Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Peri Prensi ile Dans
Peri Prensi ile Dans

Peri Prensi ile Dans

Elise Kova, Onat Özyılmaz

Perilerin kaderi artık Katria’nın ellerindeydi, peki ya onu kim kurtaracaktı? NE AŞKA İNANIYORDU NE DE PERİLERE FAKAT HER İKİSİ DE ONU ÇAĞIRIYORDU Aşkı yalnızca…

Perilerin kaderi artık Katria’nın ellerindeydi, peki ya onu kim kurtaracaktı?

NE AŞKA İNANIYORDU NE DE PERİLERE
FAKAT HER İKİSİ DE ONU ÇAĞIRIYORDU

Aşkı yalnızca ailesinin parçalanma sebebi olarak gören Katria kendisini asla bu duruma sokmayacağına yemin etmişti. Bu yüzden de Fenwood isimli gizemli bir lordla zorla evlendirildiğinde tozpembe hayallere kapılmamıştı. Fakat eski hayatından kaçmak isterken tam da en korktuğu şeyin kalbine koştuğundan habersizdi.

Yeni evinde tuhaf kurallar vardı; kocasının yüzüne bakması, gece ne duyarsa duysun odasından çıkması ve gerçek olduğuna asla inanmadığı perilerle dolu ormana yaklaşması yasaktı. Görmemesi gereken bir ritüele şahit olduğunda ise kendini Ortadiyar’da bulacaktı.

Orada sağ kalmak bir insan için yeterince zorken, yanlışlıkla ele geçirdiği kadim büyü, kana susamış bir kralın da onun peşine düşmesine yol açacaktı. Perilerin kaderi artık Katria’nın ellerindeydi, peki ya onu kim kurtaracaktı?

“Bu kitap muhteşemdi ve her sayfada beni büyüledi.” —Libraryinthecountry

bir

Paramız suyunu çekince Joyce önce tabloları, sonra babamın gümüşlerini, ardından annemin mücevherlerini ve elbiselerini, en sonunda da koridorumdaki üç kuruş edecek ne varsa hepsini sattı. Partilerine ve hırslarına kaynak sağlamak için eline geçen her şeyi paraya çevirdi. Babamın ölürken beraberinde götürdüğü ihtişamın birazını geri kazanmak için her şeyden vazgeçti. Şimdiyse geriye hiçbir şey kalmamıştı. Bu yüzden de satılacaklar listesinde bugün ben vardım. Bunu ayan beyan dile getirmemişti ama haklı olduğumu biliyordum. Bir yılı aşkın süredir bunun farkındaydım – tıpkı ufkun hemen ötesinde toplanan fırtına bulutları gibi iliklerimde hissediyordum, hava beklentiyle ağırlaşmış vaziyetteydi. Her şey kız kardeşimin aralara sıkıştırdığı küçük yorumlarla, dikkat çekmeyen hareketleriyle başlamıştı. Satır aralarını okumamı daima “mantıksız” bulurdu. Ancak gerçek hep oralarda gizlenirdi, değil mi? Sesli dile getirilmeyen detaylarda. Daha sonra evlilik ve “yaşıma uygun taliplere” dair imalar akşam yemeği soframızdan eksik olmamaya başladı. Çok yemek yiyor ve çok az iş yapıyordum. Beni evlendirmek en mantıklı hamleydi ve Joyce her şeyden önce bir işkadınıydı.

