Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Pi’nin Yaşamı
Pi’nin Yaşamı

Pi’nin Yaşamı

Aylin Yengin, Yann Martel

Bir yük gemisinin trajik şekilde batmasının ardından, bir filika uçsuz bucaksız, vahşi Pasifik Okyanusu’nun ortasında yapayalnız kalır. Sandalın, hayatta kalmayı başarabilen mürettebatı bir sırtlan,…

Bir yük gemisinin trajik şekilde batmasının ardından, bir filika uçsuz bucaksız, vahşi Pasifik Okyanusu’nun ortasında yapayalnız kalır. Sandalın, hayatta kalmayı başarabilen mürettebatı bir sırtlan, kırık bacaklı bir zebra, bir orangutan, Richard Parker adında üç yüz kiloluk bir Bengal kaplanı ve Pi adlı 16 yaşında Hintli bir çocuktan oluşmaktadır. Ve roman asıl bundan sonra başlar. Pi’nin açlık, susuzluk, soğuk, sıcak ve en önemlisi korkuyla mücadele ettiği günler boyunca gösterdiği direnç ve inanç okunmaya değer çünkü.

İtalo Calvino’yla kıyaslanan Yann Martel’in akıllara durgunluk veren bir hayal gücüne sahip romanı, okuyucusunu hem şaşkına çevirecek, hem de ona büyük bir haz verecek yazınsal nitelikler taşıyor.

***

Yann Martel ve PI’NIN YAŞAMI’na övgü

“Size bir sır vereyim: altmışlı yıllarda doğmuş neslin, halen hayatta olan en iyi yazarı, Yann Martel’dir.”
– L’RUMANITÉ (Fransa)

“Kurgu sanatının can çekişmekte olduğuna inananlar – söyleyin de şaşkınlık, keyif ve minnetle Yann Martel’in yazdıklarını okusunlar.”
– Alberto Manguel

“Pi, Martel’in zaferi. O, hafif vc alaycı, kesinlikle inanılır ve saf. Tüm bu fantastik yolculuk, YAŞLI ADAM ve DENİZ’den esintiler taşıyor. Kitabın neşeli üslubu, zaten güçlü olan öyküye farklı bir anlam kazandırıyor.”
– THE GLOBE AND MAIL (Toronto)

“Martel daha da şefkatli bir Paul Auster gibi yazıyor”
TIMES EDEBİYAT EKİ

“Martel, şimdiye dek dile getirilmemiş olanları dile getirmenin şaşırtıcı yönlerini bulmuş.”
MAIL on sUnday

“Italo Calvino’nun bir eşi.”
INDEPENDENT ON SUNDAY

anne babama ve ağabeyime

YAZARIN NOTU

Bu kitap ben açken ortaya çıktı. İsterseniz açıklayayım. 1996 yılının ilkbaharında, ikinci kitabım olan Roma Kanada’da yayımlandı. Pek iyi satış yapmadı. Ya eleştirmenler anlaşılmaz kimselerdi ya da kitabımı kötü bir övgüyle lanetlediler. Böylece okuyucular onu umursamadı. Bir palyaço ya da trapezci rolüne bürünme çabalarımı, medya sirki görmezden geldi. Kitap yerinde saydı. Kitapevlerinin raflarında, beysbol ya da futbol oynamak için bekleyen çocuklar gibi sıralı kitapların arasında durdu, hiç kimsenin takımına almak istemediği kavgacı, hımbıl bir çocuktu benimkisi. Hızla ve sessizce gözden kayboldu.

Bu fiyasko beni çok fazla etkilemedi. Yeni bir öykü yazmaya başlamıştım bile. 1939 yılında Portekiz’de geçen bir roman. Ama kendimi huzursuz hissediyordum. Ve çok az param vardı.

Bu yüzden Bombay’a gittim. Aslında üç şeyi düşünecek olursanız, bu o kadar da mantıksız sayılmadı: Hindistan‘daki yoksunluk her canlı varlığın huzursuzluğunu ortadan kaldırabilir; azıcık bir para sizi orada uzun süre idare eder; ve 1939’da Portekiz ‘de geçen bir romanın, 1939 Portekiz’i ile pek ilgisi yoktur.

Daha önce de Hindistan’a gitmiştim, kuzeyine, beş ay için. Bu yarıkıtaya ilk gidişimde tam anlamıyla hazırlıksızdım. İşin aslı, hazırlığım tek bir sözcükten oluşuyordu. Yolculukla ilgili planlarımı, ülkeyi iyi tanıyan bir arkadaşıma açtığımda, bana kayıtsızca şöyle demişti: “Hindistan’da komik bir İngilizce konuşurlar. Kazıklamak gibi sözcüklerden hoşlanırlar.” Uçağım Delhi’ye doğru inişe geçerken, arkadaşımın sözlerini hatırladım, yani kazıklamak sözcüğü. Hindistan’ın renkli, gürültülü, işlevsel çılgınlığı için yaptığım tek hazırlıktı. Bu sözcüğü fırsat buldukça kullandım ve gerçeği söylemek gerekirse oldukça işime yaradı. Tren istasyonunda çalışan bir memura, “Biletin bu kadar pahalı olduğunu sanmıyordum. Beni kazıklamaya çalışmıyorsunuz, değil mi?” dedim. Adam gülümseyip, monoton bir ses tonuyla. “Hayır beyefendi! Burada kazıklama olmaz. Size doğru fiyatı verdim.” dedi.

Bu kez, Hindistan’a ikinci gidişimde beni nelerin beklediğini ve ne istediğimi daha iyi biliyordum: Bir dağ evine yerleşip romanımı yazacaktım. Kendimi büyük bir verandada bir masaya oturmuş, dumanı tüten çay fincanımın dört bir yanıma dağılmış notlarımla hayal ediyordum. Puslu yeşil tepeler ayaklarımın önüne serilecek ve maymunların tiz çığlıkları kulaklarımı tırmalayacaktı. Hava tam kararında, sabahları ve akşamları hafif bir hırka, gün boyunca da kısa kollu bir şeyler giymemi gerektirecek sıcaklıkla olacaktı. Boylece yerleşmiş. elimde kalemim, asıl gerçeğin ortaya çıkması için Portekiz’i düş ürünü bir yapıta dönüştürecektim. Kurgunun amacı da bu değil midir zaten, gerçeğin seçici bir dönüşümü? Özünü ortaya çıkarmak için çarpıtılışı? Portekiz’e gitmeme ne gerek vardı ki?

Oteli işleten hanım. İngılizleri kovmak için verdikleri mücadeleyle ilgili öyküler anlatacaktı. Ertesi gün öğle ve akşam yemeklerinde neler hazırlamasını istediğimi söyleyecektim. O günlük yazmayı bitirdikten sonra, çay ekili engebeli arazilerde yürüyüşler yapacaktım.

Ne yazık ki roman, öksürmeğe başladı, titredi ve öldü. Olay, Bombay’ın yakınlarında, az sayıda maymunu olan, ama çay tarlası bulunmayan Matheran’da gerçekleşti. Bu, yazarlığa özenenlerin başlarına gelen bir felakettir. Konunuz iyidir, cümleleriniz de öyle. Kahramanlarınız öylesine canlıdır ki, bir nüfus kâğıdına gereksinim duyarlar. Onlar için ayrıntılarıyla planlamış olduğunuz konu, sade ve ilgi çekicidir. Öykünüzü daha gerçekçi duruma getirmek için araştırma yapmış, kanıtlar -tarihsel, toplumsal, iklim ve yemek pışirmeyle ilgili- toplamışsınızdır. Konuşmalar akıcıdır, gerilim doruğundadır. Betimlemeler renkler, zıtlıklar ve ayrıntılarla doludur. Gerçekten de öykünüzün kusursuz olmaktan başka şansı yoktur. Ama hepsi bir araya gelince koca bir hiçtir. Vaat ettiği açık ve parlak söze karşın, an gelir, aklınızın bir köşesinde sürekli fısıldayarak size sıkıntı veren sesin, çıplak ve korkunç gerçeğin ta kendisini söylediğini fark edersiniz: İşe yaramayacak. Bir öğe eksik, gerçek bir öyküye hayat veren o kıvılcım, tarih ya da yemek doğru olsa bile. Öykün duygusal açıdan ölü, işte sorun bu. Bunu keşfetmek insanı mahveder, inanın. Sizi acı dolu bir açlığın içinde bırakır.

Başarısız romanımın notlarını Matheran’dan postaladım. Onları Sibirya’daki hayali bir adrese gönderdim, iade adresi ise Bolivya’daki bir başka hayali adresti. Posta memuru zarfı damgalayıp, bir sınıflandırma kutusuna attıkta sonra, surat asıp oturdum, hevesim kırılmıştı. “Şimdi sırada ne var. Tolstoy mu? Bundan sonra, yaşantın için ne gibi bir parlak düşüncen var? ” diye sordum kendi kendime.

Pekâlâ, hâlâ biraz param kalmıştı ve kendimi hâlâ huzursuz hissediyordum. Ayağa kalkıp, Hindistan’ın güneyini keşfetmek üzere postaneden çıktım.

Mesleğimi soranlara, “Doktorum, ” diyebilmeyi isterdim, çünkü doktorlar sihir ve mucizenin güncel sağlayıcılarıdır. Ama hiç kuşkusuz, bir sonraki virajda otobüs kazası geçirirdik ve ağlayıp ağıt yakan kurbanların arasında, tüm bakışlar üzerime çevrilmişken, onlara bir hukuk doktoru olduğumu açıklamak zorunda kalırdım: ardından başlarına gelen talihsizliklerden dolayı hükümete dava açmaları konusunda onlara yardım etmemi istediklerinde, işin aslı felsefe bölümünden mezun olduğumu söylemek zorunda kalırdım: sonra da çığlıkları kanlı bir trajediye dönüşmeden. Kiergaard’la pek ilgilenmediğimi itiraf etmek zorunda kalırdım ve saire. Alçakgönüllü, ezik gerçeğe sadık kaldım.

Yol boyunca, zaman zaman insanlardan, “Bir yazar mı? Gerçekten mi? Size uygun bir öyküm var,” yanıtını aldım. Çoğunlukla öyküler, fıkra tarzındaydı, kısa soluklu, kısa ömürlü.

Madras’ın güneyinde özerk bir Birleşik Bölge olan, Tamil Nadu sahilindeki, Pondicherry’ye vardım. Burası nüfus ve yüzölçümü açısından, Hindistan’la ilgisiz bir yerdir -kıyaslamak gerekirse, Prens Edward Adası, Kanada’nın içinde bir dev sayılır- ama tarih onu oraya yakıştırdı. Çünkü bir zamanlar Pondicherry sömürge imparatorluklarının en gösterişsizi olan Fransız Hindistan’ının başkentiydi. Fransızlar, İngilizlerle rekabet etmeyi çok istemişlerdi, ama elde etmeyi başarabildikleri tek yönetim bölgesi, birkaç küçük liman kentiydi. Yaklaşık üç yüzyıl boyunca bu kentlere sıkı sıkıya bağlı kaldılar. 1954 yılında, arkalarında güzel beyaz binalar, birbirleriyle uygun açılarda kesişen geniş caddeler, rue de la Marine ve Saint-Louis gibi sokak isimleri ve polis memurlarının taktıkları kepi’leri -başlıklar- bırakarak Pondicherry’den ayrıldılar.

Nehru Caddesi’ndeki Hint Kahve Evi’ndeydim. Burası yeşil duvarlı ve yüksek tavanlı büyük bir odadır. Sıcak ve nemli havayı hareket ettirmek için, tepenizde pervaneler döner. Salon birbirlerinin eşi kare masalar ve onları tamamlayan dört sandalyeyle tıka basa döşelidir. Nerede boş yer bulursanız oraya oturur ve masanızı başkalarıyla paylaşırsınız. Kahve lezzetlidir ve Fransız tostu(1) ikram ederler. Sohbet konusu bulmak kolaydır. Hatta bembeyaz dimdik saçları olan, çevik, zeki bakışlı yaşlıca bir adam benimle konuşmaya başlamıştı bile. Ona Kanada’nın soğuk olduğunu doğruladım. Fransızca’nın gerçekten de yalnızca bazı bölgelerinde konuşulduğunu ve Hindistan’ı sevdiğimi ve saire ve saire. Dost canlısı, meraklı Hintlilerle, omuzlarında sırt çantalarıyla gezen yabancılar arasında geçen sıradan hafif bir sohbetti. Çalışmalarımla ilgili anlattıklarımı, gözlerini ardına dek açarak ve başını sallayarak dinledi. Artık gitme zamanıydı. Elimi kaldırıp, hesabı istemek için garsonla göz göze gelmeye çalıştım.

Sonra yaşlı adam. “Tanrı’ya inanmanı sağlayacak bir öykü anlatacağım sana.” dedi.

Garsona işaret etmeyi kestim. Ama kuşkularım vardı. Karşımdaki bir Yehova Şahidi miydi yvksa? “Öykünüz, bundan iki bin yıl önce, Roma İmparatorluğu’nun kuytu bir köşesinde mi geçiyor?” diye sordum.

“Hayır.”

Müslümanlığı yaymaya çalışan biri miydi? “On yedinci yüzyıl Arabistan’ında mı geçiyor?”

“Yo, yo. Bundan birkaç yıl kadar önce burada. Pondicherry’de başlıyor ve mutlulukla söyleyebilirim ki, sizin geldiğiniz ülkede sona eriyor.”

“Ve Tanrı’ya inanmamı sağlayacak, öyle mi?”

“Evet.”

“Bu çok iddialı bir söz.”

“O kadar da iddialı değil.”

Garsonum geldi. Bir an için duraksadım. İki kahve sipariş ettim. Tanıştık. Adı Francis Adirubasamy idi. “Lütfen bana öykünüzü anlatın.” dedim.

“Beni çek dikkatte dinlemelisin,” diye yanıt verdi.

“Dinleyeceğim.” Bir kalemle not defteri çıkardım.

“Söylesene, botanik bahçesine gittin mi?” diye sordu.

“Dün gittim.”

“Oyuncak trenin raylarına dikkat ettin mi?”

“Evet, ettim.”

“Hâlâ her pazar, çocukları eğlendirmek için oradan bir tren geçer. Ama bir zamanlar her gün, yarım saatte bir geçerdi. İstasyonlarının adlarını not ettin mi?”

Birinin adt Gülkent. Gül bahçesinin hemen yanındakinin.”

“Doğru. Peki ya öbürü? “

“Hatırlamıyorum.”

“Tabelası indirildi. Bir zamanlar öbür istasyonun adt Hayvanat Bahçesi’ydi. Oyuncak trenin iki durağı vardı: Gülkent ve Hayvanat Bahçesi. Bir zamanlar Pondicherry Botanik Bahçesi’nin içinde bir hayvanat bahçesi bulunurdu.”

Anlatmayı sürdürdü, öykünün öğeleriyle ilgili notlar aldım. “Onunla konuşman gerek.” dedi, öykünün baş kahramanından söz ederek. “Onu çok çok iyi tanıyorum. Artık erişkin bir adam. Ona her istediğini sorabilirsin.”

Sonradan, Toronto’ya geri döndüğümde, telefon rehberindeki dokuz sütun dolusu Patel’in arasından, onu, baş kahramanı buldum. Telefon numarasını çevirdiğimde yüreğim hızla çarpmaya başlamıştı. Yanıt veren sesin, Kanada aksanının atlında gizli, Hintlilere özgü vurgusu hissediliyordu, hafif, ama açık, havaya yaydan bir tütsünün dumanı gibi. “Bu çok uzun zaman önceydi,” dedi. Ama yine de buluşmayı kabul etti. Birçok kez buluştuk. Bana, olaylar sırasında tuttuğu günlüğünü gösterdi. Onu kısa süre için, azıcık da olsa ünlendirmiş sararmış gazete kupürlerini gösterdi, öyküsünü anlattı. Bu süre boyunca not aldım. Yaklaşık bir yıl ve hatırı sayılır güçlüklerden sonra. Japon Ulaştırma Bakanlığı’ndan bir kasetle bir rapor aldım. Bu kaseti dinledikçe, bunun Tanrı’ya inanmanızı sağlayan bir öykü olduğu konusunda Bay Adirubasamy’ye katıldığıma karar verdim.

Bay Patel’in öyküsünü, çoğunlukla birinci tekil şahısta anlatılması oldukça doğal gelmişti – kendi sesiyle ve gözlerinin içinden gelerek. Öte yandan her hata ve yanlışlık bana ait.

Teşekkür etmek istediğim birkaç kişi var. Elbette en çok Bay Patel’e müteşekkirim. Ona olan minnettarlığım, Pasifik Okyanusu kadar sınırsız ve umarım öyküsünü anlatışım, onu düş kırıklığına uğratmaz. Öyküye başlamam konusunda, Bay Adirubasamy’ye teşekkür etmem gerekir. Onu tamamlamama yardımcı olan, örnek gösterilebilecek üç profesyonel memura minnettarım: Ottowa’daki Japon Büyükelçiliğinden, Bay Kazuhiko Oda’ya; Oika Denizcilik’ten Bay Hiroshi Watanabe’ya; ve özellikle de şu an emekliye ayrılmış olan Japon Ulaştırma Bakanlığından, Bay Tomohiro Okamoto‘ya. Yaşam coşkusu konusunda, Bay Moacyr Scliar’a teşekkür borçluyum. Son olarak, Kanada Sanat Konseyi’ne en içten minnetimi bildirmek istiyorum, onların bağışları olmadan, 1939 Portekiz’i ile hiçbir ilgisi olmayan öykümü derleyemezdim. Eğer biz vatandaşlar sanatçılarımızı desteklemezsek, hayal gücümüzü, kaba gerçeğin sunağında kurban etmiş oluruz ve en sonunda hiçbir şeye inanmamaya, değersiz düşler görmeye başlarız.

I
Toronto ve Pondicherry

1. BÖLÜM

Istırabım beni mutsuz ve kederli etmişti.

Üniversite eğitimi ve düzenli, dikkatli dini alışkanlıklar beni yavaş yavaş hayata döndürdü. Bazı insanlar garipsemiş olsa da, dini alışkanlıklarımı sürdürdüm. Lisede bir yıl okuduktan sonra, Toronto Üniversitesi’ne girdim ve iki fakültede birden öğrenim görmeye başladım. İlahiyat ve hayvanbilim bölümlerinde. Dördüncü yılımdaki ilahiyat tezim, on altıncı yüzyılın ünlü Kabalacısı Safed’li Isaac Luria’ya ait evrenbilim kuramının bazı öğelerini içeriyordu. Hayvanbilim tezim ise üç parmaklı tembelhayvanların tiroit bezleriyle ilgili işlevsel bir analizdi. Tcmbelhayvanları -sessiz, sakin ve içgözlemsel- seçme nedenim yorgun benliğimi biraz olsun rahatlatmaktı.

İki parmaklı ve üç parmaklı tembelhayvanlar vardır, ama tüm tembelhayvanların arka ayaklarında üçer pençe olduğundan, bunu hayvanın ön ayakları belirler. Bir yaz, Brezilya’nın balta girmemiş ekvator ormanlarında üç parmaklı tembelhayvanları doğal ortamlarında inceleme şansına sahip olmuştum. Bunlar oldukça ilginç yaratıklar. Gerçek anlamdaki tek alışkanlıkları üşengeçlik. Günün ortalama yirmi saatini uyuyarak ya da dinlenerek geçiriyorlar. Uyku alışkanlıklarını test etmek için, ekibimizdekiler öğleden sonra, uyuyakalmalarının hemen ardından, beş tane üç parmaklı vahşi tembelhayvanın başlarının üzerine, içleri suyla dolu parlak kırmızı renkli plastik kaplar koymuşlardı. Ertesi sabah kaplar konuldukları yerdeydiler, içlerindeki su böcek kaynıyordu. Tembelhayvanın en meşgul olduğu zaman güneşin batış saatleridir, tabii bu durumda meşgul sözcüğünü kullanmak biraz ağır kaçabilir. Kendine özgü baş aşağı pozisyonda, ağacın kalın dallarından birine tutunup, saatte yaklaşık 400 metrelik bir hızla ilerler. Yere indiğinde, bir amacı varsa eğer, saatte 250 metrelik bir hızla, yani güdülenmiş bir çitadan 440 kat daha yavaş, sıradaki ağaca doğru sürünür. Eğer amacı yoksa, saatte dört ile beş metre kat eder.

Üç parmaklı tembelhayvan dış dünya konusunda pek bilgi sahibi değildir. 2’nin alışılmadık bir sersemlik, 10’un ise sıra dışı keskin bir zekâyı simgelediği, 2 ile 10 arasında değişen bir değer tablosunda, Beebe (1926) tembelhayvanın tat alma, hissetme, görme ve işitme duyularına 2, koku alma duyusuna da 3 vermişti. Vahşi ormanda, uyuyan üç parmaklı bir tembel hayvanla karşılaşacak olursanız, onu uyandırmak için dirseğinizle iki ya da üç kez dürtüklemeniz yeterli olacaktır; uyandıktan sonra mahmur gözlerle, sizin dışınızda her yöne bakacaktır. Belirsizce bakmasının nedeni, tembelhayvanın çevresindekileri bir sis perdesinin ardından görmesindendir. İşitme konusunda ise sağırdan çok, seslere karşı umursamaz olduğu söylenilebilir. Beebe, uyumakta ya da yemek yemekte olan tembelhayvanların yanlarında patlayan silahların, onlarda çok küçük tepkimelere yol açtığını kaydetmişti. Ve tembelhayvanın öbürlerine göre birazcık daha iyi olan koku alma duyusunu da abartmamak gerekir. Çürümüş dalları koklayarak, onlardan kaçındıkları söylenir, ama Bullock (1968), tembelhayvanların çürük dallara tırmanıp “sıkça” düştüklerini bildirmişti.

Hayatta nasıl kaldıklarını merak edebilirsiniz.

Tam anlamıyla, bu denli yavaş hareket etmeleri sayesinde. Hareketsizlik ve miskinlik, onlan tehlikeden uzaklaştırır, jaguarların, leoparların, yırtıcı kartalların ve yılanların kendilerini fark etmelerine engel olur. Tembelhayvanın tüyleri, kurak mev-

———

(1) Fransız Tostu: Yumurtaya bstırılıp tavada kızartılmış ekmek.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Olimpiyat ~ Volker KutscherOlimpiyat

    Olimpiyat

    Volker Kutscher

    Nazi rejiminin bütün dünyaya hem gösteriş yapıp hem kendini meşrulaştırmak için muazzam bir sahne olarak kurduğu 1936 Berlin Olimpiyatları sırasında, Başkomiser Gereon Rath baş...

  2. Sonsuz Kaçış ~ Joseph RothSonsuz Kaçış

    Sonsuz Kaçış

    Joseph Roth

    Üsteğmen Franz Tunda, Doğu Cephesi’nde Ruslara esir düşmüştür. Kaçmayı başardığında kendini kanlı bir içsavaşın ortasında bulur; uçsuz bucaksız Sibirya taygalarında bir çiftliğe sığınır ve...

  3. Sefiller ~ Victor HugoSefiller

    Sefiller

    Victor Hugo

    Romantik Fransa döneminin en önemlillerinden sayılan Victor Hugo, romancı, oyun yazarı ve şairdir. 1862’de yayınlanan Sefiller olağanüstü bir ilgiyle karşılandı. Hugo Fransa’da büyük bir...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur