Aynı zamanda bir müzisyen ve şair olan Michael Lentz, canlı kelimesinin hakkını sonuna kadar veren anlatım gücü ve diliyle bugününün güvensizliği ve süfliliği arasında sıkışıp daralan ruhları anlatıyor, sızılarıyla zenginleşerek…
Nasyonal sosyalizm döneminde Almanya’dan iltica edenler arasında yazarlar, akademisyenler, sanatçılar özel ve ağırlıklı bir öbek oluşturuyordu. Onların yine önemli bir grubu, Amerika’nın Pasifik kıyılarına sığındı. Pasifik Sürgünleri, onların bu mülteci hayatını canlandırıyor.
Pireneler’i aşıp gelmiş Franz Werfel, ölen yardımcısına yanan Bertolt Brecht, zihninde Thomas Mann’la pelikanlar üzerine tartışan Lion Feuchtwanger, gazetecilerle cebelleşen Thomas Mann, karısını kaybetmenin mahzunluğu içindeki Heinrich Mann, berjer koltuğuna adeta abayı yakmış besteci Arnold Schönberg…
“Naziler’den kaçan büyük Alman yazar ve sanatçıların sürgündeki iç dünyaları…”
Edo Reents
İçindekiler
Göç……………………………………………………………………………………………………………………………………………….11
I.
Haber………………………………………………………………………………………………………………………………………….15
Küçük Bir Kapı……………………………………………………………………………………………………………….37
Berlin, Nizza.Bir Anlatı…………………………………………………………………………………………55
Dünya Daralıyor……………………………………………………………………………………………………………85
Deniz Yolculuğu………………………………………………………………………………………………………….103
Yardımcım M.S.’nin Ölümünden Sonra…………………………………………139
II.
Ben, Hayatta Kalan………………………………………………………………………………………………….153
Dünya Sizden Duymak İstiyor……………………………………………………………………163
Kalıntı……………………………………………………………………………………………………………………………………..177
Fakat Her An Ölüm Kalım Meselesi Olmalıydı………………………215
Düşman Yabancı…………………………………………………………………………………………………………255
Dümenden Bir Katman Toprak Ana…………………………………………………..263
Benim Deli Gibi Çarpan Yüreğim………………………………………………………….267
Ama Bu Bir Simgeydi……………………………………………………………………………………………277
Fazla Endişeleniyorsun…………………………………………………………………………………………287
III.
İnsan Gitti………………………………………………………………………………………………………………………….299
Biz Sadece Dümdüz Yaşıyoruz…………………………………………………………………….309
İki Dilde Susmak………………………………………………………………………………………………………..335
Öteki Oda…………………………………………………………………………………………………………………………..345
Pelikanlar……………………………………………………………………………………………………………………………..385
Arılar…………………………………………………………………………………………………………………………………………401
Göç
Arılar gitti. Kovanlar boş duruyor. Bütün ülkede. Hiç iz bırakmadan. Koca bir halk çöküyor. Ölmek için uçup gittiler. Ama Tanrının rızası olmadan yuvadan uçup gidemez ki arılar, buna rağmen uçup gidiyorlar. Tanrı onlara müsaade etti mi peki? Kovanda hiç ölü yok.
Sadece bal, sadece açlıktan can çekişen genç arılar. Kovan hâlâ yerli yerinde, baksan hâlâ hiç değişmemiş dersin. Oysa kalp yok. Arıların, bal kuşçuklarının ve çiçek seferlerinin şarkısı söylendi bitti. Arılar hangi canları yanlarına alıp götürdüler, artık otların şurasında burasında dolanmayan hangi canları? Artık çayırda bol bol yiyip içemeyecekler, kar topraktan kalktı mı da ülke tamamen sessizleşecek.
Arılar nereden geldiler? Kurban edilmiş boğadan geldiler. Kalabalığın tahrik ettiği boğa ortalığı kasıp kavurunca ölümüne dövülmüştü. Tek bir kan damlası bile akmamalıydı. Kadavranın akla gelebilecek bütün delikleri kapatıldı. Erişilmez bir evde üç hafta boyunca öyle kan sızdırmaz bir şekilde tutuldu. Sonra çürümeye yüz tutan boğa temiz havanın insafına bırakıldı. Tanrının kuşçukları, arılar türediler ve hemen büyük bir oğul verdiler. Karadeniz Sürgünü şöyle yazdı: “Boğanın ruhu, o kadar çok bitki yedi diye, ceza olarak sayısız arı ruhuna geçti, ki onların bedenleri hiç incitmeden kucaklar bitkileri.” Ama bu büyük bir ceza mı? Arıları daha büyük bir ceza bekliyor. Artık evin yolunu bulamıyorlar. Ve kraliçe boğanın beyninden türüyor, ötekiler etinden. Kara bir boğa var, adı Apis, güneşin yaşayan simgesi, dünya ve ölüler diyarı gibi kara. Ve Apis arı demek.
Artık arılar gitti. Arı kovanı ıpıssız, arıların uçuşması mazide kaldı. Güneş batıyor, bir daha da doğmuyor. Çünkü ölüler diyarında ışık saçıyor.
Arılar ve çayır – bu ikisi cenetten gelme, çayır terk edildi. Bir arı öldüren şeytani bir günah işler. Ama balarıları uçup giderek cinayetin önüne geçtiler. Kovanlarının yıkılışı devam ediyor, ama yaşlıların uzak duruşundan başka bunu gösteren hiçbir işaret yok, onlar sürekli uzak duruyorlar.
Apansız olan bir şey değil bu. Arılar dünyadan yok olursa, o vakit insanın dört yıllık ömrü kalmış demektir.
Balarısı oğulu yoksa, arı dansı yoksa, her şeyi dengede tutan nektar kaynakları da kurur. Arılar yoksa, çiçek tozlarıyla döllenme de yoktur, bitkiler yoksa elma da yoktur, armut da, şeftali de, böğürtlen de, balkabağı da, badem ağacı da, karpuz kaybolursa, biber de kaybolur.
Arı kovanları ıpıssız, yağmacılar gecikiyorlar.
I.
Haber
Eksi otuz üç derece. Rekor soğuk. Arkadan çarpma kazalarında sayısız ölü. Yolu bir kayak iniş pistiyle karıştırmışlar herhalde. Kar mı küresem yoksa çay mı içsem? Her ikisi için de zaman yok. Yani dünden daha erken çıkacaksın. Boynunu kırma da. Bu arada kar o kadar çok yükseldi, o kadar dağ gibi yığıldı, o kadar arşa vurdu, şimdi o kadar yükseklere savruldu ki, artık oralara hiçbir taşıt ulaşamıyor, hiçbir tırmanma aracı. Burada doğal felaketlerin borusu ötüyor. İnsanın bu cümleyi avaz avaz bağırası geliyor. Dağın zirvesine ihtiyat ve sabırla tırmanıp, sonra yukarda doğaya karşı haykırası: “Burada doğal felaketlerin borusu ötüyor.” Ağızdan çok şiddetli çıkmalı bu, sesin kırıntısını bile heba etmemelisin, hele doğaya karşı hiç, bu cümle tamamen akciğerden gelmeli, akciğerler hırlamalı, yerinden sökülecek gibi olmalı, sesin neredeyse hepten kısılıyor, ses tellerin kopuyor, dilsizsin artık. Neden ağzın bir karış açık, diye soruyorsun kendi kendine. Neden öyle ağzın bir karış açık duruyorsun ki orada, tek bir kelime etmeden, mezar gibi. Ağzının etrafında bir hava akımı esiyor, ısırıcı bir rüzgâr, buzu beraberinde getiriyor bu rüzgâr, dondurucu soğuğu. Kulakların acıyor. Rüzgâra karşı çevirdiğinde duyacakları hiçbir şey yok. İşitme hunisinin filtresinden hiçbir ses geçmiyor. Sessizliğe talimli onlar, girdap gibi dönen çınlama, herkesin bildiği delice akan ırmak, kuru moloz. Kulaklarında başka ne vardı buraya geldiğinde? Hangi niyetler, hangi iyi düşünce? Bildirebileceğin hiçbir şey olmayacak, deneyim kazandım diyebileceğin hiçbir şey olmayacak. Şafak vakti tez adımlarla yukarı çıkıyorsun, güneş yüzünü göstermedi henüz, eh zaman kazandın işte, öyle ya kafana ter damlalarının akmasını önleyen bir alınlık takmak istemiyorsun, ter gözleri yakar, mecburen gözlerini kırpıştırırsın, hop bir de bakmışsın tökezlemişsin, al işte yanlış adım, ter gözüne aktı diye, bastığın yere doğru dürüst bakmadın, dikkat etmedin, alnını aşağıya eğ, alınlık mı, yok kalsın, asıl o vakit şıpır şıpır terlersin, saat dokuzda bir güneş çarpıyor seni, acaba geri mi dönsem diye inliyorsun, dönmek mi, daha şimdiden mi? Hayır canım, olur mu hiç öyle şey, gölgeye döneriz, dağa arka taraftan çıkarız, gölgelerin oturduğu, hiç kimsenin bakmadığı arka taraftan. Bu zirveye ancak bir kürekle hücum edersin. Kar insan elinden çıkma değil. Ama insan onu yenmek zorunda. Yavaşça donmuş bir ağız. Rüzgâr kulağını sıyırıyor, ağzına doluyor. Ağzının içine kurşun gibi giriyor. Peki bu giren buz değil mi? Şimdi yukarı çıkarım. Yaparım. Ederim. Tam vaktinde varırım. Bunlar atmasyon. Kar sessiz, usul usul sokuluyor. Öyle ya kar neredeyse cici diye bilinir, huzurlu, iyi yürekli. Sırf hakkında söylenenler yeter de artar bile. Beyazdır. Lapa lapadır. Serpiştirir. Gökten gelir. Yerden yağar, denmez nitekim. Kar insanı teskin eder. Derin düşüncelere sevk eder. Ha bir de kardan adam. Bahçede bir kardan adam durdu mu, artık hiçbir işin ters gitmez. Sonra kardan adamın bir de kırmızı havuç burnu vardır. Baba neden öldü? Bu sıkça kardan adamla açıklanır. Kar erir. Kardan adam iki büklüm olur. Yana devrilir. Baba. Kardan adam senin en iyi arkadaşındı. Söyle ona, gelecek yıl gene gelsin, söz veriyor musun bana? Yolculuğu nereye ki? Neden öyle olduğu gibi kalamazmış? E peki burnunu niye götürmedi? Ya şuradaki kestaneler, onların ne işi var orada? Ben bir şey görmüyorum. Orada bir şapka duruyor o halde. Şarkının adı ne? Kılavuz gemiyi terk ediyor.1 Kar.
Öyle sessiz geliyor ki, aman aman, Tanrı düşmanımın başına bile vermesin. Bir karın önüne geçildiği vaki değil. Paşa gönlü ne zaman isterse, o zaman gelir, canı ne zaman isterse, o zaman gider. İnsan ah gel artık diye özlemini çekerse, gelmez. Geldi mi de kalmak istemez. Kaldı mı, anında tekrar yitip gitmekle tehdit eder. Büsbütün yitip gitmez, çok geçmeden teni dökülmeye başlar. İnsanlar ayakkabılarıyla bir aşağı bir yukarı dolandıklarında, her yerde pislik peyda olur. Sütbeyaz karın üzerinde taban teperiz, bir de bakmışsın bu kar simsiyah olmuş. Kar dokunulmaz. Kar o kadar aynı ki, hani hiçbir yere gitmesek yeridir. Oturun oturduğunuz yerde, der kar. Bu karın üzerinde yürünmüş olması utanç verici bir şey. Böyle üzerinde yürünmüş kar artık tamir edilemez. Ama bir kürekle yanlış adımların üstü örtülebilir, buradan şuraya bir kürek kar nakli yapıp yaranın üstünü kapatırsın, fakat yaranın üstü kapatılmaz, sadece örtbas edilir. Sebatla hep ileriye doğru yürümemiz, her adımdan sonra geri dönüp tekrar ardımızda bıraktığımız izin üstünü örtmemiz gerekirdi. Bu yöntemle şurdan şuraya gidemezdik. Ya ileriye doğru gidişi hiç ara vermeksizin sürdürmemiz ve her adımla bir adım daha evden uzaklaşmamız ya da hemen dönüp geri geri giderek izleri yok etmemiz gerekirdi. Bundan çıkan tek sonuç şu olmalı, evden hiç çıkmayacaksın. Ayakkabıların kirlettiği bir kar çok üzücü. Bu hislerle olsa olsa ilkbaharı iple çekersin, çiçek kokularını, yazın uçuculuğunu.
Derken yeni kar yağıyor. Sonraki yeni karın rahmeti. Mutfağın solgun ışığı canlı bir görünüm kazanıyor, berrak bir düşünce beliriyor aklında, elinde olmadan kendi etrafında dönüyorsun, yeni kar seni iyice sarıp sarmalıyor. Karda el yazın. Istampa. İşte bir tavşan koştu, şu iz besbelli bir tilkiye ait, bu mesafeleri bir kedi ardında bıraktı. Gözlerin acıyor. Karın ışığı gözleri yakıyor. Gözlüksüz mutlaka insanı kör eder bu ışık. Her kim karı dayanılır kılan bir gözlük takarsa, o gözlüğü tekrar tekrar çıkarır. Sonuçta herkes karın gerçekte nasıl olduğunu görmek ister. Gözlük gözlere kahverengi bir filtre dağladı, şimdilik başınızdan atamadığınız bir filtre. Yani gözlüğü tekrar takıyorsun, artık karın gerçekten nasıl bir şeye benzediğini onun içinden geçerek görüyorsun. Sonra gözlüğü gene çıkarıyorsun. Birkaç dakika gözlerini kapalı tutun mu, kahverengi ton sıvışıp gidiyor. Gözden çözülüyor. Havada süzülüyor. Şimdi şeyler görülebilir hale geliyor. Şeyler şimdi küçük bir mekâna sıkıştı. Bir görünüp bir kayboluyorlar. Bu bebek odasına asılan tavan süsleri. Görünmez iplikler. Bir yukarda duruyor, bir aşağıya sarkıyor. Derken öfke. Titreyen dallar paramparça. Çarpık facia. Her yerde tavan süsü görüyorsun. Hep gözünün önünde dans eden tavan süsleri. Gözlerini açtın mı, dünya araya giriyor. Bu dünyaya hiç de ihtiyacın yokmuş. Bu parçalanmış tavan süsü neyine yetmiyor? Gözünün önünde sadece bu tavan süsü olan biri her şeyi önceden tahmin edemez mi, yaşamını sadece bu tavan süsünü incelemekle geçirmez mi, her kımıltıyı, her duruşu, bu ona yetmez hale gelince de çok geçmeden tavan süsüne bakarak dünya hakkında hüküm vermeyi öğrenmez mi? Bu insan hep aynı odada oturur, pencereler açılır, pencereler kapanır, odaya ışık seli akar, nefes alıp vermek için yeterince hava vardır, tavan süsünün parçaları yeterince belirsizdir, içinde kâh bir insan kâh bir hayvan görülür, mevsimleri tavan süsü belirler, kavga ve barış vardır, tavan süsü kımıldar, tavan süsü kıpırdamaz, bu insan dünya hakkında hüküm veremezdi, nasıl versin, dünyayı hiç görmemişti ki, çok geçmeden bu dünyada olup bitenler konusunda görüşüne başvurulduğunda dünyanın bir tavan süsü olduğunu söyler, odada hiç ses çıkarmadan hafifçe salınan bir tavan süsü, tavan süsü sorular sormaz, dışarıya bir bakış fırlatmayan, hep kâh salıncak gibi sallanan kâh duran çocuk oyuncağına bakan bu insan yanıtlardan bıkmıştır.
Şimdi akşamleyin öten karatavuk tünemiş bir dala, şimdi oradaki şeyi, yağmur oluğuna sıkışmış olan cevizi almak isteyenlerse leş kargaları, hani şu ağaçların kovuklarında oturan karga çetesi. Yorulmak nedir bilmez bir takırtıyla işleyen bir dikiş makinesi, bu dans eden gagalar. Onları iyice azdırıyor, şu ceviz. Ama şu şeyin orada öyle sıkışıp kalması mı lazım? Yaprak tutucunun içinde asılı duruyor. Sıra sıra gaga ustaları aşağıya kayıyor. Ceviz ön cephesini gösteriyor. Bıngıldağa bir darbe işi hallederdi. Ceviz kendi isteğiyle karşı koyuyor değil ya. Ce…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Deneme
- Kitap AdıPasifik Sürgünleri
- Sayfa Sayısı411
- YazarMichael Lentz
- ISBN9789750526466
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2019
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kendim ve Ötekiler ~ Carlos Fuentes
Kendim ve Ötekiler
Carlos Fuentes
- Gene Yalnızlık – Seçme Denemeler ~ Nurullah Ataç
Gene Yalnızlık – Seçme Denemeler
Nurullah Ataç
“Gene Yalnızlık – Seçme Denemeler” Gene Yalnızlık Türk Şiirinin ve öyküsünün önemli adlarının seçme eserlerini gençlerle buluşturan Doğan Kardeş Dizisi, iki yeni kitapla deneme...
- Yaban Oynaşması ~ Yukio Mişima
Yaban Oynaşması
Yukio Mişima
Bu fotoğrafın, o içler acısı olaydan birkaç gün önce çekildiğini düşünmek mümkün değil. Üçünün de yüzünde huzur ve neşe var. Birbirine inanan insanların yüzleri...