Kafamdaki düşünceler engebeli tepeleri saran, babamın malikânesinden sık ormanlara kadar uzanıp Arduvaz Dağları’nın eteklerinde kümelenen sis kadar yoğun ve kaçınılmazdı. Bu endişeler bir türlü kurtulamadığım kara bulutlar gibi haftalardır bana musallat oluyordu. Puslu’nun dizginlerini bir elimden ötekine geçirdim. Huzursuzca kişneyip başını iki yana salladığında boynunu okşadım. Endişemi hissedebiliyordu. “Her şey yolunda,” diye teskin ettim onu. Ama dürüst olmam gerekirse, yolunda giden herhangi bir şey var mı bilmiyordum. Joyce’un beni satacağı adamla buluşacağı gün bugündü. Her şey, içeride konuşulanları bilmediğim kapalı kapılar ardında yapılan pazarlıklara bağlıydı. “Hadi, ormanda bir tur daha atalım.” Puslu, gri renkli bir kısraktı ama ona bu ismi vermemin nedeni kürkünün rengi değildi. Üç yıl önce, sonbaharın son aylarında tıpkı bunun gibi bir günde doğmuştu. Bütün geceyi annesiyle ahırda geçirip onunla tanışmayı beklemiş, gördüğü ilk insanın ben olduğumdan emin olmak istemiştim. Gemisi batmadan önce babamın bana verdiği son şey oydu. O zamandan beri her sabahı birlikte geçirir olmuştuk. Puslu, sanki ayaklarım yerden kesilmiş de gökyüzündeki kuşlarla birlikte süzülüyormuşum gibi hissetmemi sağlayan bir hızla koşardı. Her gün dört duvar arasına kapatılmanın ve eyere vurulmanın acısını bildiği için böyle koşuyordu. Sisi bir ok gibi yarıp ıslak toprağın üzerinden uçarcasına geçerken belki de yalnızca koşmaya devam etmemiz gerektiğini düşündüm bir kez daha. Belki ikimizi de özgürlüğümüze kavuşturabilirdim. Kaçıp giderdik… ve bir daha geri dönmezdik.

Aniden karşımıza ağaçlar çıktı – yan yana dizilmiş gözcüleri, ormandan çok bir duvarı andıran ağaçlar. Puslu şaha kalktı, neredeyse beni sırtından atacaktı. Kontrolü tekrar ele almaya çalışırken bedenim eğilip büküldü. Karanlık ormanın sınırında tırıs gittik. Pek bir şey görünmese de gözlerim ağaçların arasında geziniyordu. Sis ve ağaçların sık yaprakları sağ olsun, birkaç metrenin ötesindeki her şey zifiri karanlığa gömülmüştü. Ormanı daha iyi incelemek için eyerleri hafifçe çekip Puslu’yu durdurdum, gerçi ne aradığımı da bilmiyordum. Kasaba halkı geceleri ormanda ışık gördüklerini söylüyordu. İnsanları ve büyüyü ayıran doğal bariyeri geçmeye cüret eden bazı cesur avcılar ormanın vahşi ve kötü yaratıklarını gördüğünü iddia ederdi – yarı insan yarı canavarları. Perileri.

Elbette ormana ayak basmama hiç müsaade edilmemişti. Terden kayganlaşmış avuçlarımı binici pantolonumun kalın kumaşına sürttüm. Ormana bu kadar yakın olmak bile içimi kıpır kıpır bir beklentiyle dolduruyordu. O gün bugün müydü? Ormana kaçacak olsam peşimden kimse gelmezdi. Ormana giren insanların, üzerinden henüz bir saat bile geçmeden öldüğü varsayılırdı. Horozumuzun keskin çığlığı hafif eğimli tepeleri aşıp kulağımda yankılandı. Arkamı dönüp malikânemize doğru baktım. Fazlasıyla parlak güneş ışınları sisi parçalamaya başlıyordu. Kısacık özgürlüğüm tükenmişti… Kaderimle yüzleşme zamanı gelip çatmıştı. Dönüş yolu gidişimden iki kat daha uzun sürdü. Kendimi alacakaranlığın serin şafağından, yoğun sisten ve o karanlık ormanda yatan tüm büyük gizemlerden uzaklaştırmak günbegün zorlaşıyordu. Dönmek istediğim son yerin malikâne olmasının da işimi kolaylaştırdığı söylenemezdi. Karşılaştıracak olursam, orman bile gözüme daha cazip görünüyordu.

Yolu yarılamışken aniden bu geziyi son yapışım olduğunu fark ettim… Varlıklı bir lordla onun damızlığı olmak için evlendirildiğimde, her ne kadar sabahın erken saatlerindeki birkaç saatle sınırlı olsa da burada keyfini sürdüğüm özgürlüklerin tamamen ortadan kalkacağından emindim. Ben yapacağı her türlü zulme katlanmak zorunda kalırken dünyanın en kötü şeyini bahane edecekti: “Sevgi.” “Katria, bu kadar geç kaldığın için Joyce seni çiğ çiğ yiyecek,” diye azarladı beni seyis Cordella. “Seni aramak için iki kez buraya geldi bile.”

