Da Vinci Şifresi kitabından daha gizemli, daha heyecanlı ve daha fazla merak uyandırıcı…
Robert J. Randisi
DAN BROWN’IN DA VINCI ŞİFRESİ KİTABININ HAYRANLARI PEGASUS SIRRI’NI ÇOK SEVECEKLER.
Birisi bir sırrı ne kadar süre saklayabilir? Peki ya eğer bu sır batı uygarlığının 2000 yıllık temel taşlarını yok edebilecek kadar önemli bir sır ise? Gregg Loomis tarafından yazılan bu kitapta işte böylesine nefes kesici bir olayın peşinden gidilmektedir.
Amerikalı bir avukat olan Lang Reilly’nin kız kardeşi olan Janet Holt Paris’te bir apartman dairesinde öldürülür. Reilly, kız kardeşinin ölümünün bir kaza sonucu olmadığını anlar. Janet öldürülmüştür ve Lang katilin kim olduğunu ve kız kardeşini öldürme nedenini araştırmaya başlar.
Dan Brown hayranlarına sevindirecek bir kitap. Hız sınırlarını aşan bir heyecan. Romanın kahramanı ne tür korkunç bir tehlikede olduğunun farkında olmasa da kız kardeşinin ölüm nedeninin aydınlatmak için karanlık dünyalara, binyıllardır saklanan ölümcül sırlara korkusuzca dalıyor. Nefesinizi tutun, Gregg Loomis’in yeteneği sizi büyüleyecek. Bravo!
Harriet Klausner
Patlamalar sizi korkutmasın! Dahice kurgulanmış, oldukça akıcı, sürükleyici ve heyecan yüklü bir macera romanı.
Fresh Fiction
Bu kitapla göz kamaştırıcı bir başarıya imza atan Gregg Loomis yüksek derecede heyecan içeren bir gizem yaratmış. Bu şöleni kaçırmayın!
Tim Davis New Mystery Reader
Pegasus Sırrı ilk sayfasından başlayıp okuyucuyu maceranın içine çeker ve sürprizlerle dolu bu kovalamacayı okumanın mükem- mel keyfini okuyucuya sunar. Kesinlikle fantastik bir roman. Bize bu keyfi yaşattığın için teşekkürler Gregg Loomis.
Shayne Sawyer, Fresh Fiction
önsöz
RennesLe Çhateau Güneybatı Fransa 1872
Peder Sauniere garip bir şey keşfetmişti. Parşömen rulosu o kadar eskimişti ki, onu sunakta
gizlendiği yerden aldığı zaman, üzerindeki kurdele bağ birden toz olup dağıldı. Hayatında daha önce böyle bir yazı görmemişti Peder, soluk satırlar yazıdan çok kurtçuk izlerini andırıyordu.
Küçük kilisesindeki onarımlar için para harcayacak durumda olmadığı için kendisi bazı şeyler yapmaya çalışıyordu. Tavan akıyordu, cemaatin oturduğu sıralar çok eskiydi, sallanıyorlardı ve çivilenmeleri gerekiyordu ve sunak… Aslında sunak kilisenin kendisinden bile eskiydi.
Rahip kaşlarını çattı ve düz, kalın ve büyük bir taş levhadan ibaret olan sunağa baktı; uzun zamandan beri Kutsal Komünyon ayinlerine hizmet vermiş olan taş levha öyle aşınmıştı ki, üzerinde durduğu iki taş destekten yere düşecekmiş gibi duruyordu. Rahip bir seksen boyunda ve doksan kilo olduğu halde taş levhayı ayaklan üzerinden zor kaldırmış, ayaklardan birinin oyuk olduğunu ve orada bir parşömen rulo olduğunu görmüştü.
Sunağın nerden geldiğini kimse bilmiyordu ama Sauniere “e göre, bu taş levha civardaki şato kalıntılarının birinden getirilmişti buraya. Cemaati çok fakir olan bir kilisenin böyle karmaşık oymaları olan bir sunak satın alması mümkün değildi.
Burası çok eski bir bölgeydi, İspanya’da Katalonya’nın bir parçası olduğu dönemlerde muhtemelen Romalılar, Tapınak Şövalyeleri ve hatta Mağribiler yaşamıştı bu topraklarda. Bu sunak da onlardan birinin kilisesinden gelmiş olabilirdi.
Belki de Catharlann ve Gnostİklerin ibadethanelerinden gelmişti.
Sauniere bu taş parçasının dinsizlerden ya da putperestlerde bile gelmiş olabileceğini düşününce yüzünü buruşturdu. Bu koca taş levhanın nerelerde kullanıldığını ancak Tanrı bilirdi. Sanki birisi gelmiş de böyle düşündüğü için onu kınayacakmış gibi, omzunun üzerinden arkasına baktı.
Kendi kendine maddelerin kötü olamayacağını düşündü. Fakat elindeki yazılı parşömenler onu rahatsız ediyordu, bunlardan kurtulması daha iyi olacaktı. Ama hayır, bunun kararını o veremezdi. Piskoposun ziyaretini beklemeli, bunları ona göstermeli ve karan yetkiliye bırakmalıydı.
Elindeki parşömen parçalarından ona ne kötülük gelebilirdi ki?
Bu sorunun cevabı rahibin akşam ayinini yapması sırasında geldi. Bir katedral kapısına çivilenen bir kâğıt parçası kiliseyi sonsuza kadar mahvetti.
Bölüm Bir
ı
Paris Saat 02:34
Patlama bütün Vosges Meydanını ve Marais bölgesinin büyük bir kısmını sarstı. Meydanın dört kenarında bulunan dokuzar, yani otuz attı ev, dört yüzyıl önce el yapımı tuğlalarla değil de daha zayıf inşaat malzemesiyle yapılmış olsalardı hasar çok daha büyük olurdu Yine de bu binalardan en büyüğü olan ve ikinci katında Victor Hugo’nun yaşadığı eski Hotel de RohanGuemenee’nin bütün camlan kırıldı.
Ama en büyük hasar patlamanın kaynağı olan 26 No. da oldu. Patlamadan on iki dakika sonra ıı’incı bölge itfaiyesi geldiğinde, bu binanın dört katı da cehenneme dönmüştü. Evi ve içinde yaşayanları kurtarmak mümkün olmadı.
Jandarmaların bazıları meydana toplanan kalabalığı kontrol etmeye çalışırken, bazıları da pijamalarla sokağa fırlayan sokak sakinlerini sorguya çekiyordu. Uykuyu pek sevmediği anlaşılan bir adam jandarmaya, televizyonda geçen yılı futbol şampiyonasını izlerken patlamayı, camların kırıldığını duyduğunu ve çok parlak bir ışık gördüğünü anlattı. Pencereye koşmuş ve patlamanın olduğu yere bakarken parıltıdan gözleri kamaşmıştı.
Soruşturma yapan bir polis, bir mahalle sakinine, camın dışarıya doğru atılan bir taşla kırılması ihtimali olup olmadığını sordu.
Sorguya çekilen adam elini yumruk yaparak esneyen ağzına götürdü ve saçma soruyu soran polisin yüzüne baktı. Camın içerden mi yoksa dışardan mı atılan bir şeyle kırıldığını insan o anda nasıl anlayabilirdi ki? Böyle çok saçma bir soruya Fransızlara özel bir tavırla omuz silkti ve “Bilmiyorum,” diyerek başını başka yere çevirdi.
Adam evine gitmek için arkasına dönünce az kalsın elbiseli, orta yaşlı bir adama çarpacaktı. Adam bu saatte bu işadamı kıyafetiyle ne yapıyordu orada acaba? Adamın gömleği kolalıydı ve üzerinde şık bir takım elbise vardı. Polisin yanından ayaları adam tekrar omuz silkti ve evine doğru yürüdü. Patlama acaba TV’ye zarar vermiş miydi?
Jandarma elini kasketine götürerek yeni geleni zoraki bir ifadeyle hafifçe selamladı ve “İyi akşamlar bayım,” dedi. Devlet Güvenlik Teşkilatı (DGSE) şehirde çıkan her yangın mahalline giderek böyle herkesi sorguya çekmezdi aslında.
DGSE memuru yanından geçen adamı hafifçe selamladı ve sonra başını çevirip alevler içindeki eve baktı. Evdeki su boruları bile ateşte erimiş ve eğilmiş, patlamışlardı. Diğer evler simsiyah is içinde kalmışlar, hepsinin camı kırılıp dökülmüştü. Kor haline gelen yerler itfaiyecilerin hortumlarından fışkıran basınçlı sularla birden kömürleşiyor buharlar içinde siyaha dönüşüyordu. Sanki yer yarılmış, ve cehennemin ateşi etrafı alevler içinde bırakmıştı.
DGSE ajanı, bir itfaiyeciye yaklaştı ve “Patlamanın nedeni konusunda bir bilgi var mı?” diye sordu.
İtfaiyeci devlet güvenliği için çalışan insanların basit yangın olaylarıyla ilgilenmediklerinden emindi. Soruyu soran ajana baktı ve “Yok efendim,” diye cevap verdi. “Bakın itfaiye şefi şurada duruyor, bir de ona sorun isterseniz.”
Güvenlik ajanı biraz ilerde yanmaz kıyafeti ve diz boyu çizmeleri içinde adeta kaybolmuş gibi duran kısa boylu adamın yanına gitmeden önce biraz düşündü. İtfaiye şefi adeta babasının elbisesini giymiş oyun oynayan bir çocuğu andırıyordu.
Ajan birkaç saniyelik bir tereddütten sonra şefin yanma giderek kimliğini gösterdi ve “Merhaba Şef, ben DGSE’den Louvere,” diye konuştu. “Patlamanın nedeni konusunda bir bilgi var mı acaba?”
İtfaiye şefi onun bir bürokrat olduğunu anlayınca yorgun bir ifadeyle başını iki yana salladı. “Patlamaya neden olan her neyse, bir hızlandırıcıyla takviye edilmiş gibi görünüyor. Bunun bir kaza eseri olduğunu hiç sanmam.”
Louvere ona hak vererek başım salladı. “İşin içinde eter de olabilir mi dersin. Şef?”
İtfaiye şefi bir şeyler homurdandı. Eter kokain tozunu daha güçlü uyuşturucu bloklarına çevirme işleminde kullanılırdı. Uyuşturucu satıcılarının çoğu bu uçucu madde konusunda pek fazla şey bilmez ya da bilse bile aldırmazdı. Eter yakınlarında ısının dikkatsizce kullanımı korkunç sonuçlara neden olurdu.
Şef eliyle pahalı evleri göstererek, “Bu bölgede olur mu böyle şeyler dersin?” diye sordu. 1615 yılında burada Louis XH’nin evliliğini kutlamak için üç gün boyunca şenlikler ve bir turnuva yapılmıştı. Bu meydanda Kardinal Richelieu ve diğer bazı saygın insanlar yaşamıştı. İnsanlar meydanda yapılan düelloları evlerin Önlerinde bulunan kemerli balkonlardan izlemişlerdi. Başkan de Gaulle 1962’de bu meydanın tarihi ve ulusal bir yer olduğunu söylemişti. Bu meydandaki evlerden herhangi biri boşalsa bile, çok göz önünde olduğu için uyuşturucu laboratuvan olarak kullanılmaya uygun olamazdı.
Ajan Louvere onun eliyle işaret ettiği pembe tuğlayla inşa edilmiş evlere bakarak, “Ben de pek sanmam,” dedi.
İtfaiye şefi, “Peki ama DGSE uyuşturucu işiyle pek uğraşmaz,” diyerek ajana baktı. “Burada seni ilgilendirecek ne olabilir ki?”
“Kişisel bir mesele bu dostum. ABD’deki eski bir arkadaşım burada bulunan kız kardeşine Paris’i gezdirmemi istedi benden. Kız bir okul arkadaşıyla beraber burada, 26 No.lu evde kalıyordu. Onunla tanıştırdığım biri bana telefon etti ve bu patlamadan söz etti. Onun için geldim buraya.”
Şef elinin tersiyle alnındaki terleri sildi ve “Şey, eğer kız orada idiyse… yanan bir cesedin kimliğini ancak birkaç günde ve muhtemelen DNA yoluyla saptayabilirler,” dedi.
Güvenlik ajanının omuzlan düştü, içini çekti ve “Arkadaşıma bunu nasıl haber vereceğim bilmem,” diye mırıldandı.
İtfaiye şefi ona sempatik bir ifadeyle baktı. “Bana kartını bırakırsan raporun bir kopyasını sana hemen yollaurım dostum.”
Teşekkür ederim.” Louvere kısa bir süre önce Paris’in güzel evlerinden biri iken şimdi kor yığınına dönmüş olan eve kederli bir İfadeyle baktı ve sonra ağır adımlarla oradan uzaklaştı. Biraz ilerde, dar bir sokağın kaldırımına yanaşmış bir Peugeot araba onu bekliyordu.
2
Paris, Üç Gün Sonra
Şoför uzanarak arka koltukta uyuyan yolcusunu uyandırdı. Yolcu, taksi şoförünün Charles de Gaulee havaalanından aldığı ve Atlantik uçuşundan sonra yorgun olan çoğu Amerikalı
lardan daha bitkin bir haldeydi. Adamın elbisesi, gömleği İyice buruşmuş, sakalı uzamıştı. Ne kadar yorgun olduğu açtığı gözlerinden belliydi. Uykusuzluk ve yorgunluktan kızarmış gözlerini önüne çevirdi ve şoföre vereceği parayı saydı.
Şoför parayı alıp cebine koydu ve sonra Place de l’Opera’da ne olduğu kolayca anlaşılmayan bir binaya giren yorgun adamın arkasından baktı.
Amerikalı içerde eski asansörün önünden geçerek yıpranmış merdivenden ikinci kata çıktı ve sağa dönüp birkaç adım sonra eski moda bir cam kapının önünde durdu. Yan şeffaf camın kurşun geç irmez olduğunu biliyordu. Başını yavaşça kaldırdı ve bir yerde kamera olduğunu bildiği tavana baktı. Cam kapı sessizce açıldı ve adam küçük bir odaya girerek bu kez bir çelik kapı önüne geldi.
Kapı yanındaki küçük hoparlörden gelen bir kadın sesi, “Evet?” dedi.
Adam İngilizce konuşarak, “Ben Langford Reilly, Patrick Louvere beni bekliyor,” diye cevap verdi.
İkinci kapı da birincisi gibi sessizce açıldı ve Lang Reilly Fransız Güvenlik Teşkilatının birçok bürosundan birine girdi. Onu koyu renk, şık bir İtalyan takımı giymiş, ayakkabıları parlayan bir adam karşıladı. Geçmiş yıllarda Lang ve Davvn, bu kadar şık görünmesi için günde birkaç kez kıyafet değiştiriyordur diyerek Patrick Louvere’e takılırlardı.
Louvere bir av köpeğinin avını izlemesi gibi dikkatle Laııg’a baktı ve sonra aksansız bir İngilizceyle, “Aman Tanrım, Langford!” diye bağırdı. “Görüşmeydi ne kadar oldu? On, on beş yıl? Arkadaşlar bu kadar uzun süre ayrı kalmamalı birbirinden!” Ellerini misafirinin omuzlanna koyarak biraz geri çekildi ve “Bizi aramalıydın, sana bir araba gönderirdik,’ diye devam erti.Lang başını salladı. “Beklememek için bir taksiye atlayıverdim işte.”
Fransız ajan ellerini onun omuzlarından çekerek, “Ne kadar üzgün olduğumu sana…” derken sustu.
“Seni anlıyorum Patrick, ama hemen başlayabilir miyiz dostum?”
Loııvere pek çok vatandaşının kabalık sayacağı bu davranışa aldırmadı. Amerikalılar çoğu zaman böyle aceleci olurlardı. “Elbette arkadaşım,” diyerek döndü ve Lang’ın göremediği birine seslendi. “Kahve lütfen, Paulette. Bu taraftan I.ang.”
Lang uzun bir koridorda onu takip ederken etrafına bakındı. Buraya en son yaklaşık yirmi yıl önce gelmişti, fakat yerdeki yeni ama ucuz halıdan başka hiçbir şey değişmemişti bu büroda.
Patrick Louvere ile olan dostluğunda da bir değişiklik olmadığı için memnundu Lang. Gerçi hükümetleri arasında Irak savaşı da dâhil olmak üzere bazı anlaşmazlıklar oluyordu ama onların arkadaşlığı eskisi gibi devam ediyordu. Patrick, Lang’ın Paris’e gelen ve eski bir okul arkadaşıyla beraber kalan kız kardeşi için elinden geleni yapacağını söylemişti ona. Janet yanında evlatlık edindiği oğlu Jeff İ de getirdiği için, arkadaşıyla alışverişe çıktığı zamanlarda Patrick çocuğu kendi çocuklarıyla vakit geçirmesi için kendi evine götürüyordu. Fakat Patrick’in telefonu Lang’ın dünyasını ikinci kez yıkmıştı.
DGSE ajanı arkadaşını, onun da hatırladığı eski ofisine götürdü ve üzerinde sadece ince bir dosya olan masasının arkasına geçerek oturdu. Onların hemen arkasından odaya giren orta yaşlı bir kadın kahvelerini masaya bıraktı. Lang oraya gelene kadar birkaç litre kahve içmişti ama itiraz edemeyecek kadar yorgundu.
Patrick, kadın gidene kadar konuşma olsun diye, “Demek artık avukatlık yapıyorsun, öyle mi?” diye sordu. “Herhalde büyük Amerikan şirketlerine milyonlarca dolarlık davalar açıyorsundur, değil mi?”
Lang başını iki yana salladı ve “Aslına bakarsan büyük işadamlarının suç davalarını savunuyorum,” diye cevap verdi.
Fransız dudaklarını büzdü. “Büyük işadamlarının suçlarını mı savunuyorsun?” Eski arkadaşından duyduğu sözden pek hoşlanmamış gibiydi.
“Bilirsin işte, işadamlarının işlediği suçlarla uğraşıyorum. Şiddet içermeyen, sahtekârlık, insan dolandırma gibi suçlarla yani,”
“Yani kendilerini savunman için sana iyi para ödeyen adamların davalarını alıyorsun, öyle mi?”
“Evet, tamamen öyle arkadaşını.”
Kadın elindeki tepsiyle birlikte odadan çıkarak kapıyı dışardan kapadı ve Patrick masanın üzerindeki dosyayı arkadaşına doğru itti.
Lang dosyaya baktı ama dokunmadı. “Hâlâ kim olduğunu ve nedenini bilmiyor muyuz?”
Patrick üzgün bir ifadeyle başını iki yana salladı. “Ne yazık ki hayır. Sadece alüminyum, demir oksit ve nitrojen gibi hızlandırıcı izleri bulduk.”
“Termit ha? Tanrını, bu kaçık bir hergelenin hazırladığı bir şey olamaz o halde, askerlerin tankları, zırhlı araçları tahrip etmek için kullandıkları, çok yüksek ısı isteyen bir şey olmalı bu.”
“Binanın neden o kadar kısa zamanda yanıp kül olduğu da gösteriyor bunu,”
Patrick Lang’ı asıl ilgilendiren konuyu açmaya çekiniyordu. Bu haber çok kötü olacaktı. Lang yutkundu ve “Peki içerde ………
“Pegasus Sırrı” için bir yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıPegasus Sırrı
- Sayfa Sayısı400
- YazarGregg Loomis
- ISBN6055943264
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviPegasus / 2009
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Gir Kanıma ~ Barış İnce
Gir Kanıma
Barış İnce
Kan emiciler her yerde! John Ajvide Lindqvist’in uluslararası çoksatanı Gir Kanıma, kadim vampir efsanelerinden günümüz insanının sıkışmışlığına uzanan; kan, vahşet ve kara mizahla yoğrulmuş doğaüstü bir...
- Karain ~ Joseph Conrad
Karain
Joseph Conrad
Karain, Conrad’ın en büyük, en görkemli ve en içsel öyküsü olmayabilir ama yine de Conrad’ın yazını içinde tartışılmaz bir önemi vardır. Conrad, yazdığı deniz,...
- Kağıt Kız ~ Guillaume Musso
Kağıt Kız
Guillaume Musso
Kitapları dünyada 10 milyonun üstünde satılan ve 33 dile çevrilen Fransa’nın en çok satan yazarı Musso’dan soluk soluğa okuyacağınız sıra dışı bir roman… “Fırtınalı...
tam benlik bir kitap…