarsak hiç de iç açıcı bir deneyimim yok. Fehime adına uzun mektupları yazarken kaleme gömülerek sızlayan parmaklarımı hatırladım birden. Diyarbakır’dan aile dostlarımız olan Fehime ve eşi Cuma büyük umutlarla İstanbul’a göçtüklerinde bizimkiler malum, büyük şehir onları yutmasın diye kol kanat gererek, bulunduğumuz sokaktaki bodrum katında, iki göz odalı rutubetli bir ev kiralamaları için yardımcı olmuşlardı. Bugün bile burnuma ağır küf ve nem kokusu geldiğinde Fehime’nin ıslak lekelerin sararttığı duvarları olan evini anımsarım. Henüz otuzunda bile olmayan Fehime üst üste dört çocuk doğurmuştu. Uzun siyah kirpikleri kaşına kadar değen, esmer tenli, sessiz sakin, kendi halinde, yüzünde hep bir suç işlemiş gibi mahcup ifade olan, görünür olmaktan çoktan vazgeçmiş, saf, temiz bir kadındı. Okuma yazmayı söktüğümü duyduğunda Diyarbakır’daki annesine mektup yazmam için yakama yapıştı ve bir daha bırakmadı. Okul çıkışı yolumu gözler, ben gelmeden mektup zarflarını ve kâğıtlarını hazır ederdi. Üzerimde siyah okul önlüğüyle, evde masa olmadığı için alışkın olduğumdan yerdeki halının üzerine yüzüstü uzanır, kâğıdın altına da harita metot defterimi koyar, Fehime söyler, ben yazardım. Oysa benim niyetim çocuklarıyla oyun oynamaktı, mektup yazarken aklım hep onlardaydı.
Şöyle başlardı: “Çok kıymetli anacığım, (…cığımı ben eklerdim) nasılsın, iyi misin, iyi olmanı Cenabı Allah’tan diler, selam eder ellerinden öperim. Bizleri soracak olursanız hamdolsun iyiyiz.” Ardından tek tek kardeşlerinin isimlerini sayar, selam eder, gözlerinden öperdi. Sonra birinci derece, ardından ikinci derece akrabalar, komşular, kendi sokağındaki komşular bitince arka mahalledekilerin isimlerini tek tek sayar selam eder, büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperdi. Gözlerden öpmek biraz tuhaf gelse de bir şey demezdim.
İsim benzerliği olanları ayırt etmek için bulundukları konuma göre selam gönderirdi. Mesela: “Sinek Fırını’nın karşısında oturan Cemile Bibi’ye selam eder, ellerinden…” “Meryem Ana Kilisesi’nin sokağındaki Süphan Abla’ya selam eder…” diye devam eden selam-kelamdan ibaret ve önceleri keyif aldığım ama giderek işkenceye dönüşen mektuplardı. İçerisinde ne bir olay ne bir haber ne serzeniş ne mutluluk ne de dedikodu barındırıyordu. Oysa Fehime ağır yoksulluk yaşamasına, aile ve memleket hasretiyle yanıp tutuşmasına rağmen bundan tek kelime bile etmezdi. Diyarbakır’daki avlulu evini, aynı dili konuştuğu komşularıyla ortaklaşa yaptıkları kışlık zahire hazırlıklarını, tandır başında ekmek pişirirken yaptıkları dedikoduları, şehriye kesme ritüellerini, avlularda yapılan düğünleri, şerbet içme törenlerini, kına gecelerini, ev işlerini bitirdikten sonra komşularıyla kapı önünde çekirdek çitleyerek hasbihal ettikleri zamanların hasretini çekiyordu. Sabah kahvaltısı için kızarttıkları yeşil sivri biberin kokusunu bile özlediğini söylemişti bir gün. Mektup aralarında yaptığı konuşmalardan anlıyordum bunu. Burada bizim dışımızda tanıdık hiç kimsesi yoktu ve bodrum katının camından sokaktan gelip geçen insanların sadece ayaklarını görüyordu. “Orada fakir de olsak mutluyduk,” diyordu. Bir ara okulda defterimize yaptığımız kenar süslerinden çizdim mektuba. Çok sevdi Fehime, etamin üzerine işlenen divan yastıklarının kenarına benzetmişti. Mektubu bitirirken Fehime arka sayfaya elini koyar, ne kadar özensem de her seferinde titrek bir çizimle yamuk yumuk bir şekilde elinin kalıbını çıkarırdım kâğıda. O el deseninin içine de mutlaka bir mâni yazdırırdı.
Portakal kanat kanat
Ben yazayım, sen anlat
Diyarbakır milleti anam size emanet
Kafiye uyumu için “emanat” dememiz gerekiyordu ama böyle de idare ederdi. Ve mektup, içerisinde hiçbir soru olmasa da “Kestane kebap, acele cevap” diye biterdi.
Velhasıl her hafta bu Fehime’nin mektupları kâbusum olmuştu. Bir müddet sonra mektup yazdırmaları giderek seyrelmeye başladı. Çünkü kocası Cuma tombalacılık yaparak kazandığı üç kuruşu da köpek öldüren şaraplara yatırdığı için geçinemiyorlardı. Cuma’nın eve sarhoş gelip hıncını Fehime’den aldığını morarmış gözlerinden anlıyordum. Kötü olan her şeyin yok sayıldığında yok olacağını sanıyordu. Hamdolsun iyiydi Fehime. Her ay kirayı almak için kapısına dayanan ev sahibinin tacizine maruz kalınca çareyi yaşadığı binanın merdivenlerini silmekte bulmuştu. Çocuklarının aç kalmasına tahammül edemezdi. Artık çok yorgundu Fehime. Ve elbette azalan mektuplarda asla bunlara yer yoktu. “Bizi soracak olursanız hamdolsun iyiyiz.” Neyse işte mektup deyince aklıma geliverdi. Oysa ki Alâmetler Kitabı’ndan söz etmek için yazacaktım mektubu.
Pandemi hayatımıza henüz girmişken telefonla konuştuğumuzda epey zamandır üzerinde çalıştığı kitaptan bahsetmişti Gaye. Birkaç kez rüyasında kimsenin ona dokunamadığını gördüğünü ve işin ilginç yanı bu rüyaların salgın öncesine denk geldiğini, bunun üzerine bir öykü yazdığından söz etmişti. Anlaşılan yazarların hayal dünyasının zenginliği rüyalarına da yansıyor diye hayıflanıp imrenmiştim. Kendi kendime, “Ulan biz sıradan fanilerin rüyası da bizim gibi basit ve sıradan. Yaratıcı kadının gördüğü rüyanın inceliğine bak, bildiğin öngörülü ve yazmak için ilham veren türden. Bizimki öyle mi?” demiştim. Rüyamızda gördüğümüz şeyler ya sepya modunda ya da bulanıktır, çoğunu hatırlamayız bile. En fazla rüyamızda rahmetli anamızı gördüğümüzü anlatırız kardeşlerimle birbirimize. “Rüyamda annem eve gelmişti ama benimle konuşmuyordu, konuşmadığına göre kesin kendisiydi, çünkü ruhlar konuşmazdı.” En bariz hatırladığım ve çoğunlukla gördüğüm rüyalardan biri de ayakkabımın tekini kaybettiğim ve bilmediğim karanlık sokaklarda camların, taşların battığı ayağımla yalpalayarak, korkuyla evin yolunu bulmaya çalışmamdır. Sabah uyanır uyanmaz ilk işim, aradaki detayları unuttuğum bu vizyondan yoksun rüyanın aklımda kalan tek metaforu olan “rüyada ayakkabının tekini kaybetmek” diye yazarak arama motorundan rüya tabirlerine bakmak olur. Bir âlime göre, rüya, yaşanan sıkıntılardan sonra feraha erişileceğini gösteriyordur. Ama açıklamanın devamında, başka bir İbn’i bilmem kime göre ise bu rüya, uğursuzluk, sıkıntılı ve kederli günlerin kişiyi beklediğinin işaretidir ve diğer âlimin bahşettiği boş vaatlere kapılmamak gerekmektedir. Ben de
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Hikaye
- Kitap AdıPorçakal
- Sayfa Sayısı212
- YazarBircan Değirmenci
- ISBN9789750538230
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2025
Aynı Kategoriden
- Yer Değiştiren Sular ~ Pelin Buzluk
Yer Değiştiren Sular
Pelin Buzluk
“Kırlar çiçeklerle kaplıydı, dağlar yeşile boyanmıştı. Hiç yoktan bir sevinçle dolabilirdi insan. Otların arasına kendini bırakabilir, ulu ağaçlara yüz sürebilir, yüce kayalara, ziyaretlere varıp...
- Oy, Markus, Oy! ~ Cengiz Dağcı
Oy, Markus, Oy!
Cengiz Dağcı
İngiliz hikâyeleri serisinin son kitabıdır. İlk kitaplardaki kahramanların yerini torunları alır. “Tuhaf bir kişi Markus. Markus’u sevenler olur, sevmeyenler olur. Okurun Markus’un kişiliğini yorumlamasının...
- Tüfekle Vurulacak Şeyler ~ Vuslat Çamkerten
Tüfekle Vurulacak Şeyler
Vuslat Çamkerten
“O zamanki karmaşa, o zamanki keder, ihtiras, acılar, pişmanlıklar, bunların hepsi önce basit birer et acısına ve sonra morluğa dönüştü, en sonunda da bedenimin...