“Neden hiç şaşırmadım acaba?” Kısrağımdan indim. Cordella üst koluma hafifçe vurup parmağını yüzüme doğrulttu. “Bugün elinde çoğu kızın yalnızca rüyasında görebileceği bir fırsat var. Evin hanımı seni ömrünün geri kalanında seninle ilgilenecek aklı başında, makul bir adamla baş göz edecek ve tek yapman gereken gülümseyip güzel görünmek.” Şimdiye dek bana bir ömür yetecek kadar “benimle ilgilenen” insan görmüştüm. Ancak bunun yerine, “Biliyorum. Keşke o adamın kim olduğu konusunda biraz olsun söz hakkım olsaydı,” dedim.

“Adamın kim olduğunun ne önemi var?” Ben Puslu’nun ağzından gemini çıkarırken Cordella eyeri çözmeye koyuldu. “Önemli olan tek şey zengin olması.” Cordella bana baktığında karşısında genç bir vâris görüyordu. Malikâneyi, elbiseleri, partileri… Joyce’un bir türlü vazgeçemediği zenginlik gösterilerini görüyordu. Kötü kararlar ve babamın ölümünün ardından çürüyüp yalnızca bir kabuktan ibaret kalmasından çok önce, tüm bu güzel şeylere gerçekten sahip olduğumuz zamanlardan kalma gösterişli illüzyonu görüyordu. “Sonumun iyi olmasını umuyorum,” dedim en sonunda. Başka bir şey söylemek nankör olduğumu düşünmesine neden olurdu. Cordella gibi mütevazı bir geçmişi ve fırsatları olan bir kadının gözünde, minnettarlıktan başka bir şey hissetmek için hiçbir nedenim yoktu. “Katria,” diye seslendi en küçük kız kardeşim tüm malikâneyi çevreleyen verandadan. Güneş henüz yeni doğmuş olsa da çoktan giyinmişti ve eski, yıpranmış, çamurlu giysilerime bakıldığında bugün evlenecek olan ben değil de oymuş gibi görünüyordu. “Annem seni arıyor.” “Biliyorum.” Dizginleri Cordella’ya uzattım. “Geri kalanını sen halledebilir misin?” “Bugün için bir istisna yapabilirim.” Bana göz kırptı. Cordella bunun gibi “istisnaları” defalarca yapmıştı. Puslu babamın hediyesiydi, evin hanımının değil. Babamın ticaret yollarında mekik dokuyarak yokluğunu daha fazla hissettirmesinden kısa süre sonra Joyce atların masraflarına daha fazla para ayıramayacağımıza karar vermişti. Babam tayı satmasına izin vermediği için zaten öfkeden deliye dönmüştü. Yani, bir atım olsaydı onunla ilgilenecek kişi tabii ki ben olacaktım. İki kız kardeşimin de yıllardır ahırda bağlanmış atlarının olduğundan ve sırtlarına neredeyse hiç çıkmadıklarından bahsetmiyordum bile. Demem o ki, ahır masrafları hiçbir zaman “çok fazla” olmamıştı.

“Teşekkür ederim,” dedim bütün içtenliğimle ve malikâneye doğru ilerledim. Ona yaklaştığım sırada, “Leş gibi kokuyorsun,” dedi Laura gülerek. Daha da dramatik bir etki için burnunu tıkadı. “Kokunun senden gelmediğine emin misin?” Ona sinsi bir sırıtışla baktım. “Bu sabah banyo yaptığını sanmıyorum.” “Gül bahçesi gibi kokuyorum,” diye itiraz etti Laura. “Gül mü?” Parmaklarımı hızlıca oynattım. “O zaman bu kokuşmuş dikenler de ne?” Üzerine atlayıp karnını gıdıklamaya başladım. Ciyaklayıp beni ittirdi. “Yapma! E-eteklerime çamur bulaştıracaksın!” “Ben çamur canavarıyım!” “Hayır, olamaz, kurtarın beni!” diye bağırdı Laura kahkahalarının arasından. “Bu kadarı yeter.” Helen kısacık mutlu ânımızı bıçak gibi kesti. Benden küçük olmasına rağmen en büyüğümüzmüş gibi davranıyordu. Üçümüz arasında kontrolü elinde tutan oydu. Annemizin gözbebeğiydi. “Laura, buraya gel,” diye emretti küçük kardeşimize. Laura’nın bakışları benimle Helen’in arasında gidip geldi ama Joyce’un sağ koluna boyun eğdi. “Böyle davranmaya devam edemezsin,” diye azarladı Laura’yı. “Ama ben…” “Bunlar çocukça hareketler. Düzgün bir hanımefendi olmak istemiyor musun?”

“Evet ama…” “O zaman buna uygun davranmaya başlasan iyi edersin.” Helen’in kısacık sarı saçları yüzünün bir yanına düşüyordu. Hayatı boyunca el bebek gül bebek yetiştirilmiş olsa da bir suikastçı gibi hareket ederdi. Sürekli gölgelerde gizlenir, kâbuslarıma musallat olurdu. Günün birinde Laura uyanacak ve tıpkı onun gibi olacaktı. Tanıdığım sevimli kız en sonunda Helen ve Joyce’un ayakları altında ezilecekti. “Ne için gelmiştin, Helen?” Laura’yı rahat bıraksın diye ilgisini yeniden kendime çevirmeye çalıştım. “Ah, bir mesaj iletmeye gelmiştim.” Helen’in gülümsemesi yılanlarınkini aratmıyordu. Tıpkı annesininkine benziyordu. Zaman içinde Laura da bu gülümsemeyi öğrenecekti. Öz annemin ölümünün ardından babamın yeniden evlenmesine dair lütuf olarak gördüğüm çok az şey vardı. Ancak beni yetiştiren kadınla kan bağım olmadığını –ve o korkunç gülümsemeyi paylaşmadığımızı– bilmek bir elin beş parmağını geçmeyecek şeylerden biriydi. “Joyce, bugünkü konuklarımız için girişi paspaslamanı istiyor.” Burnum aniden yoğun bir is kokusuyla doldu. Burnumu ovuşturmaktan kaçındım. Birisi ne zaman yalan söylese, hava is kokusuyla ağırlaşırdı. Daha önce bu hissi açıklamaya yeltenmiş ve saçma sapan konuştuğum için odama kapatılmıştım. O zamandan beri bu armağanı kendime saklıyordum. Hayatta kalmak için işime yarayan değerli araçlardan biri olmuştu.

“Yani senin keyifli arkadaşlığından mahrum kalmam gerektiğini mi söylüyorsun? Bununla nasıl yaşarım?” Laura’nın sağındaki kapıdan malikâneye gireceğim sırada Helen kolumu yakaladı. “Sırf evleniyorsun diye birden hepimizden daha üstün oldun sanma. Sen bir piçsin, ailemizin adına leke sürüyorsun. Tanrı’nın bile unuttuğu küçük, acınası bir arazinin lorduyla evleneceksin ve kalan günlerini senin için hazırladığımız bilinmezlik içinde yaşayarak geçireceksin.”

Laura bakışlarını yerden kaldırmadı. Bir zamanlar beni savunurdu ancak bu isteği çoktan bastırılmıştı. Sevimliliği… etrafına saçtığı ışık… gözlerimin önünde solup gidiyordu. Ve ben buna dur diyemeyecek kadar zayıf ve mutsuzdum. “Annemi bekletmek istemem.” Kolumu hızlıca çekip tutuşundan kurtardım. Helen ne derse desin, bugün biraz böbürlenebilirdim. Malikânede evlenen ilk kız bendim. Bu, Helen’in umutsuzca istediği bir şeydi. Hayatında ilk kez bir şeyi ondan önce elde ettiğime şahit oluyordu. İronik olan şuydu ki, evlenmek benim istediğim son şeydi. Beni ana girişe çıkaracak kısa koridordan malikâneye girdim. Çatlamış vazoların kenarından sarkan solmuş çiçekler içeriyi çürümenin ilk evrelerine ait topraksı, fazlasıyla tatlı bir kokuyla dolduruyordu. Tavanı süsleyen narin resimler yıllarca yanan mumlar ve yeterince sık yapılmayan temizlik yüzünden is lekeleriyle kaplanmıştı. Çatıdaki kazadan önce, babamın gemilerinden biriyle ilk kez denize açılmasından kısa süre sonra, Joyce tavanı temizlemem için beni köhne merdivenlerden birine çıkmaya zorlamıştı. Ne kadar küçük olduğum düşünüldüğünde beni öldürmeye kalkıştığından neredeyse emindim. “Bu yaşta bize yük olmaya devam ediyorsan,” demişti, “hiç değilse evin temizliğinin ucundan tutabilirsin. Erkekleri aratmayacak ellerin çocuksu tavırlarınla hiç uyuşmuyor.” Sanki her günün her saatini, geçmiş günlerin bu köhne kalıntısını tamir edip onarmak için harcamamışım gibi konuşuyordu. Bütün bu duruma dair beni içten içe mutlu eden bir başka şey de buydu: En değerli hizmetçilerini kaybedeceklerdi.

