Kendimi değiştirmiyorum, dünyayı değiştirmiyorum ama gerçekliği değiştirerek, kendi hayallerimin arkasına gizleyerek kendi yenidünyamı kuruyorum… Mesela geçenlerde Çinlilerin Dönüşüm’ü okurken ağızlarının sulanıp sulanmadığını merak ettim. Murat Yalçın’ın yeni öykü kitabı Pera Mera, kentle kır arasına sıkışmış hayatları değil, kentle kır arasında gidip gelen göstergeleri anlatıyor. Pera’nın güncel simgelerinden biri haline gelmiş Hazzopulo köpeğinden yola çıkarak kent ve kır karşılaştırması yapmıyoruz; ama anımsıyoruz. Öykülerin en güçlü yanı bu; kokuların bize geçmiş bir zamanı, uzaklarda kalmış bir mekânı anımsatması. Murat Yalçın, dilimizin tadını çıkararak çok boyutlu bir ustalık kitabı kaleme almış.
İçindekiler
PERA DÖRTLÜSÜ
Erenler………………………………………………………………..13
Pera Dolaylarından Bir Uzun Kıssa ………………………….39
Hazzopulo Köpeği ………………………………………………..55
Hikâye-i Ephemera……………………………………………….69
MERA BEŞLİSİ
Üç Dersim …………………………………………………………103
Bir Leşin Çevresinde……………………………………………113
Elebaşı ………………………………………………………………119
Fazıla ………………………………………………………………..123
Ot Oğlanı ………………………………………………………….133
Pera Mera Sözlüğü …………………………………………………..159
Pera Mera Ezgiliği ……………………………………………………173
Pera Dörtlüsü
Pera dörtlüsünün ilki
ERENLER
“Bir dert gibi akşam suların koynuna indi.” Nedret Anut bu şarkıyı mırıldanarak döner sandalyesinde kamburlaşan sırtını doğrultmaktaydı ki bir koca öküz karnında baş sallayarak böğürdü. Pencerenin dışında, Galata sırtlarına Reşat Nuri’nin unutulmaz tasviriyle pembe bir toz gibi serpilen akşam aydınlığı bile göğsünü saran erguvani esmerliği dağıtamadı. Kederle, dahası o sevdiği ifadeyle, kovulduğu ülkeyi uzaktan seyreden eski bir kral hüznüyle gözleri sürmelendi. Paydos saatlerinde bu görkemli yağlıboya tablosu gözleri boyardı ama karın doyurmazdı. Açlıktan gözleri kararmış, imanı hepten gevremişti. Kadit olmuş öküze benzetti kendini. Açlığını yatıştıracak, böyle acınası hallere düşürmeyecek şeyler yemeyi, hadi yemek demeyelim de atıştırmayı yine unutmuştu. Azıcık başı döndü mü akla karayı seçerdi. Anası bazen “et fukarası”, bazen “iskeletor” derdi. “Oğlum biraz ye de yüzüne kan gelsin,” derdi. Derdi gücü karın tokluğuydu. Çocukken ne zaman yemeğe çağrılsalar karınlarını doyurmadan evden çıkmazlardı. “Yemekli misafirliğe aç gidilmez,” derdi anası, “yemekler lezzetliyse siftah saldırmayasın, kötüyse rahatça kibarlığa vurabilesin.”
Odadan koridora çıkarken karnındaki öküz yine ama bu kez daha dik, ağlamaklı bir sesle böğürdü. Bu kesinlikle aynı öküz değil, diye düşündü. Düşünmekle de kalmadı, karnında bir çift öküz varsa, birbirlerine karşılık vermeleri halinde seslerinin arşı ferşi tutmasından endişelendi. “Çift öküzle baş edemem. Derhal seslerini kesmeliyim.” Bu cümleyi kendi kendine değil de, hiffet getirerek, handiyse bağırarak söylediğinin farkında değildi. Binanın önünde sıralanmış servislerin sigara yanıklarıyla göz göz olmuş kadife koltuklarına kurulmak için sabırsızlanan eski yazı uzmanı arşiv personeli, “Derhal seslerini kesmeliyim” sesiyle duraladı. Kıyıdaki bir dala takılan çalı demetine, boşlukta bir noktaya sabitlenen sinek bulutuna benzeyen kalabalık –yorgun, soluk kravatlı, asık suratlı onlarca adamla onların arasında tek tük seçilebilen, eski güzellikleri silinmiş, üç beş kadın– tek bir göz olup Nedret Anut’a döndüler.
Her sabah gözünden uykular akarak tıraş olmak için ayna karşısına geçen, neredeyse iki günde bir çenesindeki beni kanatan tilki gözlü oda arkadaşı Mustafa arkasından yanaşıp koluna girdi. “Eyi misün Netret?” Tıknaz, perçemli, Turan Engin’e benzeyen şişe dibi gözlüklü öbür oda arkadaşı Turgut araya girdi. “Bir şeyi yok yahu. Ne oluyorsunuz. Adam belki sürmenaj geçiriyor. Hafiften kafayı da yemiş olabilir tabii.” Duymazdan geldi. İkisine de uyuz olurdu zaten. Ne yapsalar samimiyetlerine inanmazdı. Başına tebelleş olmaya hazırlanan Mustafa yalabığından kurtulup tuvaletlerin bulunduğu boşluğa doğru hışımla yöneldi. Memurin söylenerek, kendi aralarında tartışarak dağıldı. Kim olduğu pek anlaşılamayan birinin yüksek sesle, “Manyağın teki,” demesinin de bir hükmü, bir muhatabı kalmadı. Söylenmeyeni anlamayan söylenenden ne anlar. Kendi kendine böyle söylendi Nedret Anut. Tuvaletteydi.
“Emniyet Merkezi”nde. Uzun bir fermanın son satırında kalmış yalnız bir sözcük, bir söz parçasıydı burada. Eski yazı sökenlerle iletişim bilimciler okunması güç bu tür sözlere “Dul” derlerdi. Sözün dulu insanın dulundan daha rizikoluydu. Dul sözlerin yanlış okunmasıyla ortaya çıkan iletişim bozukluğu tarihte birçok cana mal olmuştu. Aklına birkaç örnek geldi ama şimdi tarihi helaya, başını belaya sokmak istemiyordu. Karnındaki öküzlerin tepişmesi, böğürmesi kesilmeliydi öncelikle. Onları, yani kendini dinlerken; ne olacaktı yaşasaydım, şu mu olacaktı, bu mu, şöyle mi olacaktı, böyle mi, sorularıyla biteviye uzayan, bir dizi hezeyanla gülünç bir duygulu düşünce akışı baş gösterdi. Başının ortasında değil de biraz üstünde baş gösterdi. Bir kipa genişliğindeki kelinin altında kabuklu bir böcek telaşıyla kımıldadı bu düşünce. Kat yerleri lime lime olmuş, neredeyse fosilleşmiş dört yüz yıllık bir evrakla cebelleşirken aralarda kendini çağdaş desenli fayansların, ışıldayan klozetlerin, temizlik kimyasallarının arasında bulmak dengesini bozuyordu.
Bir keresinde, “Tarihin kazuratında yabancılaşma kuburuna düşüyorum her gün,” demişti Erenler’de de Bay Telafi dedikleri Ahmet bu sözü çalıştığı haftalık haber dergisinin sayfalarına taşımıştı. O günlerde arşivdekilerden bir meczup, bir cüzamlı muamelesi görmüştü. Kare lavaboların başında su içmeye gelmiş kuğulara benzettiği parlak bataryaların karşısında, floresanların altında yaldızlanan giysileriyle sanki bir deterjan reklamındaydı. Tazyikle köpüren suyun altında ellerini ovuştururken uyuşmuş parmakları açılıyor, görünmez bir eldiveni soyup çıkarıyor, bütün gün kendinden uzaklarda yaşamış, bambaşka âlemlerde gezinmiş, tarihin dip köşelerinin mürekkebi bulaşmış parmaklarını bir bir yeniden sahipleniyordu. Arşivde çalışmaya başlayalı el yıkama bir uzun törene dönüşmüştü.
Hayvan boğazlamış bir kasap, motor dağıtıp toplamış bir araba tamircisi, bir dökümhane işçisiydi sanki. Koca kafası bir ayçiçeği ağırlığıyla lavaboya eğildiğinde omuzlarıyla ensesine çökmüş bir yalnızlık keyif çatardı. Lavabo başında sözcüklerin türlü anlamlarını sırayla anımsar, tümceler kurup bozar, kulaklarında Cem Karaca’nın “İhtiyar Oldum” şarkısı yankılanır, söz oyunlarıyla oyalardı zihnini. Sözgelimi “daha önce belirtildiği üzere” örneğindeki “üzere”nin “gibi” yerine kullanılmasını yadırgar; bunun üzerine bun’un üzerine gitmemeye karar verir; buradaki “üzere”nin “üzre” diye yazılmasından hoşlanmaz; “akşam üstü” ile “akşam üzeri” arasındaki söyleyiş farklarını düşünür; “akşam üstü”nü “akşam küstü”, “akşam üzeri”ni “akşam üzer” diye algılar; ikisinin de bambaşka yerleri olmasına sevinir; “itibariyle” diyenlerin “dolayısiyle” diyememesine şaşırır; evdeki masasında durup duran defterleri gözünün önüne getirip göğsü pırpırlanırdı.
Tek pervaneli uçak olup giderdi evine. Hummalı bir dille, yanıp tutuşan kalemine sarılarak kesintisiz yazmak; bedeni pes edesiye gıkını çıkarmadan, belki bir lokma bir şey yemeği unutarak, artık çükünün ucuna dayanmış, kasıklarını yoran idrarı bile erteleyerek yazmak; bileğinde derman, kafasında ferman bırakmadan, gönlünü dimağını talan ederek, dilini imlasını gevreterek, açık bir zihinle yazmak. Oflayarak yazmak. Böyle yazmalara vaktiyle burun kıvırırdı. Erenler’de ne saatler tüketmiş, ne kafalar ütülemişti bu tartışmalarda. Delicesine yazmak, ısmarlama yazmak, dergiye gazeteye yazı yetiştirmek, tabakhaneye bok yetiştirmek falan olacak işler değildi. Akşam yazdığını sabah kutsayanlarla, birbirinden gülünç intihal örnekleri serilirdi sigara bulutları çökmüş mermer sehpalara. Şimdi öyle bakmıyordu ama kazın ayağına. Daha geçen akşam ayaklarını uzatıp televizyon izlerken artık bir haber klasiği olan “Pompalı Tüfek Dehşeti” haberindeki “Cinnet getiren baba pompalı tüfeğiyle ailesini katletti” cümlesinde büyük bir mutlulukla dudakları gerilmiş, günün yorgunluğunun çıktığını ta iliklerinde duymuştu. Çünkü bu cümleden aldığı esinle şöyle bir cümle kurmuştu:
“Cinnet getiren büyük yazar NA, pompalı dolmakalemiyle sülalesinin gelmişini geçmişini bir oturuşta romanlaştırdı.” Önceki sabahın köründe de bir şiir kitabı görmüştü düşünde, üstünde “Yaprak Hışırtısı” yazıyordu. Uyandığında kapağı gözünün önünden bir süre gitmedi. Gerisingeriye düşüne dönüp elini uzatsa. Neredeyse parmak uçlarında dokunduğunu duydu. Lise yıllarında gediklisi olduğu Beyaz Saray sahafı Enderun’un loş vitrini önündeki tozlu tezgâhta rastlanabilecek türden, 1940’ların şiir anlayışına uygun amatör şair kitaplarından biriydi. Vaktiyle Sabahattin Kudret Aksal’a özenmiş bir gencin ilerleyen yaşlarda cebinden bastırıp eşe dosta dağıttığı bir kitap. Kocamustafapaşa’daki kâgir evde anasının kezzapla yıkadığı alaturka tuvalette sifon çekerdi böyle düşüncelere. Tuvalette düşüncelere dalıp çıkmayı unutur, anası dışarıdan “Yine gurka oturdu. Sanki kıl yemiş örken sıçıyor” diye