O gece hiç uyuyamadım. Dalar dalmaz Hasan’ın hayali gözümün önüne geliyor, “İftiracı, iftiracı!” diye karşımda ağlıyordu. Küçük hayal gücüm o vakitki dinî terbiyenin dehşetleriyle dolmuştu. Yarın ahret… Kim bilir kardeşim o haksız yediği tokadın hakkını benden nasıl çıkaracaktı?“Ömer Seyfettin öncelikle bir ‘hikâyeci’dir ve edebiyat tarihimizde hikâyenin bağımsız bir edebî tür olarak gelişmesindeki en önemli pay ona aittir. Ondan önce Ahmet Mithat Efendi, Samipaşazade Sezai, Halid Ziya Uşaklıgil gibi isimler de hikâyeler yazıp yayımlamalarına rağmen Ömer Seyfettin, özellikle bu edebî türe eğilmiş, bu türün tanınmasını ve yaygınlaşmasını sağlamış, biraz da romanın gölgesinde kalan ‘hikâye’yi edebiyat âlemine benimseten ilk isim olmuştur.”Necati Tonga Yirmi bir hikâyeden oluşan bu seçkide “Kaşağı”, “Yüksek Ökçeler”, “Pembe İncili Kaftan” gibi herkesçe bilinen hikâyeler, yazarın dil ve anlatım ustalığını gösterdiği diğer keyifli metinleriyle bir araya geliyor.
İçindekiler
Sunuş …………………………………………………………………….. 13
İlk Namaz ………………………………………………………………. 17
Bahar ve Kelebekler… ……………………………………………….. 25
Ant ………………………………………………………………………… 39
Falaka …………………………………………………………………….. 49
Üç Nasihat ……………………………………………………………… 59
Pembe İncili Kaftan ………………………………………………….. 71
Başını Vermeyen Şehit ………………………………………………. 87
Dama Taşları …………………………………………………………. 101
Nadan ………………………………………………………………….. 115
Kesik Bıyık ……………………………………………………………. 123
Tütün …………………………………………………………………… 129
Rüşvet ………………………………………………………………….. 135
Tos! ……………………………………………………………………… 139
Yüz Akı ………………………………………………………………… 151
Forsa ……………………………………………………………………. 155
Perili Köşk …………………………………………………………….. 163
Keramet ……………………………………………………………….. 171
Yüksek Ökçeler ……………………………………………………… 175
Kaşağı …………………………………………………………………… 179
İlk Cinayet ……………………………………………………………. 185
Kurbağa Duası ……………………………………………………….. 189
Sunuş
“Edebiyatsız edebiyat yapacağım.”
Ömer Seyfettin
Otuz altı yıllık kısa ömründe yaklaşık yüz elli hikâye yayımlayan Ömer Seyfettin, şüphesiz ki modern Türk hikâyeciliğinin yapı taşlarından biridir. Şiir, mensur şiir, roman, makale, deneme, fıkra, mektup, günlük gibi türlerde de eserler vermesine rağmen Ömer Seyfettin öncelikle bir “hikâyeci”dir ve edebiyat tarihimize hikâyenin bağımsız bir edebî tür olarak gelişmesindeki en önemli pay ona aittir. Ondan önce Ahmet Mithat Efendi, Samipaşazade Sezai, Halid Ziya Uşaklıgil gibi isimler de hikâyeler yazıp yayımlamalarına rağmen Ömer Seyfettin, özellikle bu edebî türe eğilmiş, bu türün tanınmasını ve yaygınlaşmasını sağlamış, biraz da romanın gölgesinde kalan “hikâye”yi edebiyat âlemine benimseten ilk isim olmuştur. Pek çok isim gibi edebiyat hayatına şiirleriyle giren Ömer Seyfettin’in ilk hikâyesi, 1902 yılında Sabah gazetesinde yayımlanan “Tenezzüh”tür. Bu hikâyenin yayımlanışının ardından 1920 yılında ölünceye dek ciltler dolduracak kadar hikâye neşretmiştir. Edebiyatımızda Ömer Seyfettin’in hikâyelerini yayımladığı dönem, Osmanlı İmparatorluğu’nun savaştan savaşa koştuğu en çalkantılı yıllarına denk gelir ki bu buhranlı dönemin yansımaları büyük oranda Ömer Seyfettin’in metinlerinde de karşımıza çıkar. Nitekim Milli Edebiyat’ın kurucularından olan yazar, bu bunalımlı atmosferde edebiyata sığınışını şu cümlelerle açıklamıştır:
Evet, İtalya Muharebesi. Balkan Muharebesi… Ben Yanya Kalesi’nde esir oldum. Yunanistan’da bir seneden ziyade esirlik. İstanbul’a gelip kendimi toparlamaya başlayacağım zaman annemin ölümü. Sonra Cihan Harbi… İşte dört senedir bu felaketli harp. Müthiş buhran içindeyiz. Yarım okka ekmek otuz kuruşa satılırken kim edebiyatla uğraşabilir? Ama ben uğraştım.
Ömer Seyfettin’in hikâyeleri tema bakımından çeşitlilik gösterir. Başta çocukluk ve askerlik hatıraları olmak üzere başından geçen yahut bizzat gözlemlediği olaylar Ömer Seyfettin’in hikâye dünyasını besleyen en önemli kaynaklar olarak sıralanabilir. Bu bağlamda çocukluk, savaş, tarih, vatan, kahramanlık, aile, din, kadın, evlilik, batıl inançlar, DoğuBatı çatışması, toplumsal yabancılaşma ve değişim; Ömer Seyfettin’in hikâyelerinde karşımıza çıkan belli başlı temalardır. Ömer Seyfettin klasik hikâye anlayışına uygun metinler yazmıştır. Bu metinlerin bir girişi, gelişmesi ve sonucu vardır ve merak unsuru hikâyeye yön veren önemli unsurlardan biri olarak karşımıza çıkar. Döneminin dil anlayışını da göz önüne alarak söyleyebiliriz ki Ömer Seyfettin oldukça sade bir dil ve akıcı bir üslupla hikâyeler kaleme almıştır. Bazı hikâyelerde karşımıza çıkan mizahi ve ironik tutumla atasözü, masal, efsane gibi halk edebiyatı kaynaklarına yöneliş, yazarın dil ve edebiyat hususundaki halkçı tutumunun bir yansıması olarak kaydedilmelidir. Ömer Seyfettin’in sağlığında bir bütün halinde neşredilmeyen hikâyeleri ilk defa yakın arkadaşı Ali Canip Yöntem tarafından 19261927’de üç cilt, 1938’de ise dokuz cilt olarak basılmıştır. Ömer Seyfettin’in hikâye külliyatı, ilerleyen yıllarda Tahir Alangu, Muzaffer Uyguner, Hülya Argunşah, Nâzım H. Polat gibi isimler tarafından hazırlanarak edebiyat hayatına kazandırılmıştır. Elinizde tuttuğunuz seçki hazırlanırken yazarın hikâye dünyasını bir bütün halinde yansıtacağına inandığımız metinlerden bir derleme yapılmaya çalışılmıştır. Kitapta 19091920 yılları arasında yazılmış yirmi bir Ömer Seyfettin hikâyesi, metinlerin dergi ve gazetelerdeki ilk halleri esas alınarak yayına hazırlamıştır. Kitapta “Kaşağı”, “Falaka”, “Pembe İncili Kaftan”, “Forsa”, “Başını Vermeyen Şehit”, “Ant”, “Forsa”, “Yüksek Ökçeler” gibi her biri birer klasik olmuş hikâyelere daha az tanınan fakat yazarın hikâyeciliğini yansıttığına inandığımız metinler eşlik etmektedir. Kitapta hikâyeler, yayın tarihlerini esas alan kronolojik bir sırayla dikkatlere sunulmuştur. Kitaptaki hikâyeleri günümüz Türkçesine uyarlarken yazarın diline en az müdahaleyle artık Türkçe sözlüklerden neredeyse tamamen çıkmış kelime ve terkiplere en uygun karşılıkları vermeye çalıştık. Bugün sık kullanılmayan Türkçe kökenli kelimelerle gündelik hayata dair bazı bilgileri dipnotlarda açıkladık. Az da olsa hâlâ kullanımda olan ve bağlamdan anlamı çıkarılabilen kelimelere müdahale etmedik, bunlar için kitabın sonuna küçük bir sözlük hazırladık. Umarım bu kitap, ölümünün 100. yılında andığımız Ömer Seyfettin’i geniş okur kesimlerine ulaştırmak ve hikâye türünü sevdirmek adına bir vesile olur. Başta kıymetli editörüm Mustafa Çevikdoğan olmak üzere, kitabın yayına hazırlanışı aşamasında emeği geçen Can Yayınları çalışanlarına teşekkür ederim.
Necati Tonga
Kırıkkale, 2020
İLK NAMAZ
14 Ocak 1905
Oh, bu sabah ne kadar soğuktu. Yatağımın hararetlerini terk ettiğim vakit, çılgın fırtınalarla haykırarak, tehditkâr rüzgârlarla camları döverek geçen gecenin bütün soğukluğunu emmiş olan soğuk terliklere çıplak ayaklarımı sokunca içimde geceden kalan bir üşümenin titrediğini hissettim. Hizmetçim tabii uyuyordu, onu bu yakıcı soğukta sıcak yatağından kaldırmaya acırdım. Odamın kapısını açtım. Dışarıda kesici ve parçalayıcı kışın vahşi soğukları yüzümü ve ellerimi tokatladılar. Bu merhametsiz tokatların altında kollarımı sıvadım. Aptesimi aldım. Odama dönünce yalancı bir sıcaklık, bir teselli nefesi gibi, havlunun altından kollarıma, yüzüme, ıslanmış saçlarıma temas ediyordu. Daha fecri sadık1 uyanmamıştı. Fecri kazibin2 donuk kırmızı sakinliği gecenin soğuk karanlık perdesini parçalayarak büyüyor ve genişliyordu. Pencereye dayandım. Önümde, ayağımın altındaki bütün evler, sonsuz bir uykunun uyanılmaz kâbuslarını tamamlıyor gibi donuk ve cansız duruyorlardı. Deniz sınırsız lacivert renkli bir donuklukla uyuyor ve tan vaktinin ortadan kalkan gölgeleriyle titreyen uzak ve sisli sahillere beyaz dalgalarıyla nihayetsiz bir sınır çiziyordu.
Evlerin arasında fakir ve değersiz fakat manevi bir yücelikle göğe doğru yükselen eski caminin küçük ve ihtiyar minaresi daha boştu. Sonra… Bu başlangıcı olmayan dakikada bütün o sincabi gecelerin sonunda karanlıklar mavikırmızı bir şeffaflık gibi damlarken, minarenin şerefesinde genç müezzinin zayıf gölgesi hareket etti. Ben hırkama bütün bütün büründüm. Soğuktan büzülmüş ve düşünceli, bu esmer ve üzgün kâinata karşı unutulmaz bir ilahî seslenişin hatırası gibi derinden yansıması ve ruhumu ürpertip titreten ezanı dinlerken, on beş senedir kalkabildiğim bu büyük ve maneviyatla dolmuş sabahların birincisini düşünüyordum. Ah, on beş sene evvel…
* * *
Şimdi avutucu çevresinden ne kadar uzak bulunduğum annem, dünyada en sevdiğim, dünyada yegâne taptığım bu saygıdeğer varlık, işte hatırlıyorum, on beş sene evvel beni ilk sabah namazına kaldırmıştı. Galiba yine böyle bir kıştı. Onun odasına bitişik olan küçük odamdaki küçük karyolamda uyurken sıcak ve etkileyici bir öpücük gibi alnımı okşayan nazik eliyle, nazik, ince parmaklarıyla saçlarımı tarayarak, “Haydi Ömerciğim kalk,” demişti, “kalk haydi yavrucuğum.”
Ben gözlerimi açmıştım. Köşedeki küçük yazıhanemin1 üzerinde yanan küçük gece kandili –ah, bunu unutamam, bu bir kedi kafasıydı– iki pencereli olan odamın beyaz, muşamba perdelerinin esmerliklerini aydınlatıyor ve yeşil, cansız gözleriyle bana bakıyordu.
“Fakat anneciğim,” demiştim, “daha gece…”
Her vakit öptüğü yerden, sol kaşımın ucundan tekrar öperek, “Yok yavrucuğum, saat on iki1 , sonra vakit geçer,” diye koltuklarımdan tutarak kaldırdı.
İçi fanilalı küçük terliklerimi giyerek ve gözlerimi yumruklarımla ovuşturarak onu takip ettim. Karanlık sofadan bir anda geçerek odasına girdik. Bağdaş kurmuş bir zenciye benzeyen siyah ve alçak soba gürüldeyerek yanıyordu.
“A… Pervin de kalkmış…”
Pervin –hizmetçimizdi– elindeki sarı güğümü sobanın üzerinden indiriyordu. Onun kalkacağına hiç ihtimal veremezdim. Annem demişti ki: “Pervin her sabah kalkar.”
Ben hiç kalkmadığım halde onun her sabah kalkmasına şaşırdım. Hırkamı çıkardılar, kollarımı sıvadılar, aptes leğeninin yanına çömeldim. Anneciğim, “Öyle yorulursun,” diye küçük bir iskemleyi altıma koydu, ona oturdum: “Haydi, besmele çek…”
Pervin ılık suyu ellerime döküyor, annem başucumda, “Yüzünü, şimdi kollarını, yine üç defa…” diye fısıldıyor, unuttukça, “A! Hani başına mesh2 ?” gibi ihtarlarla yanlışlarımı bana tekrar ettiriyordu. Aptes bitince annemle beraber yavaş bir sesle namaz dualarını okuyarak kollarımı ve yüzümü kuruladık. Pervin de ayaklarımı kuruladı ve çoraplarımı giydirdi. Isınmak için sobanın önüne gitmiştim, arkama dönünce annemi Irakıyye1 seccadeyi açıyor gördüm… Sonra başına yeşil başörtüsünü örterek beni çağırmıştı: “Gel…”
Gittim. Küçücük ben, oh onunla bir seccadede, bir yavru samimiyet ve saadetiyle o sevgili, o hassas anne vücudunun yanında durdum, iki lakırdıyla bana yapacağımı, evvelden öğrettiklerini tekrar etti:
“İki rekât sünnet… Gece öğrendiklerini ekle, unutmadın ya?”
“Hayır…”
“Haydi…”
O iftitah tekbirini2 ellerini omuzlarına kaldırarak bir kadın gibi yaparken ben de elimde olmadan onu taklit etmiştim. Sünneti bitirdikten sonra bana gözlerinin tatlı ve etkili tebessümüyle gülerek, “Yavrum,” demişti, “sen kadın mısın? Kadınlar öyle başlar, sen erkeksin, ellerini kulaklarına götüreceksin.”
Ve hararetli elleriyle benim küçük ellerimi kulaklarıma kaldırarak, “İşte böyle…” diyerek erkek iftitahını öğretti. Ben de tekbiri öyle alıp annemden farkımı, niçin erkek olduğumu, erkekliğin ne olduğunu, erkek olmanın yalnız küçük kızları dövmek ve onlara hâkim olmaktan başka da farkları olacağını düşünerek namazı bitirdim.
Dua ederken sordum ki:
“Nasıl dua edeceğim anne?”
O dua ediyor ve dudakları hareket ettikçe başörtüsü de titreşiyor gibi oluyordu. Başını salladı, duasını bitirdikten sonra, daha hâlâ hatırımda, “Evvela İslam olduğum için ey cenabı vacibü’lvücut hazretleri3 , sana şükrederim, de… Sonra vatanımızın düşmanlarını perişan etmeni senden isterim, de… Sonra da bütün eziyet çeken, hasta olan, felakette bulunan, fakir olan Müslümanların selamet ve sıhhatlerini senden temenni ederim, de… En sonra kendin için, kendi iyi olman ve şeytanın yalanlarına aldanmaman için dua et!” demişti. Ben bu basit ve Türkçe duayı, annemin dolabındaki birbiri üstüne duran ve karıştırmam, “Dua kitaplarıdır, sakın ilişme!” ihtarıyla daima engellenen, yıpranmış, Arapça ve esreli, üstünlü1 kitapları hatırlayarak içimden söyledim, sonra “Fatiha”…
Annem seccadeyi toplayarak bana uyuyup uyumayacağımı sordu, uykum var mıydı, bunu bilmiyordum… Cevap vermedim.
“Haydi öyleyse, git kitabını getir, dersini dinleyeyim.”
“Peki…”
Artık esmer ve duman gibi bir aydınlıkla ışıyan sofadan hızla geçtim. Odamın perdeleri biraz beyazlaşmış, küçük gece kandilinin yemyeşil gözleri sönerek siyah iki nokta gibi kalmış; sanki geceleri kendisine bakarak uyuduğum bu kedi kafası ölmüştü. Yazıhanemin üstünde açık duran kitabımı kaptım, annemin yanına koştum, hiç yanlışım çıkmadı.
Annem geceleri derdi ki:
“Yatmazdan evvel dersini üç defa oku yavrum, uyurken melekler sana onu öğretir.”
O melekler bu gece de uykumda bana dersimi öğretmişlerdi. Annem şefkatli aferinlerle saçlarımı okşadı ve, “Daha mektebe çok vakit var,” diye beni kendi yatağına yatırdı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıPerili Köşk ve Seçme Hikâyeler
- Sayfa Sayısı200
- YazarÖmer Seyfettin
- ISBN9789750745973
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kırmızı Elma ~ Feridun Oral
Kırmızı Elma
Feridun Oral
Kırmızı Elma Sevimli tavşancık, soğuk ve karlı bir kış gününde karnını doyurmanın yollarını arıyor. Acaba ağaçta gördüğü kırmızı elmaya ulaşabilecek mi? Belki de kır...
- Kırk Oda ~ Murathan Mungan
Kırk Oda
Murathan Mungan
Çocukluğumuzdan beri masalın bir yerinde karşımıza çıkar: Kırkıncı Oda yasağıdır bu. Üstelik anahtar elimize verilmiş, seçim bize bırakılmıştır. Sancılı bir ikilemin ortasında kalakalırız. Sonunda...
- Susanlar ~ Bilge Karasu
Susanlar
Bilge Karasu
Bilge Karasu 50’lerin başından itibaren süreli yayınlarda öyküler, yazılar, kitap ve resim eleştirileri, hatta şiirler yayımlamıştır. Araştırmacı Serdar Soydan titiz bir arşiv taramasıyla dergi...