Ancak bu kötü düşüncelerin kafama dolmasıyla terk etmesi bir oldu. Zihnimin gerilerinde, bu malikânenin ilk zamanlarına, hâlâ güzel olduğu günlere dair belli belirsiz anılar vardı. Ona, öz anneme, babamın genç bir tüccarken seyahatlerinin birinde tanıştığı ve geleceği parlak bir lorddan beklenen her şeyi göz ardı ederek eve getirdiği o gizemli kadına dair anılar. Malikânenin ön tarafına bakan, artık kir bağlamış pencerelerden içeri sızan güneş ışığını hatırlayabiliyordum. Eğer gözlerimi kısarsam… tepeden bana bakan yüzünü neredeyse anımsayabiliyordum bile. Arkasından bir yelpaze gibi açılan renk cümbüşünü. Kalbime kazınmış şarkılarından birini söylerken neşe ve sevgiyle parıldamasını. Bir zamanlar bu koridorların –içimin– kahkaha ve müzikle dolu olduğunu biliyordum. Ancak şimdi dönüp baktığımda buna inanması neredeyse imkânsız görünüyordu.

“Ne yapıyorsun sen?” Asmakattan bir şaşkınlık nidası yükseldi. Başımı yukarı kaldırdığımda karşımda bildiğim tek “anneyi”, beni büyüten kadını buldum, kan kırmızısı kadife elbisesi basamakları süpürerek aşağı iniyordu. Başının üzerinde topladığı açık renkli saçları ve taktığı taçla daima olmak istediği prensesler gibi görünüyordu. “Adamlar her an burada olabilir ve sen bütün sabah domuz ahırında yuvarlanmışsın gibi görünerek orada dikiliyorsun.” Kıyafetlerim o kadar da kötü değildi ama bir şey söylemedim. “Üzerimi değiştirmeye çıkıyordum.” Helen’in yerlerin silineceğine dair söylediği yalandan bahsetmedim. Beni azarlamak için kurdukları tuzağa düşmemem Joyce’u sinirlendiriyor muydu merak ettim. “Güzel. İlgilenmem gereken talipler var.” Ellerini karnının üzerinde kavuşturdu, tırnakları elbisesiyle aynı renge boyanmıştı. “Mümkün olduğunca iyi temizlenmek için elinden geleni yap. Aksi hâlde, adamlardan biri neyle evleneceğini fark edip kâğıtlar imzalanmadan kaçıp gidebilir.”

Kiminle değil, neyle. Başından beri onun küçük canavarı olmuştum. “Elimden geleni yaparım.” “Güzel.” Joyce omuzlarını kıpırdattı ve biraz daha dikleşti. Bunu ne zaman yapsa gözümün önüne tüylerini kabartan kocaman bir kuş gelirdi. “Şansımız yaver giderse günbatımından önce evlenmiş olacaksın.” “Evlenmiş mi? Nişanlanmayacak mıyım?” Pazarlıkların başladığını biliyordum… ama biraz daha zamanım olacağını sanmıştım. Evlenmeden önce müstakbel kocamla tanışacağımı. Bir şekilde bunu mahvedebileceğimi.

“Bunu defalarca konuştuk.” “Konuştuğumuzu sanmıyorum.” Bir kere bile konuşmamıştık. Bunu biliyordum. Ne var ki bu konuda kendime duyduğum güven Joyce’un derin iç çekişiyle paramparça oldu. “Belli ki yine yanlış hatırlıyorsun. Endişelenme, sana yardım etmek için buradayım.” Joyce yüzüne o yılan gülümsemesini kondurup ellerini omuzlarıma koydu. Bir zamanlar bu yalanına inanmıştım. “Benim için uslu duracak ve o dramatik patlamalarından birini sergilemeyeceksin, değil mi?” Fazla hassas. Dramatik. Bana sürekli kontrolden çıkmam an meselesiymiş gibi davranıyordu. Sanki daha önce böyle bir şey yapmışım gibi. En azından böyle bir şey yaptığımı sanmıyordum… “Uslu duracağım,” dediğimi duydum. Cevabım dürtüseldi. Konuşan ben değildim. Beni olmam için eğittiği şeydi. “Şahane.” Farklı yönlere ilerledik ve ben odama çekildim.

Malikânenin ikinci katı genellikle aile fertlerine ayrılırdı. Bir zamanlar ben de orada yaşardım. Ancak babam giderek daha fazla seyahat etmeye başladığında Helen birdenbire sanat stüdyosu için bir odaya ihtiyaç duymuştu ve benim yatak odam evin en iyi ışık alan odasıydı. Artık burada yaşayacaksın, diye geçmişten yankılandı Joyce’un sesi odama giden karanlık koridorun başında dururken. Bir mum yaktım – kız kardeşlerimin odalarındakileri yenileriyle değiştirirken aldığım mumu. Yayılan ışık koridorların çatlayan sıvalarını aydınlattı. Malikânenin gerçek yüzünü gözler önüne seren, parçalanan taşları. Masraf çok fazlaydı. Her şeyi onarmaya yetecek para yoktu. Annemin hatırası uğruna… babam günün birinde çıkıp gelirse dönebileceği bir evi olsun diye elimden geleni yapıyordum. Ancak Joyce yalnızca ortak alanları ve kendi odalarını umursuyordu. Para bu masrafları karşılamaya yetiyordu ancak. Yalnızca göz boyamak için olanları. Geri kalan her şeye gelirsek, bana kalırsa yanıp kül olsalar bile umurunda olmazdı. Yatağım koridorun sonundaki odanın arka tarafını tamamen kaplıyordu, içerisi duvardan duvara halılar ve yastıklarla doluydu. Bu oda için fazlasıyla büyük başka bir eşya olan eski kitaplığımın rafları çoğunlukla boştu ve yalnızca kullanışlı birkaç eşya duruyordu. En değerli varlığım olan lavtaysa ona yaslanmıştı. Onu almaya yeltenmemle fikrimi değiştirmem bir oldu. Eğer lavtayı şu an çalmaya kalkarsam birileri mutlaka duyardı. Helen’in, tıpkı köpekler gibi, müzik yapmamı duymak için eğitildiğini düşünüyordum. Tek bir nota duyduğunda bile buna “katlanmak zorunda bırakıldığı” için itirazlara başlıyordu.

Laura nadiren de olsa şarkılarımı dinlerdi. Odama gizlice inip çaldığım şarkıya mırıldanarak eşlik etme cesaretini bulduğu geceleri özleyecektim. Yıllardır müziğimi dinleyen tek kişi oydu. İç çekerek dolaba döndüğümde askıda yeni bir elbise görmek beni şaşırttı. Eh, teknik olarak “yeni” bir elbise sayılmazdı. Helen’in iki yıl önceki bahar balosunda giydiği elbise olduğunu hatırlıyordum. Yalnızca bir kere giyildiğinden saten kumaş hâlâ yepyeniydi. Ellerimi ipeksi yumuşaklığın üzerinde gezdirdim, normalde giydiğim kıyafetlerden çok farklıydı. Elbisenin dik yakası sırtımdaki yaraları gizleyecekti. Kasıtlı bir tercih olduğu su götürmezdi. Üst kattaki banyoyu kullanmaya cüret ettim. Aklımca küçük bir isyan gösterisi yapıyordum ancak tenimi yakan sıcak sudan çok daha iyi geldiği kesindi. Genellikle herkesin banyosu için suyu getiren ve ısıtan ben oluyordum. Her şey bittiğinde de kendi banyomu hazırlayacak gücüm kalmıyordu. Yıkanmayı bitirdiğimde, kendimde Helen’in makyaj malzemelerini kurcalayacak cesareti bile buldum. Yanaklarım için gözlerimin fırtınaları andıran grisini vurgulayacak hafif bir allık ve dudaklarım için de kahverengi saçlarımın kızılımsı, küllü tonlarını ortaya çıkaracak koyu kırmızı bir ruj seçtim.

Banyodan çıktığımda yepyeni bir kadındım. Saçlarım taranmış ve Joyce’un bile gurur duyacağı bukleler özenle toplanmıştı. Babam o kadınla hiç evlenmemiş olsa, her gün böyle görünür müydüm diye merak ettim. Joyce babamla evlenmeden önce dul bir kadındı. Dışarıdan bakıldığında birlikte olmaları mantıklı görünüyordu: İkisinin de genç birer kızı vardı –Helen ve ben– ve maddi durumları birbirine yakın sayılırdı; Joyce önceki kocasından kuzeyde bulunan nadir gümüş madenleri gibi büyük bir mirasa konmuştu. Yalnızca babamın gemilerinin ulaşabileceği madenlere. Niyetini daha en başında anlamıştım ancak babam olanları hiç görememişti. Evden ayrıldığı son ânında bile hiçbir şeyin farkında değildi. Onu sevmişti. Annemin ölümünün ardından içinde kaybolduğu kör kuyulardan “onu kurtaran” Joyce’tu. Daha sonra ikisinin de gözbebeği, diğerlerinin deyimiyle sorunlu küçük ailemizi bir arada tutan “tutkal” olan Laura doğmuştu. Döşemenin yüksek sesle gıcırdayan kısımlarına hafifçe basarak gizlice eski odama döndüm. Malikânenin ön tarafına bakan odanın camı bizi şehre giden anayola bağlayan yolun manzarasına tepeden bakıyordu. Tahmin ettiğim gibi ön tarafa park etmiş üç at arabası vardı. Malikânenin ana girişinden silindir şapkalı bir adamın çıktığını gördüm. Adam şoförüyle birkaç kelime konuşup hızla uzaklaştı.

Hiç tanımadığı bir kadınla evlenme konusunda ne hissettiğini merak ettim. Buraya gelip teklifte bulunmasına bakılırsa, bu onun için önemsiz bir detaydı. Kim bilir, belki de birbirimizi tanıyorduk. Belki evleneceğim adam şehirde ya da bir baloda yolumun kesiştiği biriydi. Zampara Earl Gravestone’u ve sosyeteye takdim edildiğimizde üzerimizdeki elbiselerle bana ve kız kardeşlerime nasıl bakacağını düşünerek ürperdim. Ne bana ne de vakti geldiğinde kardeşlerime talip olsun diye dua ettim. Helen’in bile böyle bir kötülüğü yaşamasını dilemezdim. Birisi beni yakalamadan sanat odasından sıvıştım. Ana merdivenleri kullanmak yerine, büyük yatak odasıyla duvar arasına sıkışmış yan merdivenden indim ve hizmetçilerin kapısını kullanarak mutfağa döndüm. Hemen ardından bunun gibi diğer gizli geçitleri kullanarak evin içinde gizlice ilerlemeye devam ettim. Annem ve kız kardeşim beni hizmetçileri yapıp bu rolü oynamamı talep ettiklerinde, bu çürüyen evin derinliklerine uzun zaman önce inşa edilmiş tüm geçitleri öğrenmemi sağladıklarını hiç fark etmemişlerdi. Babamın çalışma odasının bitişiğindeki oturma odasının duvarı, gizli, çıt çıkarmayan menteşelerden kayarak açıldı. Odanın içinde sessizce ilerledim, yerdeki halı ayak seslerimi yutuyordu. En uca ulaştığımda kulağımı duvara yasladım ve nefesimi tuttum. Duvarlar hemen yanı başımdaki odada devam eden konuşmaları tüm netliğiyle duyabileceğim kadar inceydi.

“…çeyizi Applegate Ticaret Şirketi’ndeki kuzey kargo gemileri olacak,” dedi Joyce. Dudağımı ısırdım. Artık ortada kuzey kargo gemileri falan yoktu. O denizlerin suları fazlasıyla tehlikeliydi ve bütün dünyada bu azgın suları aşabilecek bir avuç kaptandan biri zamanında babamın emrinde çalışıyordu. Kaptan inanılmaz bir kadındı; onunla yalnızca bir kez karşılaşmıştım ama geçirdiğimiz kısa zamanın her saniyesinde beni tamamen büyülemişti. Benden yalnızca bir yaş büyük olmasına rağmen gemilere iki yıldır kaptanlık yapıyordu. Belki de en çetin, en tecrübeli denizcilerin bile o azgın sularda ender bulunan bir gümüş damarına ulaşmak için izlemeye cesaret edemeyecekleri bir rota çizmesini gençliğinin pervasızlığına borçluydu. Ancak eninde sonunda, hepimizin olduğu gibi onun da şansı yüzüne gülmeyi bırakmıştı. Babamı ve gemisini de yanına alarak karanlık sulara gömülmüştü. Joyce’un babamın kayboluşunu dillendirmediğini fark etmemiştim. Applegate Ticaret Şirketi’ni tamamen kontrolü altına almaya çalışıyor, diye fark ettim. Tırnaklarımı duvara geçirdim. Babamın ortadan kaybolması –ama ölümünün ilan edilmemesi– sayesinde hiçbir sorgulama olmaksızın kontrolü eline alabilirdi.

 

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Prensin Kılıcı – Altın Muhafızlar Serisi 2 ~ Elise KovaPrensin Kılıcı – Altın Muhafızlar Serisi 2

    Prensin Kılıcı – Altın Muhafızlar Serisi 2

    Elise Kova

    Kılıcın şarkısını duyan bir kadın Savaşa hazırlanan bir prens Kehanetlerin aydınlandığı bir yolculuk Prens Baldair, Solaris İmparatorluğu’nun kaderini belirleyecek savaşa katılmak üzere yola çıkmıştı....

  2. Çiftçinin Savaşı – Altın Muhafızlar Serisi 3 ~ Elise KovaÇiftçinin Savaşı – Altın Muhafızlar Serisi 3

    Çiftçinin Savaşı – Altın Muhafızlar Serisi 3

    Elise Kova

    DÜŞMANLARLA DOLU BİR ORMAN KİŞİLİKLERİ TABAN TABANA ZIT İKİ ASKER ZORLUKLARLA SINANAN BEKLENMEDİK BİR DOSTLUK Craig’in hayatta istediği tek bir şey vardı: Meşhur Altın...

  3. Girdap Görüleri – Girdap Günlükleri Birinci Kitap ~ Elise KovaGirdap Görüleri – Girdap Günlükleri Birinci Kitap

    Girdap Görüleri – Girdap Günlükleri Birinci Kitap

    Elise Kova

    GÜCÜNÜN FARKINDA OLMAYAN BİR PRENSES, KADİM SIRLARI BİLEN BİR YABANCI, KADERLERİNİ BİRBİRİNE BAĞLAYAN BİR SAAT Vi Solaris, neredeyse hiç görmediği bir imparatorluğun vârisiydi. Aldrik...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Zorro ~ Isabel AllendeZorro

    Zorro

    Isabel Allende

    Zorro, 19. yüzyılda, İspanyol egemenliğindeki Kaliforniya’da yaşamış bir efsane kahramanıdır. Çizgi filmlerden, çizgi romanlardan anımsayacaksınız: Maskeli Zorro, İspanyol valinin zorbalığına karşı halkın yanında yer...

  2. Kehanet ~ John KilgallonKehanet

    Kehanet

    John Kilgallon

    YAYIMLATILMAYAN BİR KİTAP …KADİM BİR KEHANET…ZAMANA KARŞI BİR YARIŞ Kehanet gerçekleşiyor mu? Saldırıları durdurmak ve bu saldırıların ardındaki gizli güçleri ortaya çıkarmak için zaman...

  3. Çiftçinin Savaşı – Altın Muhafızlar Serisi 3 ~ Elise KovaÇiftçinin Savaşı – Altın Muhafızlar Serisi 3

    Çiftçinin Savaşı – Altın Muhafızlar Serisi 3

    Elise Kova

    DÜŞMANLARLA DOLU BİR ORMAN KİŞİLİKLERİ TABAN TABANA ZIT İKİ ASKER ZORLUKLARLA SINANAN BEKLENMEDİK BİR DOSTLUK Craig’in hayatta istediği tek bir şey vardı: Meşhur Altın...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur