Gothic roman, aklın kısa devresinin yazınsal ürünü diye tanımlanabilir. Sanayi devriminin ortasında, romantik kaçışla birlikte, doğaüstü, denetlenemez, tekinsiz güçlerle dolu olan bu türe ilgi duyan Dickens, Bir Noel Şarkısının yanı sıra her Noelde birini yayınladığı hayalet öyküleri de yazmıştır.
Perili ev hem eğlendirici olma hem de doğaüstüne duyulan çığrından çıkmış merakın saçmalığını gösterme kaygısını taşıyan bir solukta okunacak bir uzun öykü.
***
ÖNSÖZ
Dickens 7 Şubat 1812’de Portsmouth’ta doğdu. Annesinin babası, yani dedesi hali vakti yerinde bir aileden bir bahriye subayıydı; babası ise, sevimli, hoş, ama ayağını yere bir türlü sağlam basmayan, yakası mali zorluklardan kurtulamayan biriydi. Aile ilk birkaç güzel yılın ardından kırsal Chatham’ı terk edip Londra’ya yerleşmek zorunda kaldı. Bu kırsal yerleşim yeri Büyük Umutlar romanının atmosferine damgasını basan yerdir; Dickens yaşlılık yıllarında buraya geri dönecektir. Aile 1822’de Londra’ya yerleştiğinde, Dickens kendini gittikçe yalnız, terk edilmiş hissetmeye başlayacak ve bir hırsız, serseri olmayışını Tanrı’nın onu korumuş olmasına bağlayacaktır. Özellikle babası mali kaynaklarının neredeyse tükenmiş olması nedeniyle tamamen kendi derdine düşmüş, Dickens bu büyük kentin cangılında, onu yetiştirmeyi hemen hemen unutmuş olan babasının kumara düşkünlüğü yüzünden iyice batması üzerine, okulu bırakıp “Warren” kundura boyası fabrikasında işe girmek zorunda kalmıştır; burada şişeleri doldurup üzerlerine etiketler yapıştırmaktadır. (Romanda Joe Gargery’nin Londra’ya ilk gelişinde böyle bir fabrika ziyaretini programına alması demek ki bir rastlantı değildir.)
Dickens, romanlarından da çıkartabileceğimiz gibi kendini bu cangılda terk edilmiş, yalnız hissetmektedir; yetenek ve becerilerin eğitimle geliştirilebileceği umudunu iyice yitirmiştir. Böylesine sıradan bir işe o yaşta nasıl öylesine kolayca layık görüldüğünü bir türlü anlayamayacaktır çocuk Dickens. Baba Dickens borçlarından ötürü üç ay hapis cezasını çekmek üzere Marrshalsea cezaevine konur; çıktıktan sonra oğlunun çalıştığı yere gider ve pencerelerden birinden, içeride çalışan oğlunu görünce, onu hemen işten çıkartmaya karar verir, ancak bu kararına eşi direnir. Dickens gerek o işyerindeki günlerini gerekse de annesinin kendisine böyle bir iş hayatını layık görmesini bir türlü unutamayacaktır; geçmiş öylesine bir travmadır ki; Dickens ileride ne eşine ne çocuklarına hayat öyküsünün bu parçasını anlatacaktır.
Genç Dickens artık okula gidebilecektir; bir avukatlık bürosunda çırak-kâtip olarak çalışmaya başlar; ardından parlamento muhabirliği, gazete haberciliği yapar; derken ilk edebiyat karalamalarını okurlar ile buluşturma olanağı bulur ve Sketches by Boz’un (Boz’un Karalamaları) ardından Posthumous Papers of the Pickwick Club (Bay Pickwick’in Serüvenleri) ile edebiyat alanında hızla yükseleceğinin sinyallerini verir.
Mesleki alanda olduğu kadar para kazanma alanında da attığı başarılı adımlar, Dickens’ın travmatik izler bırakmış olan geçmişiyle başa çıkmasına elbette yetmeyecekti. Büyük kentin ormanında yitip gitmek; iz, etki bırakmadan, yaşadığından kimsenin haberi olmadan yok olmak; orta sınıf bir aile düzeyinden alt sınıfların, lumpen kesimin düzeyine düşme korkusundan kurtulamamak; ahlaki dayanak ve ilkelerini yitirme endişesi vb. etmenler bu travmatik çocukluk ve ilk gençlik yıllarının belirleyici olgularıydı. Anlayıştan yoksun, kendi derdine düşmüş bir yetişkinler dünyasında savrulup gitmiş, kimsesiz çocukların başlarına gelenler, sahipsiz çocuk figürleri, hemen bütün Dickens romanlarında baş kişi ya da yan figürler olarak karşımıza çıkarlar: Oliver Twist, Nicholas Nickleby, Antikacı Dükkânı, Dombey ile Oğlu, David Copperfield ve nihayet Büyük Umutlar.
Dickens’ın birinci tekil kişi (ben-anlatım) tekniğiyle sunduğu David Copperfield, sadist bir üvey babanın, insafsız, baskıcı bir eğitim kurumunun ve bir fabrikadaki insan onurunu hiçe sayan uygulamaların çemberinde çıkış arayan, kendi gücü ve dış destekler yardımıyla yolunu çizip hayata atılan, bütün engellere rağmen toplumdaki kendine uygun yeri bulan bir çocuğun öyküsünü anlatır. Bu varoluş mücadelesinin fonunda fabrika işçiliği, öğrenim yılları, parlamento muhabirliği, Maria Beadnell’e duyulan aşk, vb. otobiyografik olaylar yer alır. Ahlaklı, erdemli olmanın ödülünün eninde sonunda elde edildiği, umutların boşa çıkmadığı bir hayatın romanıdır David Copperfield.
Dickens anlatının otobiyografik (özyaşamöyküsü) özelliğini kendi içine bakışın açtığı pencereden sunar bize; kendine yönelik derin bir kavrama kaygısı taşır anlatı ve Charles Dickens biyografi yazarı Edgar Johnson’un 1952’de belirttiği gibi “özeleştiri yaparken kendine karşı müthiş insafsızdır.”
Gelişim Romanı
“Gelişim romanı” modern kökeni 18. yüzyılın ikinci yarısına kadar geri giden, burjuva bireyin gelişme, yetişme ve hayatı tanıma süreçlerini yer yer toplumsal şartlarla karşılıklı ilişki içinde veren romanları tanımlayan bir edebiyat kategorisidir. Tehlikeli İlişkiler’e1 yazdığımız önsözde mektup-roman türüne geniş bir yer ayırmış, modern (burjuva) romanının doğuşunda mektup türünün yerine değinmiş, Aydınlanma hareketi ile roman arasındaki bağı yorumlamaya çalışmıştık. Roman, demiştik, zaten burjuva sınıfı ile birlikte doğmuştur. Aydınlanma hareketi (kültürü, felsefesi vb.) rahatlıkla burjuva sınıfının dünya görüşü olarak anlaşılabileceği için de Aydınlanma ile modern roman arasındaki bağ da kendiliğinden kurulabilir. Romanın bir edebiyat türü olarak meşrulaştırılması, öteki edebiyat türlerinin arasında kendine (önce) bir yer bulabilmesi, Aydınlanma’nın bir başarısı ya da armağanıdır; ancak Aydınlanma dönemi içinde 18. yüzyılın sonuna doğru “sanat-dönemi” olarak da bilinen bir dönem, romanın tür olarak tiyatro (şiir) yanında eşdeğerli bir “koltuğa” oturmasını sağlamıştır. Goethe’nin2 Genç Werther’in Acıları (1774) ve Wieland’ın Agathon’u Almanya’da, burjuva bireyinin ilk deneyimlerini ve kendini geliştirme çabalarını edebiyatta anlatmaya yönelmiş ilk “gelişim romanı” örnekleri sayılırlar. Ne var ki bir roman olarak kendilerine yönelik beklentileri yerine getirmekten alabildiğine uzaktır bu iki metin. Genç Werther’in Acıları’nı okumuş olan okur, Werther’in hayatının sınırlı bir kesimini kapsayan bu mektup-romanın, toplumsal dünyayı bir fon düzeyine çektiğini hatırlayacaktır.
Kahramanının öznel dünyasıyla sınırlı, estetik-güzellik-doğa ve tanrısal uyum kavramlarını öne çıkartıp duran bir metindir bu. Wieland’ın Agathon metni, ilkçağ dünyasında geçen konusuyla, 18. yüzyıl burjuva bireyinin kimlik sorununu açmaktan çok örter. Genç Werther’in Acıları adlı romanın açtığı yoldan kısa sürede çok sayıda gelişim romanı yazılmıştır. Bunlardan, gene Goethe’nin yapıtı olan Wilhelm Meisters Lehrjahre (Wilhelm Meister’in Öğrenim Yılları) Almanya’da burjuva aydınının çağa yönelik deneyim ve yaşantılarını herhangi tarihsel bir kostüme büründürmeden anlatmayı başarmıştır; roman, “gelişim romanının” ana hatlarını belirleyen bir metin olarak apayrı bir önem taşır. Bir insanın iç ve dış gelişmesini, başlangıçtan belli bir olgunluk aşamasına kadar izleyen bu roman, bireyin mevcut beceri ve yeteneklerinin toplumsal çevre ile etkileşiminin sonuçlarını geniş bir kültürel çerçeve içinde sunar. Almanya’da 18. yüzyıla damgasını vuran Pietizm ve “kültür hayranlığı” burjuva bireyinin gelişimine ideal hedefler koyan iki büyük etmen olarak anlaşılabilir. Bir Goethe hayranı olan Thomas Carley’in Sartor Resartus’ta (1833) ve daha yakın zamanda Romain Rolland3 Jean Christoph’ta gelişim romanı modeline bağlı kalarak bu türün örneklerini sunmuşlardır. Elbette burada adı geçen romancıların dışında da birçok yazar, anlatılarının bütününde olmasa bile, yer yer bir gelişim romanı örneği vermişlerdir.
Dickens, David Copperfield’de kahramanı gencin toplumda kendine bir yer edinme mücadelesini bütün engellere rağmen, anlamlı, bu mücadeleye değer bir çaba olarak sunmuşken, şimdi, beyhude, gereksiz, bir hiç uğruna didinmedir karşımıza çıkan. Kuşkusuz özellikle 18. ve 19. yüzyıl İngiliz, Fransız romanının sosyal sınıflarının yol haritasını çıkarmak gibi bir yöntem olsa, palazlanan (büyük) burjuvazinin üstündeki aristokrasinin dünyasına giden yolu zorlayıp durduğunu gösteren bir şema çıkabilir karşımıza, Stendhal’in4 Julien Sorel’i, Thackeray’in5 Barry Lyndon’ı ve başka birçok örnek, sınıf atlamaya çalışırken “burçlardan üzerlerine dökülen erimiş kurşunların altında kalan” hırslı, doyumsuz, gittiği yere kadar giden, ama sınıfsal bariyerleri de görme yeteneğinden yoksun iddialı bireylerin hayat öykülerini sunar bize. Bu romanlarda kimileyin tarihin dinamikleri, toplumsal yapı, belirleyici olarak öne çıkar, çıkmadığı yerde daha çok “birey” romanı türünden söz ederiz. Ancak “gelişim romanının” kahramanını çocukluk yıllarından başlayarak izleme özelliğini bu roman türünün belirleyici özelliği olarak aldığımızda, örneğin Barry Lyndon “yarım” bir gelişme romanıdır belki.
Ancak 19. yüzyılın ikinci yarısına doğru, Aydınlanma vaatlerini yerine getirememiş bir burjuva ilerleme hareketi olarak çökmüş, Sanayi Devrimi İngiltere’si zenginlik ile sefaletin görülebilecek en zıt birlikteliğini sunmakta, Avrupa politik çalkantılarla altüst olmakta, aristokrasi, hanedanlıklar, artık su altından “kamışlarla nefes alabilmektedir.” Dickens kahramanı Pip’in büyük beklentileri, sosyal tırmanma umudu, bir centilmen olarak yaşama ideali, Estella ile evlenebilme isteği, hep havada kalan umutları temsil etmekten de öteye, bir gencin “yanlış ya da hatalı gelişmesinin”, yanlış hedeflere kilitlenmiş umutların sonuçlarıdırlar. Pip kökenini inkâr eder, kendi arkadaşlarına sadakatini önemsemez; züppeleşir. Neden sonra, bağlandığı umutların anlamsızlığı yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya başladığında; malının mülkünün, sosyal statüsünün gerçek durumu ve kaynakları belli olduğunda, Pip gerçeği kabul etmek ve yanılsamaların büyüsünden kurtulmak fırsatını bulur; şimdi artık hatasını, kabahatini anlamış, gerçek kimliğini nerede nasıl kurması gerektiğini görmüş, ters yoldan da olsa gelişmesini bir anlamda tamamlamış biridir o artık.
David Copperfield romanında David’in gelişme yolunun karşısına dikilen engeller daha çok nesnel, dış etmenlerden kaynaklanırlarken kahramanın hayat mücadelesinde erdemli karakteri onun biricik rehberi ya da yardımcısıdır. Bu romanda ise, dış etmenler ile karakterin özelliği olan zaaf ve bozuklukların karşılıklı etkileşimi, bireyin gelişmesinin doğru yoldan sapmasına yol açar demek pek yanlış olmamalı. Böyle bakıldığında bir tür “gelişime karşı etmenlerin” romanından söz edebiliriz.
İki Şehrin Hikâyesi
Tarihsel roman türü İngiltere’de Sir Walter Scott’un 1832’deki ölümünden sonra da okurunu kaybetmemişti. Bulwer’in Pompei’nin Son Günleri (1835) adlı eseri Avrupa’da büyük bir başarıya ulaşmıştı. Dickens İngiliz meslektaşlarının Fransız Devrimi’ni ele alan romanlarını da okumuş olmalıydı: Zanoni (Bulwer, 1842) ve La Vendée (Anthony Trollopes, 1850).
Ne var ki Dickens’ın tarihi roman konusundaki hesabının tuttuğunu ve İki Şehrin Hikâyesi’nin ona okurunu geri getirdiğini söylemek zordur. Böylesine önemli ve büyük bir sanat eserinin okurun dikkatinden kaçması ve gereken ilgiyi görmemesi, pek rastlanır bir durum değildir edebiyat tarihinde.
Dickens romanı bitirdiğinde bu metnin elinden çıkmış en iyi anlatı olduğundan kesinlikle emindi (H. Reinhold, Charles Dickens’ Roman: A Tale of Two Cities. s. 61). Yazarın kendi düşüncesi elbette tayin edici bir önem taşımıyor. Her yazar, her sanatçı ürününü bitirdiğinde havalara girebilir, ölçüyü kaçırabilir; ya da hatta, Kafka6 gibi, hepsinin yakılmasını istemese bile, bir süre, büyük endişe ve korkulara kapılıp eserini okuyucusuna ulaştırmakta tereddüt edebilir. Ancak dönemin okuru, romanı gerek politik gerekse de sanatsal yönden itirazlar ve eleştirilerle karşılamış, yanlış anlaşılmaları önyargılar izlemiştir. Hatta 1906 yılında yapılan bir ankette Dickens’ın romanının en sevilen romanlar listesinde yer almadığını öğreniyoruz. (London Evening News’un yaptığı bir ankettir bu.) Ancak 1. Dünya Savaşı’ndan sonra bu romana yönelik ilgi artmaya başlamış ve bu ilgi artarak günümüze kadar gelmiştir.
İki Şehrin Hikâyesi için, Dickens’ın çok az sayıda temsili kişiyle bir “devrim tiyatrosunun” sahnesini doldurma başarısı insanı şaşırtabilir: Tellson Bankası’nda ulaklık yapan, geceleri ise gizlice mezarları açan Jerry Cruncher; kızıl saçlı, zayıfça, orta yaşlı, Fransız hayat tarzını ve Devrim’in sert karakterini kavrayamayan bakire Bayan Pross ve bu dehşet ve korku döneminin adeta dişi şeytanı gibi gösterilen, elinden düşürmediği örgüsüyle Bayan Defarge; bütün bir soylu sınıfın gaddarlığının ve asalaklığının temsili, acımasız aristokratların prototipi olarak seçtiği, çalıştırdığı köylü ve hizmetlilerin canına okuyan, arabasıyla ezdiği çocuğu umursamayan marki…
İngiltere ile Fransa arasında sınıfsal ilişkilerin topluma yansıyışı bakımından önemli farklar bulunmaktadır. İngiltere’de Sanayi Devrimi’ni destekleyen adımlar ve buluşlar Aydınlanma’yı bir bilimsel hareket olarak öne çıkartırken, Fransa’da çıkarları sarsılmaya yüz tutmuş aristokrasi ile burjuvazinin arasını gittikçe daha fazla açmıştır. Aydınlanma hareketi, Fransa’da bilimsel-teknik bir ilerlemeden çok siyasal ve ideolojik düzlemde bir değişimin adıdır. Özellikle aristokrasinin (ve monarşinin) destekleyicisi klerikal sınıf, 1700’lerin ortasından itibaren burjuva aydınlarının, edebiyatçıların hedefi haline gelmiştir. Öte yandan Fransa’da aristokratların çalışarak, ticaretle ya da tarımla uğraşarak gelir edinmeleri aristokrasinin geleneğine aykırıydı. Sonuçta Fransız soylularına biricik uğraş alanı olarak politika, yani bürokrasi işleri kalıyordu. Bu da, aristokrasi ile yönetimin özdeşleşmesi demekti. Burjuva sınıfının gelişmesi, orada, mantıken aristokrasinin, soylu sınıfın yoksullaşması ile ters orantılı bir sürecin adıydı. İngiltere’de ise, sokakta eldivenlerini çıkartıp halktan kimseler ile boks yapan aristokratlara bile rastlandığını biliyoruz. Orada soylu sınıfın “ticaretini” engelleyen bir gelenekten söz edilemeyeceği için, burjuvazi ile soylular arasındaki gerilim Fransa’dakinden farklı, daha yumuşak bir niteliktedir. Fransa’da gelişmeler, burjuvazinin halkı da arkasına alarak Devrim yapmasına yol açmış, yeni sınıf, soyluları imtiyazlarından arındırıp (en azından başlangıçta) toplumsal yapıya radikal bir müdahalede bulunmuştur.
Dickens Fransız aristokrasisi ile İngiliz aristokrasisi arasındaki farklılıkları hem de Devrim’den yaklaşık yetmiş yıl sonra anlatmak istercesine karşımıza imtiyazları tehlikede zorba bir sınıf çıkartır. Kendi ritüelleri içinde hapsolmuş bu sınıftan, Devrim fikirlerinden etkilenmiş yeğen Darnay’ı marki olan amcasından ve amcasının ikiz kardeşi babasından ayırarak onu İngiltere’ye yollar yazar. Dickens, aslında bir aristokrat olan Charles Darnay’ın bir burjuvaya dönüşmesinin mümkün olduğunu göstermek istercesine, onu sınıfının maddi zenginliklerinden arındırır; C. Darnay mülkünden vazgeçer, kendi entelektüel birikimiyle yaşayacağı değişimin önünü açmak için “kökeninden” kopar. Romanda imtiyazları tehlikeye girmiş zorba marki, kentteki sarayında ve kırsaldaki malikânesinde, bir tür cehenneme kapanmış günahkâr gibidir. Özellikle kırsalda yarı aç yarı tok çalışan, açlıktan ölünce geride bıraktıkları dul eşlerinin mezarları üstüne odundan derme çatma bir haç dikmesine bile izin verilmeyen bu insanlar, kırsal aristokrasinin gaddarlığını ve yeni bir düzende var olma hakkını yitirmişliğini göstermek bakımından hayatlarıyla, yaşadıklarıyla birer belge sunarlar. Markinin “çökmekte” olan şatosu, har vurup harman savurduğu zenginlik, kötü yönetim, şantaj, borç, tefecilik, baskı, açlık, çıplaklık ve acının oluşturduğu “cehenneminin” çökmekte olan duvarlarıdır adeta. Gerçi iki ülkenin ya da bütün bir Avrupa ülkesindeki aristokratların kimi ayırt edici özelliklerinin farklılığına rağmen, bu sınıfın genelde tarihsel ömrünün dolduğu gerçeği değişmez. Yıl 1789’dur; aristokrasinin en azından resmen tarihe gömülme saati çalmıştır. Romanı sinemalaştıran Kubrick7 de bize, pudralı solgun yüzleri, rimelli kirpikleri, ölü bakışlarıyla kendi cehennemine kapanmış bir sınıfın “requiem”ini dinletir adeta. Dickens’ın markisinde temsil edilen aristokrasi ile Thackeray’nin aristokrat sınıfı, birbirini tamamlayan iki portre oluştururlar.
Dickens’ın kavrayabildiği kadarıyla kent proletaryası aç bir sürü olarak çıkar karşımıza. Açlık ve temel doğal ihtiyaçlar, onların yönetilmelerini kolaylaştırmıştır. Açlıktan ölen
————
1 Tehlikeli İlişkiler: Choderlos de Laclos, Bordo Siyah Klasik Yayınlar, 2006, İstanbul.
2 Johann Wolfgang von Goethe (1749-1832): Alman şair, oyun yazarı, romancı.
3 Romain Rolland (1866-1944): Fransız romancı, oyun ve deneme yazarı.
4 Stendhal (1783-1842): 19. yüzyılın önde gelen Fransız romancılarından.
5 William Thackeray (1811-1863): İngiliz romancı.
6 Franz Kafka (1883-1924): Almanca yazan Çek yazarı.
7 Stanley Kubrick (1928-1999): Amerikalı film yönetmeni.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Dünya Klasikleri Öykü
- Kitap AdıPerili Ev
- Sayfa Sayısı80
- YazarCharles Dickens
- ÇevirmenZeynep Yazıcıoğlu
- ISBN9786053541707
- Boyutlar, Kapak12x21, Karton Kapak
- YayıneviBORDO SİYAH / 2013
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Çoban Mektupları ~ Hasan Güleryüz
Çoban Mektupları
Hasan Güleryüz
“Ağam ağam benim ağam, Ağam ağam Kara Ağam. Hesabım şöyledir ağam: Yağmur yağdı, gök çatladı. Koyunların yetmiş ikisinin ödü patladı. Önden gitti baş toklu....
- Babam ve Ben ~ Patrick Modiano
Babam ve Ben
Patrick Modiano
“Modiano, Fransa’nın en önemli yazarlarından biri. Her eseri ‘çoksatar’ olmaya aday.” Jean Charbonneau, Agnionline “New Yorker’ın illüstratörü Sempé, hassas çocukluk günlerimizi sinematografik renklerle süslerken...
- Nefes Rivayetleri ~ Ozancan Demirışık
Nefes Rivayetleri
Ozancan Demirışık
Yüzyıllardır aramızda yaşayan, zamanın içerisinde süzülüp giden, imparatorlukların kuruluş ve yıkılışına tanıklık eden bir adam. Göktürk Kağanlığı’nda doğdu, ölümsüzlüğünü keşfeden Kam Ana Kambur adını koydu:...