sarhoştum. odama doğru yürüdüm. dolunay vardı. New Orleans’da. bir süre yürdüm ve yaşlar akmaya başladı. ay ışığında bir gözyaşı seli. sonra kesildi, yaşların yüzümde kuruduklarını hissedebiliyordum, cildim geriliyordu. odama girdiğimde ışığı yakmadım; ayakkabılarımı ve çoraplarımı çıkarıp yatağa bıraktım kendimi. Elsie, harikulade zenci fahişem benim. ve uyudum. her şeye sinmiş hüznün içinden uyudum. uyandığımda şimdi sırada hangi kent var, diye geçirdim içimden. hangi iş? kalktım, çoraplarımı ve ayakkabılarımı giyip bir şişe şarap almaya çıktım. iyi görünmüyordu sokaklar, genellikle görünmezler. insanlar ve fareler tarafından planlanmışlardı sanki ve siz onlarda yaşamak ya da ölmek zorundaydınız. ama bir dostumun bir keresinde bana dediği gibi, “sana hiçbir şey vadedilmedi, sözleşmen yok.” şarabımı almak için dükkâna girdim.
***
ÖNSÖZ
Bir yılı aşkın bir süre önce John Bryan kirada oturduğu iki katlı küçük evinin ön odasında yeraltı gazetesi AÇIK KENT’i başlattı. Sonra gazete o evin önündeki binaya, oradan da Melrose Bulvarı’nın iş semtlerinden birine taşındı. Ama bir gölge düşüyordu yine de. Hem de iri ve kasvetli bir gölge. Tiraj yükseliyor ama yeterince reklam gelmiyor. Kentin öbür yakasında kurumsallaşmış L.A. Free Press var. Reklamlar onlara gidiyor. Bryan daha önce L.A. Times’da çalışıp tirajlarını 16.000’den üç katına yükselterek kendi düşmanlarını yaratmış zaten. Ulusal Ordu’nun gelişmesine katkıda bulunduktan sonra devrimcilere katılmak gibi bir şey. Bu savaş sadece AÇIK KENT ile FREE PRESS arasında yaşanmıyor elbette. AÇIK KENT’i okumuşsanız savaŞın çok daha geniş kapsamlı olduğunu biliyorsunuzdur. AÇIK KENT kodamanları hedef alır, en kodamanları ve ŞU ANDA sokağın ortasında yürüyen birkaç tane harbi kodaman var, üstelik öyle çirkinler ki bok herifler. Amerika’nın belki de en canlı gazetesi AÇIK KENT için çalışmak çok daha eğlenceli ve tehlikeli. Ama eğlence ve tehlike ekmek parasını çıkarmaya ve kedileri beslemeye yetmiyor.
Bryan bir tür deli idealist ve romantik. Herald-Examiner’de çalışırken istifa etti, ya da kovuldu, ya da istifa etti ve kovuldu -ortalık iyice karışmıştı- çünkü Bebek İsa’nın çükünü ve hayalarını kamufle etmelerine karşı çıkmıştı. Çıkardıkları derginin Noel sayısının kapağı söz konusuydu. “Üstelik benim Tanrım değil, onların Tanrısı,” demişti bana Joe Bryan.
İşte bu tuhaf idealist ve romantik AÇIK KENT’i yarattı. “Bizim için haftalık bir sütun yazmaya ne dersin?” dedi bir gün, kızıl sakalını kaşıyarak. Diğer sütun yazarlarını düşününce son derece kasvetli bir iş gibi gelmişti bana. Ama başladım, sütun olarak değil de A.E. Hotchner’ın Hemingway Baba üzerine yazdığı bir yazı ile. Sonra bir gün hipodrom dönüşünde daktilonun başına oturup PİS MORUĞUN NOTLARI başlığını attım, bir bira açtım ve yazı kendi başının çaresine baktı. The Atlantic Monthly dergisi için bir şey yazdığınızda hissettiğiniz gerilim, o kör jiletle yapılan özenli traşlama yoktu. Düz ve özensiz bir gazetecilik yazısı yazma gereksinimi de yoktu. Hiçbir baskı yoktu uzun lafın kısası. Pencerenin önüne otur, biranı iç ve bırak gelsin. Akmak isteyen her şey akıyordu. Ve Bryan hiçbir zaman sorun çıkarmadı. İlk zamanlarda ona yazımı veriyordum, şöyle bir göz gezdirip, “Tamam, bastık,” diyordu. Bir süre sonra yazımı verdiğimde artık göz bile gezdirmez olmuştu; yazıyı çekmecesine koyup, “Bastık, ne var ne yok?” diyordu. Şimdi “Bastık,” bile demiyor. Yazıyı veriyorum ve hiç konuşmuyoruz. Bütün bunların yazıya etkisi son derece olumlu oldu. Düşünün: aklınızdan geçen her şeyi yazma özgürlüğü. Çok iyi vakit geçirdim o yazıları yazarken ve çok da ciddi, bazen; ama haftalar ilerledikçe yazıların giderek güzelleştikleri duygusu hakimdi. Bunlar on dört ay boyunca yazılmış sütunlardan bir derleme.
