“Erkeklere ‘Bu evde eksik olan sensin’ dediğimizde, adamların yüzleri asılıyor. Biz kadınları, çok film izlemekle suçluyorlar. Keşke evlendikten sonra da ellerimizi tutabilselerdi. Başımızı dizlerinin üzerine yatırıp saçlarımızı okşasalardı. Erkekler evlendikten sonra bunları neden yapmıyorlar? Sahi, bunlar hep filmlerde mi yaşanıyor?”
Derlermiş ki, bazı hayatlar zaman içinde bağlıdır birbirine. Çağlar içinde yankı bulan, eski bir çare ile zincirlidir ötekine.
Yaşadığı acı gerçeklerden kurtulmak için Şamlı bir kocanın elinden Türkiye’ye kaçan genç bir kadının oğullarına kavuşmak için verdiği mücadelenin hüzün dolu hikâyesi, hafızalarınızdan kolay kolay silinmeyeceğe benziyor.
İki Kişilik Yalnzılık, Sevmek Zorunda Değilsin Beni, Yatağımdaki Yabancı gibi çok okunan kitapalrın yazarı Sinan Akyüz’ün kaleminden genç yaşta Şam’da gelin olan Piruze’nin gerçek yaşamöyküsünü soluk soluğa okuyacaksınız….
***
KİM
Erkenden kalktım, aşağı indim. Lobideki kahverengi deri koltuklardan birine geçip oturdum. Masanın üzerinde duran günlük gazeteleri okumaya koyuldum. Bir ara başımı kaldırdığımda bir çift siyah gözün, şaşkın şaşkın yüzüme baktığını gördüm. Bana başıyla selam verdi. Ben de ona gülümseyerek karşılık verdim. Sonra oturduğu yerden kalkıp yanıma geldi. Önüme bir fincan kahve koydu. Ona, kahve istemediğimi belirttim. Güldü. Yanımdaki boş koltuğa geçip oturdu. İngilizce, “Galiba sizi tanıyorum. İngiltere’de daha önce hiç bulundunuz mu?” diye sordu.
Bu birkaç sözcük kafamı karıştırdı. Sessizce bekledi, sonra gülümseyerek şöyle dedi: “Aman Allah’ım! Sen Piruze’sin.”
Az önceki gülümsemesi gitmiş, ağlamaya başlamıştı. Allak bullak oldum. Ona şaşkın gözlerle baktım. “Adımı nereden biliyorsunuz?” diye sordum.
Sıçrayıp boynuma sarıldı. “Bu yeşil gözleri, otuz yıl geçse yine unutmam. Sen Piruze’sin. Yoksa beni hatırlamadın mır?”
“Kusura bakmayın,” dedim. “Kim olduğunuzu çıkaramadım.”
“Kim,” dedi. “Ben Kimberly.”
“Aman Allah’ım,” dedim tüylerim diken diken olurken. “Yoksa Norwood’lu Kimberly Algar mı?”
“Ya! Ta kendisi.”
Ona sımsıkı sarıldım. Hüngür hüngür ağlamaya başladım. “Senin ne işin var burada? Seni yıllarca aradım. Ama bir türlü izini bulamadım.”
Tekrar boynuma sarılıp yanağımdan öptü. “Canım arkadaşım,” dedi. “Hayatın sürprizlerini bilemezsin sen. Beni buraya kaderim getirdi.”
Kim’in sözlerinden hiçbir şey anlamadım. Nemli gözlerle ona bakıp, “Kader mi?” dedim şaşkınlıkla.
“Evet,” dedi. “Alın yazımda Konya’ya gelmek varmış. Mevlana’yı ziyaret etmek varmış. Tabii ki bir de..,’’
Kim hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bir kedi yavrusu gibi titriyordu. Ben de ona sarılıp ağladım. “N’oldu bize Kim? Tam otuz yıl sonra, birbirimizle bu şekilde mi karşılaşacaktık?”
Elinin tersiyle yanağına düşen gözyaşlarını sildi. “O hayatımın erkeğiydi. Aramızda öylesine olağanüstü bir uyum vardı ki, bize nazar değdi.”
Sustum. O an kanayan yüreğine daha fazla dokunmak istemedim. Yaşlı gözlerle bana baktı. “Sen nasılsın?” dedi. “Evlendin mi? Çoluk çocuğa karıştın mı?”
Kim’e acı yüklü bakışlarla baktım. “Nasıl bir hayat yaşadığımı tahmin bile edemezsin,” dedim içimi çekerek. “Akla hayale gelmeyecek bir hayat sürdüm. Öksüz kalmış çocuklar gibi, en sonunda ben de öksüz kaldım..
Bir anda sesim çatallaştı. Daha fazla devam edemedim. Kim elimden tuttu. Beni ayağa kaldırdı. “Hadi,” dedi. “Benim odama çıkalım. Anlaşılan konuşacak çok şeyimiz var.”
OTEL ODASI
407 numaralı odanın kapısından içeri girdiğimde, bir iskeletten farksızdım. Kim odanın dört bir yanına dağılmış eşyalarını toparlamaya koyuldu. Elinden tuttum. “Bırak,” dedim. “Oda olduğu gibi kalsın. Biz balkona çıkalım.”
Balkonun kapısını açtı. Mayıs güneşi vardı dışarıda, ama hava sanki Ağustos ayındaymışız gibi sıcaktı. Sandalyeyi çekip oturdum. Çantamdan kısa Marlboro Light paketini çıkardım. Bir sigara yaktım. Dumanı ciğerlerimden dışarı saldım. Kim’e baktım. Çocukken de bir İngiliz’e benzemiyordu, şimdi de. Siyah saçlarına çoktan aklar düşmüştü. Fırtına bir denizin yüzeyini nasıl buruşturursa, geçip giden zamanda ikimizin tenini öyle kırıştırmıştı. “Annen nasıl?” dedim. “Adı neydi? Kusura bakma adını unuttum.”
“Adı Peggy’ydi,” dedi. “Öldü.”
“Ne zaman? Hasta mıydı?”
“Beş yıl oldu. Babam onu başka bir kadın için terk edip gitti. O da bu durumu hiçbir zaman kabullenemedi. En sonunda da aklını yitirdi.”
“Ah, şu erkekler yok mu? Başka bir kadına gideceklerini bildikleri halde neden evleniyorlar? Ya günahkâr aşk kızlarına ne demeli? Bugünlerde her taraf onlarla dolup taştı.”
Kim güldü. “Haklısın,” dedi. “Her yerde apaçık bir pudra ve biraz da rujla boyanmış kiraz dudaklı kadınların baş döndürücü ten kokuları var. Serseri erkekler de, bu kadınlarla düşüp kalkarak sarhoş bir hayat yaşıyorlar.”
Bu sefer ben güldüm. “Söylediklerinde yerden göğe kadar haklısın. Artık kadınlar kuklalaşmış, erkekler de fahişeleşmiş. Önlerine gelen herkesle düşüp kalkıyorlar.”
Kim katıla katıla gülmeye başladı. Ayağa kalktı. Yanıma geldi. Yanağıma bir öpücük kondurdu. “Hiç değişmemişsin canım arkadaşım,” dedi. “Hâlâ aynı Piruze’sin. Deli dolu ve eğlencelisin. Hayalciliğinden hiçbir şey kaybetmemişsin.”
“İşte orada dur! Yanılıyorsun,” dedim iç çekerek. “Artık bir âşık gibi hayalci değilim. Bir sümbül yaprağı gibi üzüntü damlaları döküyorum. Uzunca bir süre geleceği hayal bile edemedim. Tam aksine geçmişi hatırlamak istedim. Hüzün sanki güzelliğime yaraşan bir şiir oldu.”
Kim’in gözleri uzaklara dalıp gitti. “Ne düşünüyorsun?” diye sordum.
“Otuz yıl öncesini,” dedi. “O zamanlar ikimiz de on beş yaşındaydık. Hatırlıyor musun? On beş yaşımdayken seninle İstanbul’a gelmiştim. Dayına âşık olmuştum.”
Güldüm. “Evet,” dedim. “Hatta dayım seninle ne dalga geçmişti. Sen de oturup hüngür hüngür ağlamıştın.”
“İnan bana, o günlerimizi çok özlüyorum. Yakutları, vakitler vererek satın alabilirsin, ama vakitleri, yakutlar vererek satın alamıyorsun. Geçip gitti hayat âdeta bir su gibi.”
“Hiç evlendin mi Kim?”
Kim bir anda suskunluğa büründü. Az sonra da sabırsızlığımı anlamış gibi bana baygın bir bakış attı. Sanırım bu bakışta hüzün vardı. “Hayır,” dedi. “Hiç evlenmedim. Bütün İngiliz erkekleri benden köşe bucak kaçtı. Sanırım onlara özgürlük tanımadım. Ya da onların üstünlüğünü kabul etmek istemedim. Hep benim sözüm geçsin, hep benim hükmüm sürsün istedim. Bunu gören erkekler de benden kaçtılar. Arzunun boğuk sesli tamtamlarının insanı nerelere götürebileceğini o zamanlar bilmiyordum doğrusu.”
Kim bana baktı. Hüzünle gülümsedi ve sonra devam etti: “Derken bir gün o çıktı karşıma. Ansızın. Kör kütük âşık oldum ona. Çok hoş bir erkekti. Şaşırtıcı bir karizması vardı. Düşlerimdeki erkeğe benziyordu. Duru, temiz bir yüzü vardı. Bana baktığı zaman yüzünde beliren duygu izlerini çok iyi görebiliyordum ve içimden geçenlere ters düşmüyordu hiçbiri. Öyleyse kocam o olacaktı, hem de sonsuza dek. Ama kader onu benden çok erken aldı. Onu yeni yeni içime sokmaya başlarken, yüreğimden söküp aldı…”
Kim’in bir anda sesi boğuklaştı. Sigara paketini uzattım. Elinin tersiyle itti. “Sigara içmem,” dedi.
“Acılarını deştim,” dedim. “Kusura bakma.”
Boğazını temizledi. “Adı Ömer’di. Onu yıllar önce bu topraklara, babasının yanına gömdüm.”
“Türk müydü?” dedim şaşkınlıkla. “Nasıl öldü?”
“Trafik kazasında. On beş sene önce öldü. Biliyor musun? Rüyasında öleceğini görmüştü.”
“Nasıl?”
“Bir gece vakti, arkadaşlarını eve çağırdı. Bütün şahsi eşyalarını onlara dağıttı. Ayakkabılarını, saatlerini, takılarını… Ertesi gün öğle üzeri kapı zili acı acı çaldı. Karşımda iki polis duruyordu. Onların gözlerine baktım. Oracıkta dizlerimin üzerine yıkılıverdim. Hâlbuki polisler o ana kadar ağızlarını bile açmamıştı. ‘Demek öldü,’ diye kendi kendime söylendim. Daha sonra gözlerimi açtığımda, bir hastane odasında yatıyordum.”
“Onunla kaç yıl birlikte oldun?”
“Üç yıl,” dedi sessizce hıçkırırken.
Çantamdan kâğıt mendil çıkardım. Kim’e uzattım. Gözyaşlarını sildi. “Ölmeden bir hafta önce bana evlenme teklifinde bulunmuştu. Ben de ona ‘evet’ demiştim.”
Bir anne gibi onu kucakladım. “Ağlama,” dedim. “Ne olursun ağlama. Bak! Beni de ağlatıyorsun.”
Belime sımsıkı sarıldı. “Ona ne zaman âşık oldum biliyor musun?” diye sordu.
“Hayır,” dedim.
“Henüz yeni çıkıyorduk. Bir gün yanıma sokuldu. Önce dudaklarımdan, sonra boynumdan öpmeye başladı. Geri çekildim. ‘Yapma,’ dedim. Güldü. ‘Mevlana’yı hiç duydun mu?’ dedi. Başımı ‘hayır’ anlamında salladım. Dudağıma bir öpücük kondurdu. Bana Mevlana’dan şu rubaiyi okudu: ‘Sevgi öyle altüst ediciydi ki sorma/ Hicranı öyle ateşli geldi ki sorma/ Dedim, yapma. Dedi, yapma da yapmayayım/ Bu bir tek söz öyle hoşuma gitti ki sorma.’ İşte o anda arzularımın örtüsünü üzerimden çıkarıp attım. Onunla oracıkta seviştim.”
“Ömer’in kimi kimsesi var mıydı?”
“Bir kız kardeşi var. Hâlâ görüşüyoruz.”
“Konya’ya neden geldin?”
“Ömer’i kaybederek kendimi buldum. Güçlü bir meşe gibi gerek havada dallarımla, gerekse toprakta köklerimle yol alıyorum şimdi. İçkiyi ve sigarayı çoktan bıraktım. Sürekli su içiyorum. Yoga yapıyorum. Yemeklerde kullandığım tuzu bile Himalaya Dağları’ndan getirtiyorum. Bir de Mevlana hayranı olup çıktım. Ömer’in ölümünden sonra Mevlana’yı okumaya başladım. Mesnevi’yi defalarca okudum. Yıllar sonra bir kez daha Ömer’i görmek istedim. Onu ziyaret ederken de Mevlana Hazretleri’nin huzuruna çıktım.”
“İngiltere’ye ne zaman döneceksin?”
“Daha var. Belki buradan İstanbul’a geçerim.”
Kim’in elinden tuttum. “Birlikte gideriz İstanbul’a. Seni yıllar sonra bulmuşken hiçbir yere bırakmam. İstanbul’da benim misafirim olacaksın.”
Elimden sıkı sıkı tuttu. “Sen nasılsın?” diye sordu. Sorduğu soru beni heyecanlandırmıştı. Elimde olmadan elini sıktım. Âdeta nefesim kesildi. O anda geçmişim bir kez daha gözlerimin önünden kısa bir film şeridi gibi
geçti. Boğazım düğüm düğüm oldu. Biran için sustum. “İyi misin?” dedi.
“Ben de bir zamanlar tıpkı senin gibi bir şark erkeğine âşık oldum,” dedim.
“İyi ya,” dedi Kim. “Bunda kötü olan ne var?”
“Çok şey,” dedim. “Oysaki ben tutkuyu yaşam boyu sürdüreceğime inanmıştım. Aslında ben sürdürebilirdim, ama o sürdüremedi. Yürekteki duyguların sonsuzluğuna, yıpratıcı zamana karşın aşkın üstün geleceğine bütün benliğimle inanmıştım. Bir yanda hiç yıpranmayacak türden duygulara kendini bırakmak isteyen romantik genç bir kadın, diğer yanda atalarının geleneklerini dışa vuran genç bir adam. Ve ben gidip böyle bir adamla evlenmiştim.”
“Üzülme,” dedi Kim elimi sımsıkı tutarken.
“Benimkisi çok uzun bir hikâye Kim. Baştan dinlemek ister misin? Hem de en başından… Ta çocukluğumdan… Bunun için sabrın var mı?
Kuru kuru gülümsedi. “Ben sabrı merdiven edinmişim. Böylece rahatlığın, sevincin damına çıkmışım. Hadi, şimdi durma. Sen hikâyeni bana anlatmak istedikten sonra, ben seni seve seve dinlerim.”
“Pekâlâ,” dedim. “Kocam yarın burada olacak. Birlikte İstanbul’a döneceğiz. O zamana kadar vaktimiz var. Yalnız…”
“Yalnız ne?”
“Sen de bizimle geleceksin.”
Kim bana baktı. “Sizinle gelirim ama…”
“Piruze – Şam’da Bir Türk Gelin” için 2 yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıPiruze - Şam'da Bir Türk Gelin
- Sayfa Sayısı453
- YazarSinan Akyüz
- ISBN6051063058
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviAlfa Yayınları / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kerim Usta’nın Oğlu ~ Halide Edib Adıvar
Kerim Usta’nın Oğlu
Halide Edib Adıvar
Her gece, akşam yemeğini yedikten sonra Kasım’ı yukarıdaki odaya gönderirler. İşte oda: Sokak üstündeki pencerenin önünde uzunca bir sedir, çocuğun yatağı oradadır. Sedirin üstüne,...
- Yol Ayrımı ~ Kemal Tahir
Yol Ayrımı
Kemal Tahir
“Bizden bir evveli nesil mağlubiyet ve inkırazı tanımıştı. Bizden sonrakiler de yeni devrin zorluklarıyla karşılaştılar. Arada bir avuç iyimser kaldı ve kazandı.” İnsanın fıtratı...
- Arumi’nin Rüzgargülü ~ Handan Öztürk
Arumi’nin Rüzgargülü
Handan Öztürk
Handan Öztürk’ ün son romanı Arumi’nin Rüzgargülü… Mezopotamya’nın köklü bir kentinde, Doğu ve Batı kültürü arasında sıkışmış bir aileden gelen Meryem, geleneksel analık ve...
Güzel bir kitap, Suriye ve diğer doğu ülkelerinde kadınların yaşamının zorluklarını anlatan örnek bir roman.
Piruze ve piruze njn oğullarini hetecanla okudum müthiş bir kitap gozyaşlarim adeta sel oldu herkese tavsige eddrim