söylenirdi. Anasının öylesine söylediği bu laflar aslında o anki durumunu açıklıyordu. Zihni kıllanıyor, upuzun urganlar örüyordu. Düşünce yumurtlamak üzere yattığı kuluçkada gurklayan hindiden hiç mi hiç farkı yoktu. Tuvaletten dünyayı değiştirecek fikirler devşirmişçesine hindileşip çıkardı. Daha doğrusu kendini tuvaletten dışarıya dar atardı, masaya gelesiye güzelim buluşları kuş beyninden uçup gitmesin diye. Mesela “Ortak ağın Ortaçağı’nı yaşıyoruz” tümcesi vaktiyle tuvalete düşürdüklerindendi. Bunlara “düşük-düşünce” diyordu. Hiçbir düşünce tohumu sağlıklı bir gelişim gösteremiyordu. Boyuna düşük yapıyordu yalama düş yatağı. Boş defterleri vardı. Onları saatlerce sevip okşardı. Ak sayfalarından alamazdı gözlerini. Gören de çetrefilli bir metin söktüğünü, bozuk bir elyazısını çözmeye, minimini harfleri seçmeye çalıştığını sanırdı. Yazacağı kaymaklı yazıları düşlerdi oysa.
İçindeki yazı koru canlanır, kıvılcımlanır, dingin saatlerde akıp giden bir kalem ucu belirirdi gözünde. Neler yazardı, yazılacaktı, yazacaktı o puslu defterlere. Ona göre, herkesin kendine göre bir yalnızlığı vardı. Orada düşler, orada yaşardı varlığını. Şu hayat mesleğinde aptal mutluluklar peşinde harcanmış ömürlere acırdı. Onun düş denizine taş atılsa en az iki halka birden büyürdü ama öbürleri tınmazdı. “Kiralık Fasit Daire” adlı romanında döktürecekti. Şimdi yazmayacaktı ama. Dolma zamanıydı, boşalma değil. Alargada kalan yosunlu bir duba salınımıyla sadece yaşamalıydı şimdi. Bütün bunlar, lavabo başında, çotuk sökmüş bir rençper gayretiyle ellerini yıkarken, su şırıltıları ile içinden gelip geçti.
Sokağa çıktığında karanlık basmıştı. Bir hafakan yeli değdi göğsüne. Bir an önce dost kalabalığa karışmalıydı. Bir “nedim”, bir dost bulmadan dindiremezdi akşam garipliğini. Gurura kapıldı sonra. Yakasından düşmeyen pis bir gururdu bu. Yalnızlık değil düpedüz açlık seninki, diyordu gururun sesi: Gider, Sebil Büfe’den bir tost, bir paket sigara alıp kurulursun Erenler’in sarmaşıklı duvar dibine. Hepsi geçer. Geçer mi?
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Öykü
- Kitap AdıPera Mera
- Sayfa Sayısı176
- YazarMurat Yalçın
- ISBN9789750733741
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2017
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Dönüşüm ~ Franz Kafka
Dönüşüm
Franz Kafka
Sıradan bir pazarlamacı olan Gregor Samsa, bir sabah sıkıntılı rüyalardan uyandığında kendini tuhaf, devasa bir böcek olarak bulur. İnce titrek bacakları, çirkin, boğum boğum...
- Hayal Otel ~ B. Nihan Eren
Hayal Otel
B. Nihan Eren
Hayal Otel, Feryal ile İsmet’in açılışını yaza yetiştirmeye çalıştıkları on iki odalı bir otel. Otelde her odanın bir adı var: Kaktüs, Ardıç, Begonvil, Kızılağaç,...
- Işıklı Ayakkabılar ~ Ferda İzbudak Akıncı
Işıklı Ayakkabılar
Ferda İzbudak Akıncı
“Nice zamandır içi gidiyor ışıklı ayakkabılara Semih’in. Annesini köşedeki ayakkabıcıya sürüklediyse de değişen bir şey olmadı. Annesi kesin konuşuyordu. Ayakkabıları, yani şimdi giydikleri eskiyinceye...