Eylem açısından bakarsak şiire beş çeker bir kere. Şiirlerinizden biri kabul edilmişse ya basılması iki ile beş yıl arasında bir süre alır, ya hiçbir zaman basılmaz, ya da bazı dizeleri hiç değiştirilmeden daha sonra ünlü bir şairin şiirlerinden birinde beliriverir ve o zaman ne kadar boktan bir dünyada yaşadığımızı bilirsin. Şiirin suçu değil bu elbette; boktan insanların şiir basmaya ve yazmaya yeltenmelerinin bir sonucu sadece. Ama PİS MORUĞUN NOTLARI ile cuma veya cumartesi veya pazar günü biranı alıp daktilonun başına geçiyorsun, yazını yazıyorsun ve çarşamba günü yazı kente dağıtılmış. Hayatında ne benim ne de başkalarının şiirini okumamış insanlardan mektup alıyorum. Kapıma geliyorlar -fazla olmaya başladılar açıkçası- kapımı çalıp bana PİS MORUĞUN NOTLARI’nı çok sevdiklerini söylüyorlar. Berduşun teki yanında bir çingene ve karısı ile geliyor, oturup sabaha kadar içiyoruz. Newburgh şehirlerarası santralında çalışan bir kadın para yolluyor. İçkiyi bırakmamı, sağlıklı beslenmemi istiyor. Kendine “Kral Arthur” diyen ve Hollywood’un Vine sokağında oturan bir kaçık arayıp sütunlarımı yazmamda bana yardımcı olmak istediğini söylüyor. Bir doktor çalıyor kapımı: “Ben psikiyatrım. Sana yardım edebileceğimi sanıyorum.” Yolluyorum.
Bu derleme size iyi gelir umarım. Para yollamak istiyorsanız, eyvallah. Benden nefret etmek istiyorsanız, ona da eyvallah. Kasabanın demircisi olsaydım buna bulaşmaya cesaret edemezdiniz. Ama anlatacak pis öyküleri olan bir ihtiyardan başka bir şey değilim. Benim gibi, yarın ölmesi muhtemel bir gazete için pis öyküler yazıyorum işte.
Her şey o kadar tuhaf ki…Düşünün, Bebek İsa’nın çükünü ve hayalarını kamufle etmeye kalkışmasalardı şimdi bu kitabı okuyor olmayacaktınız. Öyleyse, mutlu olun.
Charles Bukowski.
*
PİS MORUĞUN NOTLARI
Orospu çocuğun teki paranın üstüne yatmış, herkes bütün parasını yutulduğunu iddia etmiş ve bu da pokerin sonu olmuştu; dostum Elf ile oturuyordum, çocukken kötü bir hastalık geçirmişti Elf. kuruyup büzülmüş, yıllarca yatakta yatıp lastik bir topu sıkmış, envai çeşit manyakça egzersizler yapmıştı ve bir gün yataktan kalktığında eniyle boyu bir olmuştu, yazar olmayı düşleyen gülen bir dev. ne var ki çok fazla Thomas Wolfe gibi yazıyordu ve Dreieser’i saymazsak Amerikan Edebiyat’ının en kötü yazarıydı T.Wolfe, ve Elf’in kulağına bir tane patlattım (hoşuma gitmeyen bir şey söylemişti) sehpanın üstündeki şişe devrildi, Elf ayağa kalkıp üstüme geldiğinde şişe elimdeydi, kalite skoç ve çenesi ile boynunun arasında bir yere isabet etti ve Elf yere yığıldı yine, içkiden bir yudum aldım, şişeyi sehpanın üstüne koydum; Dostoyevski’nin öğrencisiydim, karanlıkta Mahler dinlerdim ve tekrar üstüme geldiğinde sağ gösterip solumu hayalarına yerleştirdim, dengesiz bir şekilde elbise dolabının üstüne düştü, ayna kırıldı, aynı filmlerdeki gibi büyük bir gürültü çıkararak tuzla buz oldu ve Elf’in yumruğu alnımın ortasında patladı, arkamda duran iskemleye yığıldım, hasır gibi dümdüz oldu lanet şey, ucuz mobilya, ve başım gerçekten beladaydı çünkü ellerim küçüktür ve dövüşmekten hiç haz etmem, ama işini bitirememiştim -aklını yitirmiş nefret dolu biri gibi vuruyordu, üç yiyiyor bir vuruyordum, kötü üstelik, ama vazgeçmiyordu ve eşya kırılıyordu her yerde, korkunç bir gürültü ve birilerinin gelip bizi ayırmasını ummaktan başka yapabileceğim bir şey yoktu, ev sahibesi, polis, Tanrı, biri işte, ama kimse gelmedi ve gerisini hatırlamıyorum.
uyandığımda güneş doğmuştu, yatağın altındaydım, yatağın altından çıktım ve ayağa kalkabildiğimi keşfettim, çenemin altında derin bir kesik, ellerim morarmış, çok daha kötü akşamdan kalmalıklar yaşamışlığım var. ve insan çok daha kötü yerlerde de uyanabilirdi. cezaevinde? belki, etrafıma baktım, gerçekti, her yer kırılmış, dökülmüş, parçalanmıştı -abajurlar, iskemleler, etajer, yatak, küllükler- kan revan, kendi halinde tek bir eşya bile kalmamıştı, her şey çirkin ve bitikti, bir bardak su içip etajere gittim, oradaydı: onluklar, yirmilikler, beşlikler, poker oynarken her çişe gittiğimde çaktırmadan etajerin çekmecesine fırlattığım bütün paralar, ve PARA ile ilgili kavgayı benim başlattığımı hatırladım, yeşilleRİ topladım, cüzdanıma yerleştirdim, mukavva bavulumu çıkardım, çökük yatağın üstüne yerleştirdim ve pılımı pırtımı toplamaya başladım: işçi gömlekleri, tabanları delik sertleşmiş ayakkabılar, sert ve kirli çoraplar, gülmek isteyen çuvalvari pantolonlar, San Francisco Opera Salonunda .m biti kapmaya dair bir öykü, yırtık bir Thrifty Drugstore sözlüğü -“palingenesis: yaşam-tarihinde cedlerin evriminin özeti.”
saat çalışıyordu, emektar çalar saat, allah uzun ömürler versin, kaç kez sabahın yedi buçuğunda akşamdan kalma uyanıp s.kmişim işi demek zorunda kalmıştım? S.KMİŞİM İŞİ! neyse, öğleden sonra dördü gösteriyordu. tam saati bavula koymak üzereydim ki, evet, elbette, kapım çalındı.
“NE VAR?”
“BAY BUKOWSKİ?”
“EVET? EVET?”
“İÇERİ GİRİP ÇARŞAFLARI DEĞİŞTİRMEK İSTİYORUM.”
“HAYIR, BUGÜN OLMAZ. HASTAYIM.”
“GEÇMİŞ OLSUN. AMA İZİN VERİN ŞU ÇARŞAFLARI DEĞİŞTİREYİM, İKİ DAKİKA SÜRMEZ.”
“HAYIR, HAYIR, ÇOK HASTAYIM. BENİ BU HALDE GÖRMENİZİ İSTEMİYORUM.”
bu şekilde sürüp gitti, çarşafları değiştirmek istiyorum, olmaz, çarşafları değiştirmek isitiyorum. Biteviye. ev sahibesi. ne vücut kadında. HAYKIRIYORDU her yeri. ben oraya taşınalı sadece iki hafta olmuştu. aşağıda bir bar vardı, ziyaretçim geldiğinde evde değilsem onlara, “aşağıda, barda, sürekli barda,” derdi ve ziyaretçilerim, “aman allahım, moruk, ev sahibene hastayım,” derlerdi.
ama iri, beyaz tenli bir kadındı ve o da Filipinliler’e hastaydı, vardı bir bildikleri bu Filipinliler’in; hiçbir beyazın hayal edemeyeceği numaralar biliyor olmalıydılar, benim bile; ama geniş kenarlı George Raft şapkaları ve vatkalı ceketleri ile neredeler şimdi o Filipinliler; hançerli çocuklar, modanın öncüleriydiler bir zamanlar; deri topuklar, yağlı ve tehlikeli suratlar -nereye kayboldunuz?
neyse, evde içecek hiçbir şey yoktu ve oturup saatlerce bekledim, aklımı kaçırmak üzereydim, diken üstünde, tırnaklarımı kemirerek oturdum orada, 450 dolar kolay para vardı cüzdanımda ve aşağı inip bir bira bile alamıyordum, karanlığı bekliyordum, ölümü değil, dışarı çıkmak istiyordum, son bir fırsat, sonunda kapıyı açacak cesareti buldum kendimde, zincir hâlâ sürülüydü ve biri bekliyordu dışarda, elinde çekiç bir Filipin maymunu, kapıyı açtığımda ağzındaki raptiyeleri çıkarıp çekicini havaya kaldırdı ve dışarıya açılan tek kapının bulunduğu birinci kata inen merdivenin halısını raptiyeliyormuş ayağına yattı, ne kadar sürdü bilmiyorum, aynı sahne yaşanıp duruyordu, her kapıyı açtığımda çekicini kaldırıp sırıtıyordu, bok maymunu, en üst basamaktan ayrılmıyordu, aklımı kaçırmak üzereydim, terliyordum, kokuyordum: sonra küçük daireler dönmeye başladı beynimin içinde, başım zonkluyordu. gerçekten delirmek üzere olduğumu düşünüyordum, gidip bavulumu aldım. hafitti, paçavradan başka bir şey yoktu içinde, sonra daktiloyu aldım, çelikten, portatif, bir zamanlar arkadaşım olan bir adamın karısından ödünç alınmış ve iade edilmemiş, insana güven veriyordu: gri, düz, ağır, kuşkulu, sıradan. gözlerim başımın arkasına kaydı ve zinciri sürgüden çıkardım; bir elimde bavul bir elimde çalıntı daktilo yaylım ateşin üstüne yürüdüm; elveda sabah güneşi, elveda yulaf kurabiyesi, buraya kadarmış.
“HEY! SEN NEREYE?”
küçük maymun tek dizinin üstünde doğruldu ve çekici havaya kaldırdı, o kadarı bana yeterdi -elektrik ışığının altında parlayan çekiç -bavulum sol elimde, portatif çelik daktilo sağ elimdeydi, duruşu mükemmeldi, dizimin hizasında, büyük dikkat ve öfke ile salladım daktiloyu, düz ve sert yan tarafı isabet etti, şakağına, kafatasına, varlığına.
herşey ağlıyormuş gibi bir sessizlik şoku yaşandı, sonra kesildi, dışarda buldum kendimi,
kaldırımda, bütün o basamakları farkında olmadan inmiştim, sarı bir taksi, şanslı olmak diye buna derim.
“TAKSİ!”
atladım. GAR.
sabah havasında tekerleklerin vızıltısı iyi gelmişti. HAYIR, BİR DAKİKA, diye bağırdım. OTOBÜS TERMİNALİ.
“NEYİN VAR, BE ADAM?” diye sordu taksici.
“BİRAZ ÖNCE BABAMI ÖLDÜRDÜM!”
“BABANI MI ÖLDÜRDÜN?”
“İSA’YI BİLİR MİSİN?”
“TABİİ.”
“GAZLA ÖYLEYSE: TERMİNAL!”
terminalde bir saat kadar oturup New Orleans otobüsünü bekledim, adamı öldürmüş müydüm acaba? nihayet bavulum ve daktilomla otobüse bindim, daktiloyu kafama düşmemesi için üst rafın dibine yerleştirdim, bol içkili ve Fort Worth’lü bir kızılla hafif flört içeren bir yolculuk oldu. ben de Fort Worth’de indim, ama kızıl annesi ile yaşıyordu, bir oda tutmak zorunda kaldım ve bir genelevde tuttum yanlışlıkla. sabaha kadar bağırıp çağırıyorlardı: “HEY! kaç para verirsen ver ONU bana sokamazsın!” sürekli sifon sesi. açılıp çarpılan kapılar.
kızıl hatun masum görünümlü hoş bir şeydi, daha iyi birini hakediyordu. neyse, donuna giremeden kasabadan ayrıldım, sonunda New Orleans’e vardım.
ama Elf. Elf’i hatırladınız mı: odamda dövüştüğüm adam. savaşta makineli tüfek ateşine yakalanıp öldü. son nefesini vermeden önce uzun zaman yatakta can çekişmiş, 3-4 hafta, ve gariptir, bana “orospu çocuğunun tekinin parmağını makineli tüfeğin tetiğine koyup beni ikiye böldüğünü farzet?” diye sormuştu.
“o zaman senin hatan.”
“senin lanet bir makineli tüfek tarafından ikiye bölünmeyeceğini biliyorum.”
“son derece yerinde bir tespit. Sam Amca’nın makineli tüfeklerinden biri ancak.”
“yeme beni! ülkeni sevdiğini biliyorum, gözlerinde görebiliyorum! sevgi, gerçek sevgi! vatan sevgisi!”
işte bu yüzden çakmıştım ilk yumruğu.
hikayenin gerisini biliyorsunuz.
New Orleans’e vardığımda genelev olmadığından emin olduğum bir yerde bir oda tuttum, her ne kadar bütün kent genelevinden farksızdıysa da.
– – – – – –
7-1 kaybetmiş, maçtan sonra büroda oturuyorduk; beysbol mevsiminin ortasındaydık ve lig sonuncusuyduk. Mavi’lerin menajeri olarak son mevsimimi yaşadığımı biliyordum. ihtiyar Henderson masanın çekmecesinden cep viskisini çıkardı, bir yudum aldı ve şişeyi bana uzattı.
“bütün bunlar yetmiyormuş gibi,” dedi Henderson, “iki hafta önce .m biti bile kaptım, iyi mi?”
“hay allah, üzüldüm patron.”
“yakında bana patron diyemiyeceksin.”
“biliyorum, ama hiçbir menajer bu takımı sonunculuktan kurtaramaz,” dedim viskinin üçte birini dikerek.
“daha da kötüsü,” dedi Henderson, “bana .m bitini bulaştıran karım sanıyorum.”
ne diyeceğimi bilemediğim için hiçbir şey demedim.
büronun kapısı hafifçe vuruldu, sonra açıldı, sırtına kağıttan kanatlar yapıştırmış bir kaçık belirdi.
on sekiz yaşlarındaydı. “takıma yardım etmek için burdayım,” dedi.
kağıttan kocaman kanatları vardı, tam bir kaçık, ceketine delikler açıp kanatları sırtına yapıştırmış ya da bağlamıştı. yapmıştı bir şekilde.
“bana bak,” dedi Henderson, “s.ktir olup gider misin burdan lütfen? saha içinde yaşadığımız komedi bize yeter, yeterince gülünç duruma düştük, şimdi dışarı çık!”
oğlan uzanıp şişeyi aldı, bir fırt çekti, şişeyi tekrar masanın üstüne koydu ve “Bay Henderson, ben dualarınızın karşılığıyım,” dedi.
“evlat,” dedi Henderson, “içki içecek yaşa gelmedin henüz.”
“göründüğümden daha yaşlıyım,” dedi çocuk, “bende seni biraz daha yaşlandıracak bir şey var!” dedi Henderson ve masanın altındaki düğmeye bastı. Boğa Kronkite demekti bu. Boğa’nın bugüne kadar birini öldürdüğünü söyleyemem ama seninle işi bittiğinde ölmüş olmayı dilerdin, içeri girdiğinde kapının menteşelerinden birini söküyordu az kalsın.
o aptal ve uzun parmakları kasılırken etrafına bakıp, “HANGİSİ PATRON?” diye sordu.
“kağıttan kanatları olan serseri,” dedi Henderson.
Boğa çocuğun üstüne gitti.
“dokunma bana,” dedi kağıt kanatlı oğlan.
Boğa çocuğa saldırdı ve size YEMİN EDİYORUM, oğlan odanın içinde UÇMAYA başladı! Odanın içinde kanat çırpıyordu, tavana yakın. Henderson ve ben aynı anda şişeye uzandık ama Henderson benden hızlı davrandı. Boğa dizlerinin üstüne çöktü.
“CENNETTEKİ EFENDİMİZ, ACI BANA! BİR MELEK! BİR MELEK!”
“salaklığın alemi yok,” dedi melek kanat çırparak, “melek filan değilim ben. Mavi’lere yardım etmek istiyorum, hepsi bu. kendimi bildim bileli koyu bir Mavi taraftarıyım.”
melek ya da her ne idiyse iskemlenin üstüne kondu. Boğa çocuğun ya da meleğin ayakkabılarını ve çoraplarını çıkarıp ayaklarını öpmeye başladı.
Henderson yüzünde tiksinti ifadesi ile öne eğilip Boğa’nın yüzüne tükürdü: “s.ktir git, pis sapık! hayatta tahammül edemediğim bir şey varsa o da yapış yapış duygusallıktır!”
Boğa yüzünü silip sessizce dışarı çıktı.
Henderson masasının çekmecelerini karıştırdı.
“allah kahretsin, burda bir yerde boş bir sözleşme olduğunu sanıyordum!”
sözleşmeyi ararken bir şişe viski daha buldu, çıkarıp masanın üstüne koydu, şişeyi açarken oğlana baktı:
“falsolu toplara vurabilir misin? vuruşların nasıl?”
“bu sorunun cevabını biliyorsam allah belamı versin,” dedi kanatlı oğlan, “bildiklerim gazetede okuduklarımdan ve televizyonda gördüklerimden ibaret, ama koyu bir Mavi taraftarıyım ve bu mevsim size çok acıdım.”
“saklanıyor muydun? nerde? kanatları olan biri Bronx’da bir asansörde bile saklanamaz! nedir senin sırrın? geçimini nasıl sağladın?”
“sizi ayrıntılarla yormak istemem, Bay Henderson.”
“adın ne senin evlat?”
“Jimmy. Jimmy Crispin. Kısaca J.C”
“hey, benimle kafa mı buluyorsun?”
“yo, hayır, Bay Henderson.”
“el sıkışalım öyleyse.”
el sıkıştılar.”Tanrım, ellerin BUZ gibi! yemek yedin mi son zamanlarda?”
“saat dört sularında kızarmış patates ile tavuk yedim, bir de bira içtim.”
“şişeden bir yudum al, evlat.”
Henderson bana döndü. “Hailey?”
“evet?”
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Deneme
- Kitap AdıPis Moruğun Notları
- Sayfa Sayısı176
- YazarCharles Bukowski
- ÇevirmenAvi Pardo
- ISBN9789758441525
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviPARANTEZ YAYINLARI / 2011
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Çengelköy Defteri ~ Oruç Aruoba
Çengelköy Defteri
Oruç Aruoba
Mozart’ı düşündüm: Yaşamı boyu gördüğü anlayışsızlık ve sonradan çukulata markası haline bile gelmesi… Kıçını dönüp terkettiği Salzburg’a bugün “Mozart’ın şehri” deniyor- aynı şekilde Viyana’ya...
- Kanatların Var Ruhunda ~ Nil Karaibrahimgil
Kanatların Var Ruhunda
Nil Karaibrahimgil
Kaygılar, korkular, kuruntular hep k’yla başlar ardından yürür ve sürekli sana bir şey fısıldarlar nereye gitsen fare gibi peşindedirler ve yoktur susacakları anneni ararsın...
- Edebiyat Üzerine ~ George Orwell
Edebiyat Üzerine
George Orwell
Ütopya yaratıcılarının neredeyse hepsi diş ağrısı çeken ve o yüzden mutluluğu diş ağrısı çekmemekle bir tutan kimselere benzer. Onlar değerini sürekli olmamasından alan bir...