Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Pervaneler
Pervaneler

Pervaneler

Müfide Ferit Tek

“… Bütün İstanbul’un incelikten, ahenkten, asaletten, renk ve ayrıntı zenginliğinden oluşan şairane manzarası ortasında, Marmara’nın mavi ipek sularından saçlı bir baş gibi yükselen adanın…

“… Bütün İstanbul’un incelikten, ahenkten, asaletten, renk ve ayrıntı zenginliğinden oluşan şairane manzarası ortasında, Marmara’nın mavi ipek sularından saçlı bir baş gibi yükselen adanın tepesinde Byzance College, büyüklüğe ve servete ibadet eden yeni görmüş bir memleketin zevkiyle yapılmış kibirli ve muazzam binalarını, çevresini küçümseyen edasıyla yükseltiyordu…”

Müfide Ferit Tek, işgal kuvvetlerinin İstanbul’u terk etme sahnesiyle başlayan Pervaneler’i, 1924 yılında yazmıştır. Yeni ilan edilen Cumhuriyet’in temellerinin atıldığı bu yıllarda eğitim politikalarının belirlenmesi, milliyet ve milli kimlik oluşumu gibi meselelerin öne çıktığı görülmektedir. Pervaneler, böyle bir zeminde ülkedeki yabancı okullar ve yabancı evlilikler hususunu çeşitli yönleriyle irdeleme gayretiyle kaleme alınmış bir romandır. Müfide Ferit’in yakın çevresini gözlemleyerek kurguladığı romanda kişiler aile hikâyeleri, toplumsal ve sınıfsal aidiyetleri, hevesleri, düş kırıklıkları ve psikolojik motivasyonlarıyla ele alınmaktadır.

Müfide Ferit Tek (1892-1971) Kastamonu’da dünyaya gelen Müfide Ferit Tek’in çocukluğu Bağdat ve Trablusgarp’ta geçti. Trablusgarp’taki Saint Joseph okuluna giderken bir yandan da babası Şevket Bey’den tarih, felsefe ve dil dersleri aldı. Paris’te Versailles Lisesini bitirdikten sonra Mısır’da Ahmet Ferit Tek’le evlenerek İstanbul’a geldi. 1920-22 yılları arasında Ankara’da Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde yazılar yazdı, eşinin görevi sebebiyle Paris’te bulunduğu sırada Milli Mücadele, Türk Tezi, Türk kadını ve feminizm konularında konferanslar verdi, makaleler kaleme aldı. Müfide Hanım, Paris Siyasal Bilgiler Bölümü’nde sürdürdüğü yükseköğrenimini 1928 yılında tamamladı. 1948 yılında arkadaşlarıyla birlikte Türkiye Soroptimist Kulübü’nü kurdu ve 1971 yılında vefatına dek bu kulübün gelişmesi için çalıştı. İlk yazıları Şehbal ve Türk Yurdu dergilerinde çıkan Müfide Ferit Tek’in ilk romanı Aydemir 1918’de basıldı. Ardından Pervaneler, Leyla ve Affolunmayan Günah (Almanca çevirisi) romanları yayımlanan yazarın seçme eserlerine Türk Edebiyatı Klasikleri Dizimizde yer vermeyi sürdüreceğiz.

Sunuş

Müfide Ferit romanlarının her biri, yazarın yaşamının birbirini izleyen, kimi zaman iç içe geçen kesitlerine yerleşir. Hepsinde olay örgüsünün arka planında o dönemin siyasal, toplumsal olayları, duygu dünyası yer alır.

İlk romanı Ay Demir 1908-1918 yılları arasını, II. Meşrutiyet ve Birinci Dünya Savaşı yıllarını kapsar. İşgal yıllarında yazılan Leyla romanı ise Mondros Mütarekesi’nin hemen sonrasında başlar, dönem İstanbul’unu tasvir eder ve Ankara’daki Milli Mücadele’ye uzanır. Pervaneler’den birkaç ay sonra tefrika edilir.

Pervaneler ise yazarın Ay Demir’den sonra basılan ikinci fakat olasılıkla, yazılış sırasına göre üçüncü romanıdır. Roman, Müttefik donanmalarının İstanbul’u terk ettiği gün başlar ve günün meselesi olan milli kimlik inşası sorununa eğilir. Kitap olarak 1925 yılı başlarında okurla buluşur.

Eşinin Varşova büyükelçiliği sırasında, 1932’de, büyük olasılıkla Fransızca olarak kaleme aldığı son romanı ise 1933 yılinda Almanya’da Die unverzeihliche Sünde başlığıyla yayımlanır.1 İşgal altındaki İstanbul’da başlayan bu roman da Milli Mücadele yıllarının Ankara hayatını anlattıktan sonra 30’lu yılların başında diplomat bir sevgiliyle tatile gidilen -yazarın da aynı yıllarda sıklıkla ziyaret ettiği-Güney Fransa’da sona erer.

Pervaneler, yazarın ilk baskısını gönderdiği, eniştesi Yusuf Akçura’nın da dediği gibi, “Ay Demir’e nispetle daha roman”dır. Kişiler aile hikâyeleriyle, toplumsal ve sınıfsal aidiyetleri, hevesleri, düş kırıklıkları, psikolojik motivasyonlarıyla ele alınır; anlatı, odağına aldığı çeşitli kişilerin perspektiflerine yerleşerek gelişir.

Romanın kişileri belirli bir tarihsel dekorda, belirli bir sorunsal etrafında bir araya getirilirler. İtilaf kuvvetlerinin İstanbul’dan ayrılışı sırasında başlayan roman, Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarındaki yabancı kültür tesirinin, yerli kültüre nüfuz çalışmalarının arkasında siyasal ve stratejik hesaplar yattığına işaret eder. Yazar, romanı Cumhuriyet’in eğitim politikalarının biçimlendiği dönemde kaleme almıştır. Milliyetin, millet olma duygusunun ne olduğu, milli aidiyetin nasıl kurulduğu sorunsalı çerçevesinde milletlerarası evlilikleri, bu evliliklerden dünyaya gelen çocukların milli kimlik oluşumunu, yabancı kolejlerde okuyan genç kızların kültürel aidiyet duygularının biçimlenişini ele alır.

Müfide Ferit, bütün romanlarında olduğu gibi, yine kendi yakın çevresindeki kişilerin yaşamından, deneyiminden faydalanarak kurgular romanını. Romandaki karakterler, yazarın ailesinden, arkadaş çevresinden insanlara, dönemin kimi tanınmış kişilerine göndermeler içermektedir. Romanın bu bakımdan, yine Akçura’nın tabiriyle, “polemik” hatta “satirik” bir roman olduğu bile söylenebilir. Şöyle yazıyor Akçura, Ankara’dan gönderdiği bir mektupta:

Pervaneler, Ay Demir’e nispetle daha roman. Fakat ötekisi daha hisli, daha güzel, daha iyi manasıylaedebi idi; bu biraz polemik ve publicistique [fikir gazeteciliği tarzında]. Cemile Hanım epey açık, bir iki tül örtmemeli miydiniz? Hele Leman ismi, şüphesiz düşünülmeksizin intihap olunmuş [seçilmiş]. Geçen gün Yakup Kadrilerde Ruşen’e, “Nasıl buldunuz?” dedim… Soğuk bir sükût içinde sualim cevapsız kaldı; sonra Ferid’den meseleyi anladım.

Yakup Kadri Bey’in eşi Leman Hanım, kendisi de Amerikan Lisesi mezunu olduğundan, Amerikan kültürüne çocukça bir hayranlık besleyen Leman adlı roman karakterini bir biçimde üzerine alınmış olabilir. Cemile Hanım’ın kim olduğunu tahmin etmeyi ise okuyucuya bırakacağız.

Romanın hemen başında da bir ithaf bulunuyor: “Doktor Osman Şerafettin Beyefendi’nin refikaları hanımefendiye… Kireçburnu hatırası, hürmet ve muhabbet nişanesi…” Burada sözü geçen Osman Şerafettin Bey, yazarın kız kardeşi Fahire Hanım’ın eşi Zühtü [İnhan] Bey’in kuzeni Bakteriyolog Osman Şerafettin Çelik’tir. 8 Nisan 1945’te İstanbul’da vefat eden Osman Şerafettin Bey hakkında İstanbul Seririyatı’nda şu satırları okuyoruz:

“… Zevcesi sanat ve edebiyatta temayüz etmiş, psikoanalizdeki ihtisasile tanılmış, aslen Cermen ırkından yüksek aileden muhterem bir bayandır. Osman bahtiyardı, hayat ona daima gülüyordu, o dünyaya âşık, hayata şevk ile sarılmış, ölüm düşünmeyen, hastalık ve ölüm arasında yaşadığı halde adeta ebedi hayatı benimseyen çok nikbin [iyimser] bir adamdı. Kalbi temiz, merhametli, alicenap bir insandı.”1

Osman Şerafettin Bey, romandaki hayat dolu Doktor Burhan’a, yabancı eşi ise bir biçimde hem Sami’nin eşi Andrée’ye hem Burhan’ın eşi Claire’e ilham kaynağı olmuşa benziyor. Aileden kişilerin anımsadıklarına göre, Osman Şerafettin Bey’in bu Cermen ırkından eşi “psikolojiye meraklı”dır, eşi öldükten sonra Amerika’ya yerleşir ve psikoloji ile meşgul olur. Nitekim Akçura da mektubunun devamında, “Andrée’yi şöyle böyle bir hayli çimdikledikten sonra ona kitabı dédier [ithaf] edişinizdeki ironi hoşuma gitti,” diyor.

Romanda geçen başka kişiler de yine dönemin bilinen figürlerine göndermeler içeriyor. Örneğin “J.C. Cemiyeti” Başkanı Mr. Cox, Efzayiş Yusuf’a2 göre, o yıllarda Amerika’ya Türk öğrenciler gönderen, Halide Edip’in anılarında da “Müslüman gibi anlayışlı bir yüze❞1 sahip olduğu aktarılan Amerikalı hayırsever milyoner Charles Crane’i2 andırmaktadır.3 Cox ismi de belki 1885-86 yıllarında Osmanlı Devleti nezdinde Amerikan Büyükelçisi olan ve ülkesine döndükten sonra yayımladığı anılarıyla tanınan Samuel Cox’tan mülhemdir.4

Gerçek yaşama az çok aşikâr göndermeleri bulunmakla birlikte, roman örgüsü içinde kişiler toplumsal ve sınıfsal arka planları, aile hikâyeleri, kültürel aidiyetleri, kişisel heves ve hırsları, karakter özellikleri, iç çelişkileri içinde ele alınır ve birer roman kişisi olarak kurgulanırlar. Romanın odağında yer alan milletlerarası evliliklerin hangi tarihsel ve toplumsal koşullarda, hangi insanlar arasında, ne gibi psikolojik motivasyonlarla doğduğu, ne yönde geliştiği ve nereye evrildiği irdelenir. Kişilere, kimi karakter özellikleri eleştirilmekle birlikte, temelde duygudaşlıkla yaklaşılır.

Milletlerarası evliliklerde, ülkelerini terk etmiş eşler yadırgadıkları, kendilerini ait hissedemedikleri yeni bir çevre ve dil içinde yalnızlık çekmektedirler. Bu evliliklerden doğan çocukların milli aidiyet duygusu, anne babalarına karşı besledikleri bağlılık, şefkat, sevgi ve acıma hisleri bileşkesinde krize dönüşür. Amerikan lisesine devam eden kızlar, bir biçimde bu mektebin zenginliği yahut başka özellikleriyle baştan çıkar, doğdukları muhite yabancılaşarak farklı bir kültüre has hevesler edinip mutsuz olurlar. Bütün bunlar, romanı baştanbaşa kat eten kuramsal gerilimi de gözler önüne serer: Milli karakteri kan ve soya dayandırma eğilimindeki milliyetçi söylem, her ne kadar roman kişilerince yer yer telaffuz ediliyorsa da anlatının genel örgüsü içinde milliyet, esasen edinilen bir özellik gibidir; aile içi terbiye, görgü, görenek, ebeveyne yönelik duygular, anadilde dinlenen masallar, destanlar ve özdeşleşilen tarih anlatılarıyla kurulmaktadır.

Romanda yirminci yüzyıl başı Osmanlı toplumunun gayrimüslimlerine aynı duygudaşlık ve sempatiyle yaklaşılmadığını da belirtmek gerekir. Tüm roman kişileri gibi, bu kişiler de aile hikâyeleri, toplumsal konumları, psikolojik motivasyonlarıyla ele alınmakla birlikte, yer yer karikatürleştirmeye varan satirik bir tonda işlenirler. Fiziksel özellikleri alaya alınır, genellikle küçük görülecek duyguların, hırsların pençesindeki kişiler gibi betimlenirler. Bu durumu yazarın empati zaafı olarak değil, romanda da ifade edildiği gibi, Balkan Savaşları ertesinde yoğunlaşan milliyetçi duyguların bir yansıması olarak değerlendirmek, romanı bu anlamda yazıldığı dönemin duygularını yansıtan bir belge niteliğiyle de okumak, yerinde olsa gerek.

Bununla birlikte, milli aidiyet duygularının ve görenek farklılıklarının üzerine çıkılarak başka bir seviyede iletişim kurmanın olanaklı olduğu teması da işlenir Pervaneler’de. Yazarın ilk romanı Ay Demir’de hümanist değerlerle Türkçülük idealinin bir araya gelmesi, Orta Asya Türklerine bilinç götürmek isteyen idealist genç doktorun bir nevi Mesih figürünü andırması, hikâye kurgusunun ortaçağ romanslarına benzemesi, yazarın tanıklık ettiği dönemi, içinde büyüdüğü çevreyi ve beslendiği edebiyatı gözler önüne sermektedir. Pervaneler’de de romantik dönemin deha estetiği ile roman kişilerinin kurgulanışındaki psikolojik ve toplumsal çözümlemeler, romanın yazıldığı dönemdeki milliyetçiliğin özcü arayışlarına eşlik eder. Nitekim romanda Türklüğün özgün karakterini kan ve soya bağlama eğilimindeki dönemin hâkim milliyetçi söylemi, benliği muhit, eğitim ve psikolojik motivasyonlar bileşkesinde yorumlayan bir entelektüel formasyonun esas olarak gölgesinde kalır. Evrenselliği estetik deneyim üzerinden yakalayan, sanatkâr yaratımı mistik deneyime yakınlaştıran deha estetiği ise aydınlanmacı insanlık kavrayışının teması olarak, esasen milli aidiyet duygularının ötesine yerleştirilir. Bununla birlikte, romanda o ilahi ahengi duyan, güzellikten başka ibadet bilmeyen, kültürel farklılıkların ötesinden birbirini işitebilen kişiler, dünya gailelerinden elini eteğini çekmiş bir Mevlevi dedesi ile vatansız büyümüş, ait olduğu kültür çevresinden ayrı düşmüş bir genç piyanisttir. Bu ideal buluşma, romanda ister istemez toplum ve tarih dışı bir hal, ancak toplum dışı kayıp ruhların düçar oldukları bir nevi meczupluk veya mahzun bir sürgün hali gibi durmaktadır.

Müfide Ferit, romanını aslen tasavvuf şiir geleneğine ait “pervane” remzi çevresinde inşa eder. Ancak divan edebiyatında mistik ilhamı duyan dervişler için kullanılan pervane benzetmesi, romanda Amerikan okulunun aldatıcı ışıltılarına kanıp bu uğurda telef olan saf genç kızlar için kullanılmaktadır. Buna karşılık romanda, denize nazır bir dergâhta mehtaplı bir gece vakti tasvir edilen Mevlevi ayinindeki semazenler, ay ışığı altında dönerken kanatlar gibi havalanan beyaz entarileriyle, aşk içinde kendilerinden geçerek yükselip bir müddet Hak’la hemhal olduktan sonra kanaatkârlıkla yavaşça tekrar yeryüzüne inerler. Geleneksel kültür içinde terbiye görmüş bir iştiyakla benliklerinden sıyrılan bu “âşıklar”, yönlerini kaybetmeden ayaklarını yeniden toprağa basarlar. Geleneğin nefis terbiyesi, onları hem maşuklarına yaklaştırır hem telef olmadan dünyevi yaşamlarına iade eder. Romandaki “Pervaneler” ise ahir zamanın maddi dünyasında yanıltıcı bir çekim merkezinin cazibesine kapılıp mahvolan biçarelerdir. Bir Mevlevi şeyhinin kızı olan Nesime, romanın sonunda babasının dergâhından kaçar, kendisini Amerika’ya götürecek gemide asırlık dergâhın asude ay ışığını da “medeniyet ibadetinin” aldatıcı fenerini de göremez olur ve karanlık, ufuksuz denizlerde yitip gider.

Romanda geleneksel değerlere, geçmiş devirlere duyulan bir nostaljiden ziyade, kültürel kimlik vurgusunun bulunduğu söylenebilir. Medeniyet fenerinin karşısında geçmiş devirlerin dergâh hayatının güzellemesi yapılmaz ancak onun özgün, başka kültürden olanlara kapalı kalan ruh zenginliğinden söz edilir. Milli karakterin çeşitli sanatlara niçin kısıtlı yansıyabildiği üzerine düşünceler geliştirilir. Fakat dönemin önemli meselelerinden olan adabımuaşeret ve eğitimde modernleşme konuları, yazarın evvelki yıllarda üzerine düşündüğü konular olmakla birlikte bu romanda yabancı okullar perspektifi dışında ele alınmaz.

Gelenek odaklı milli karakter arayışı kapsamında, toplumun geleneksel değerleri çerçevesinde ifade edilemeyen cinsel yönelimlere kolejin serbestlik sağladığı, böylece bu yönelimdeki kişiler için çekim merkezi olabildiği de eleştirel, satirik bir dille ima edilmektedir. Bununla birlikte yazarın bu yönelimdeki roman kişilerini konuştururken karikatürleştirmeye başvurmaması da dikkat çekicidir. Bu kişilerin kendilerine özgü dil ve söylemleriyle romana dahil olmalarına özen gösterilmiş gibidir. Bundan hareketle yazarın o dönemde uluslararası feminist literatürü takip ettiği düşünülebilir.

Pervaneler’i okurken, Müfide Ferit’in, kendi fikirlerini olduğu gibi roman karakterlerine söylettiği düşüncesine de temkinle yaklaşmak gerekir. Bazı roman kişilerinin söylemleri esasen kız çocuklarının tahsil görmektense evlenmeleri gerektiğini, kendi ayakları üzerinde durabilen bağımsız bireyler haline gelmektense geleneksel değerlere bağlı, aile çerçevesinden çıkmayan “hanım hanımcık ve itaatkâr” yetişmeleri gerektiğini savunmaktadır. Bu görüşler dönem insanlarının genel geçer yaklaşımlarını yansıtıyor olmalıdır. Ancak yazarın kadınların toplum hayatına katılması meselesinde pek de gelenekçi düşünmediğini “Hayat Hanım” adlı hikâyesinden ve 3 Nisan 1919’da Türk Kadını Dershanesi’nde verdiği “Feminizm” başlıklı konferanstan biliyoruz.2 Müfide Ferit ayrıca pek az bilinen Leyla ve Affolunmayan Günah romanlarında da toplumun dayattığı evlilik sorumlulukları ile aşkları arasında kalan kadınları konu alarak toplumsal kurum ve geleneksel aile bağlarının karşısında kadının ekonomik bağımsızlığını, duygusal özgürlüğünü savunur. Dolayısıyla yazarın, Pervaneler’de yabancı okulların etkilerini eleştirirken kadınların ev hanımı olarak kalmalarını savunduğu zannedilmemelidir. Yazarın kadınlar için toplumun kültürel ve demografik özelliklerini göz önüne alan farklı bir eğitim tasarladığını düşünmek daha akla yatkındır. Pervaneler’i doğrudan doğruya tezli bir roman olarak okumak yerine, ele aldığı meseleyi çeşitli bileşenleri ve yönleriyle betimleyen bir metin olarak görmek daha yerinde olur.

Pervaneler’in yazarın içinde bulunduğu milliyetçi çevrenin etkisindeki ideolojik boyutu kuşkusuz göz ardı edilemeyecek, ancak o çerçeveye de indirgenemeyen, siyasal bağlamı, kişileri, duygu renkleri, az çok çözümlenen ve çokça tasvir edilen karakterleriyle bir dönem kesiti olarak okuyucuya zengin bir okuma deneyimi sunacağına inanıyoruz. Eser yazarın üslubuna sadık kalınarak günümüz Türkçesine uyarlanmıştır. Metinde (E. E.) kısaltmasıyla verilen dipnotlar, yazarın kızı Emel Esin’e aittir.

Ali Bilgin

 

Doktor Osman Şerafettin Beyefendi’nin

refikaları hanımefendiye,

Kireçburnu hatırası, hürmet ve muhabbet nişanesi

 

Bir Aile?..

“Hay Allah, nereden tramvaya binmek aklıma geldi. Bu ne hücum!..”

Doktor Burhan Ahmet, bir kale fetheder gibi, Bebek tramvayına atılan halk akını içinde itilerek, kakılarak tramvayın arka platformuna sürüklenirken, hiddetinden durmaksızın mırıldanıyordu: “Meğer burası kahramanlık gösterme yeriymiş! Nereden tramvay aklıma geldi!..”

İçeriden birisi seslendi:

“Beyefendi, Burhan Beyefendi, buraya teşrif ediniz…”

Genç asistanı Cemil, ona yerini veriyordu. Bu kalabalığın arasından yol bulup geçmek de zor. Fakat Burhan, açık pencerenin önüne yerleşip büyük bir nefes aldıktan ve kocaman beyaz mendiliyle alnının terini sildikten sonra, altın dişlerini gösteren geniş tebessümle yanında ayakta duran Cemil’e döndü:

“Sen nereye? Bu mahşer arasında işin ne? Nasıl yer bulabildin?..”

Bütün bu soruları sıraladıktan sonra cevabını beklemeden Boğaz’a doğru baktı ve tekrar memnun bir kahkahayla Cemil’e döndü:

“Ne dersin azizim? Gidiyorlar, gidiyorlar,” dedi.

“Tabii değil mi, hocacığım?”

“Tabii mi, doğrusu onlar için tabii değil; ama neyse gidiyorlar ya, mesele orada.”

Gidenler “Müttefikler”di. Müttefik ordularının telaşı sokaklara kadar dökülmüştü. İşgal ettikleri büyük binaların önüne sandıklar yığılmış, kapılarında daha şimdiden Türk askerleri nöbet bekliyor. Denizin üstü savaş gemileriyle, rıhtım arasında karınca gibi işleyen kayıklar, mavnalar, istimbotlarla kaynıyordu.

Fakat tuhaftır, kaçmaya çok benzeyen bu heyecanlı hareketlerinin en bariz eseri, yollarda karşılaşılan yabancı askerlerin asıl yüzlerinde okunuyordu. Nerede o eski tahakküm ve gurur neşeleri? Şimdi hallerinde uyuşuk ve korkak bir zavallılık, umulmadık yerden kafasına yumruk yiyenlerin yüzüne çöken aptal, hayrete benzer miskinlik vardı.

Buna karşın Türkler, taşan, dökülen, sokakları dolduran bir sevinç tufanı, bir zafer sarhoşluğu içindeydiler. Her taraf al bayraklarla donanmış. Herkes birbirine sarılıyor. Adeta sokaklarda akan halkın sevinçten çarpan kalplerinin sesi duyulacak.

Cemil, bir müddet Burhan Ahmet’in gösterdiği yerlere baktıktan sonra yavaşça sordu:

“Hocacığım, siz nereye, Bebek’e mi?”

“Evet. Leman’ı göreceğim.”

Cemil, yüzüne hücum eden kanı göstermemek için başını çevirerek ilave etti:

“Leman Hanım’ın sıhhati nasıl, mektebe devam için ısrar ediyor mu?”

Burhan Ahmet’in yüzü ekşidi. Bütün iyi ve doğru insanlar gibi, onun da çehresi, duygularını ayna gibi yansıtıyordu. “Sorma,” dedi, “inat ediyor.”

“Niçin?”

Doktor cevap olarak omuzlarını silkmekle yetindi. Öbürü, artık alakasını gizlemeyen bir ısrarla:

“Siz kati surette men etmiştiniz, değil mi?”

“Evet, ettim. Fakat dinleyen nerede? Mektebi bitirecekmiş, diploma alacakmış. Meselenin esası, eğlence! Bu Amerikan mektebine girenler artık aileleri, muhitleri ve memleketleri için yabancı oluyorlar. Leman da böyle olacak…”

“Nasıl olur, hocacığım?”

“Şüphesiz, şüphesiz!”

“Yani ne oluyorlar?”

“Bize yabancı!” “Nasıl?”

“Nasıl olacak, o mektebe gidenlerin hepsi ahlakına ve mektepte geçirdiği müddete göre bir metamorfoza uğruyor. Fakat çocukluktan itibaren orada büyüyenler, kesinlikle Türklükten sıyrılıyorlar ve Amerika taklitçisi oluyorlar. Bu muhakkak…”

“O kabahat de bizim. Eğer onlarınki gibi rahat mekteplerimiz olsaydı, kimse onları tercih etmezdi.” “Bu da şüpheli!”

“Fakat yine de hocacığım, bahsettiğiniz tesirden Leman Hanım’a ne? Sizin evinizde terbiye alan bir hanım, Amerika taklitçisi olabilir mi?”

Burhan, sadece içini çekti. İstemeyerek, asistanı onu en ince yerinden yaralamıştı: Kendi evi; evinin tesiri! Hangi, hangi ev; babasının evi mi? Çocuklarına hizmet etmeyi zevk bilen sessiz ve idaresiz annesini düşündü. Arada bir yüksek sesle emir vermeyi hâkimiyetine yeterli sanan nüfuzsuz babasını hatırladı. Orada hangi tesir alınabilirdi.

Ya kendi evi! Fransız karısı ve ne oldukları belirsiz çocukları gözünün önüne geldi. Leman hangi tesirle Amerika nüfuzundan kurtulacak?..

“Aile? Terbiye? Ah Cemil, nerede o eski Türk ailelerinin sert terbiyesi, tesirli anneliği ve babalığı?” dedi.

Başka bir şey ilave etmedi fakat yüreği sızladı. Cemil bir türlü Leman Hanım’a kusur bulamıyordu: “Herhalde Leman Hanım başkadır.”

“Göğsü zayıf; hiç olmazsa bir sene kesin istirahate muhtaç. Bütün aile kendisine yalvardık, ısrar ettik. Annem ağladı, babam bağırdı, ben darıldım; hiçbiri tesir etmedi. Amerikalılar hepimizi mağlup ettiler, Cemil.”

Yavaş konuşmalarına rağmen etraftaki adamların hepsinin kulak kesilerek kendilerini dinlediklerini fark edince Burhan Ahmet sustu. Biraz sonra:

“Cemil, sen de Bebek’e mi gidiyorsun?”

“Evet hocacığım, Şükrü Bey’in evine.”

Cemil, her gün Leman’ı görme ümidiyle Bebek’e kadar gidip döndüğünü hocasına itiraf etmedi.

“Tekrar İstanbul’a1 dönecek misin?”

“Evet!”

“O halde bana uğra, beraber dönelim. Ben de döneceğim.” Cemil, bu teklife pek sevindi. Fakat belli etmek istemedi.

Tramvay deniz kıyısından koşuyordu. Burhan ile Cemil, bayrakları inmiş, müdavimleri kovulmuş Müttefik askerlerinin barlarını birbirlerine gösterirlerken ikisi de o acı bahsi unutmuş gözüktüler. Fakat Cemil’in aklından Leman’ın hastalığı; Burhan’ın kalbinden kardeşinin üzüntüsü bir türlü çıkmıyordu. Neydi yarabbi, bu Amerikalıların sihri!

Bebek’teki evlerine giderken Burhan Ahmet lakayt gözükmeye çalışıyordu. Babası bahçede güllerini sulamakla meşguldü. Oğluna yeni karanfillerini gösterdi. Bu sırada Burhan Ahmet’in gözü tekrar denizin üstünde gezinen, donanmış Türk kayıklarına ve şirket vapurlarına ilişti ve neşeyle:

“Baba ne dersin, gidiyorlar, defoluyorlar,” dedi.

Babası, beyaz pala bıyıklarını büktü ve eski miralaylığını2 hatırlatan bir sesle cevap verdi:

“Mehmet’in süngüsü bu, oğlum!..”

Burhan gülerek içeri girdi.

Sokakların, denizlerin sevinç gürültüleriyle, atılan silahların aralıksız patırtısıyla tam bir tezat teşkil eden sessiz ev… Burhan beyaz mermer taşlıkta durdu. Ve çocukluğundan beri kaybetmediği laubali bir alışkanlıkla, “Anne!” dedi.

Annesi bir gölge gibi sessiz, onu karşılamaya çıktı. Gözünde gözlük, parmağında yüksük vardı.

“Anne, böyle geç vakit ne yapıyorsun?”

Annesi, ufak bir tereddütten sonra yavaş ve korkak bir sesle cevap verdi:

“Leman’ın çamaşırlarını gözden geçiriyorum; bu hafta mektep açılıyor da…”

Aşağıdaki oturma odasına girdiler. Zamanında burası tertemiz bir Türk odasıydı. Hâlâ uzun kereveti, beyaz ve tenteneli örtüsüyle duruyor. Kerevetin karşısında konsol ve ayna. Üstünde sürahi ve bardaklar. Ortada yuvarlak ve örtülü masa… Fakat zaman, bu Türk odasına onu gülünç bir vaziyete sokan teferruatlar ilave etmişti: Duvarlara ufaklı büyüklü İngiliz gravürleri, gazetelerden kesilmiş renkli manzaralar, güzel, Anglosakson kadın resimleri asılmıştı. İki pencere arasında pembe lake bir etajer vardı: İçinde birkaç mektep kitabıyla birkaç roman ve üzerinde kırmızı yün saçlı, yüzü boyalı iki bezden bebek.

Burhan, Leman’ın tesirini düşünüyor, onun zihniyetini tahlil etmeye çalışıyordu.

Annesi sordu:

“Claire nasıl, çocuklar iyi mi?”

Burhan, karısının ismini duyar duymaz kaşlarını çattı. Çünkü annesinin bir gün olsun kendisini de anlayamamış olduğunu hatırladı. Hâlâ sesinde o iğnelemeyi hissediyordu. Fakat çocuklar deyince her şeyi unuttu. Burhan, çocuklarını çıldırasıya severdi. Bütün huyları gibi, evlat sevgisindeki mübalağalı zaafı da annesine benzerdi.

“Afacanlar her gün büyüyorlar. Anne, görsen Cevat ne güzel bir oyma çerçeve yaptı. İçine granmaman’ın1 resmini koyacağım,” diyor.

“Gramama mı?”

“Canım, sen.”

“Aman oğlum, ben haminneyim. Resmim de çıkmaz. O, Avrupa’daki gramama’sınınkini kosun!”

“Leman nerede?”

Annesi yaklaştı ve yavaş bir sesle:

“A Burhan, neden bu kız böyle soluyor,” dedi.

Bunu söylerken annesi dönerek gözlerini sildi ve orada, dikiş makinesinin önünde yayılı duran beyaz çamaşırları toplamaya başladı.

“Leman nerede?”

“Matmazel Hayganuş ve Güzin Hanım’la biraz gezmeye çıkmışlardı…”

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Ay Demir ~ Müfide Ferit TekAy Demir

    Ay Demir

    Müfide Ferit Tek

    Ay Demir romanı, Çarlık Rusyası boyunduruğu altındaki Türkleri özgürleştirmek isteyen Demir’in hikâyesini konu edinir. Turan idealiyle yola çıkan Demir, oradaki Türklerle kardeşlik bağını yeniden...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Gün Ortasında Arzu ~ Behçet ÇelikGün Ortasında Arzu

    Gün Ortasında Arzu

    Behçet Çelik

    Kaldırımın altında cinayetlerden, katliamlardan, sahipsiz cesetlerden, tuzaklardan, havaya uçan, uçuran, uçurulan hayatlardan oluşmuş, katılaştıkça katılaşmış, yanık kokan bir alaşım akıyor. Dünya kanıyor, çürüyor kaldırımın...

  2. Selanik’te Sonbahar ~ Tuna KiremitçiSelanik’te Sonbahar

    Selanik’te Sonbahar

    Tuna Kiremitçi

    Bir ulusun doğmasını engelleyen suikast, o suikaste uğramasa lider olacak bir asker, gerçekleşmesi Ölüm’e bağlı bir aşk… “Fikriye’nin bedenine girmiş ölümün yanına uzandım, ona...

  3. Keşke Leyla ~ Ece Gamze AtıcıKeşke Leyla

    Keşke Leyla

    Ece Gamze Atıcı

    Buraya kadar gelmeyi başardın. Her şey yolunda. “Gözlerimi kapıyorum. Annemi getiriyorum gözümün önüne. Üzerinde Ela’ya hamileyken giydiği çiçekli elbise var. Saçları da uzun üstelik....

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur