“Artık parmak uçlarınla görmeyi öğrenmen lazım.”
Görmek için bir çift göz yeter mi? Gördüğünün farkına varabilmek, onu her şeyiyle hissedebilmek için gözler bazen yetmeyebilir insana. Öyle ki, hayata görmeyi bilmeyen gözlerle bakmaktansa, görmeyi bilen bir yüreğin penceresinden bakmak çok daha anlamlı gelebilir bazılarına…
Işık, Mert ve Doğan… Farklı kültürlerden gelen, bambaşka karakterlere sahip, ruhları ayazda kalmış üç genç. Normal koşullarda yolları kolay kolay kesişmeyecek bu gençlerin hayatlarını birleştiren en önemli şey ise yaşadıkları ortak deneyimler ve kalplerini dolduran sevgi.
Doğan, doğuştan görme engelli. Görmenin ne demek olduğunu bilmemesine rağmen, diğer duyuları sayesinde dünyayı birçok insandan çok daha iyi görme becerisine sahip bir delikanlı. Mert ise geçirdiği bir hastalık yüzünden gözlerini kaybedip daha önce hiç bilmediği bir yaşamla baş başa kalmış çekingen bir genç. Büyüme sancıları ile boğuşan Işık’sa kendisiyle o kadar meşgul ki dünyaya kör gözlerle bakmaktan kendini bir türlü alıkoyamıyor…
Gözleri hayatın renklerinden ve güzelliklerinden mahrum kalmış bu gençlerin içlerini aydınlatacak, onlara yaşama sevinci verip yaralarını umutla sarmalarına yardımcı olacak en önemli güçse dostluklarının yeşerttiği koşulsuz sevgi. Birbirlerinin hayatlarına dokunarak yitirdikleri özgüvenlerini geri kazanma inancını bulacak bu üç arkadaş için hayat küçük mucizelerle dolu. Yeter ki keşfetmesini bilsin insan…
İlk kitabı daha 16 yaşındayken yayımlanan genç yazar Seran Demiral’ın sorun odaklı yeni romanı Parmak Uçları, okurlarını, pek düşünme gereği duymadıkları gerçeklerle yüzleşecekleri karanlık sularda yüzdürürken, engellilerin yaşantısı hakkında farkındalık kazandıracak ilginç deneyimler yaşatıyor.
1
EVDE
Işık gözlerini açtı. Günlerden pazardı ve erken uyanmıştı. Okula gitmek için erken uyanıyor olmasına, vücudu alışmıştı demek ki. Artık annesi odasına girip “Hâlâ yatağında mısın sen?” diye söylenmeye başlamadan gözleri açılıveriyordu. Daha beteri, gözünü güneşin rahatsız edici ışığıyla açmış olmasıydı. Böyle zamanlarda isminden nefret ediyordu Işık. Çünkü bazen, güneş ışığı son derece rahatsız edebiliyordu insanı. Gerçi bu sabah güneş ışığına gıcık olan kız, hemen her şeyden nefret eder haldeydi. En yakın arkadaşıyla arası bozuktu, ikinci sınavlarda yükseltmesi gereken notlarını düşürmüştü ve hepsinden kötüsü, hoşlandığı çocuk varlığının farkında bile değildi. ‘Kör olmalı bence!’ diye düşündü. Bunu dilediğine pişman olacağını bilmiyordu o sırada… Daha doğrusu bunu bir dilek olarak söylememişti; ancak söylediği her şeye dikkat etmesi gerektiğini öğreneceği sıralarda, bu cümlesinin de bir dilek olabileceğini düşünecekti.
Asık suratıyla yatağında oturmaya devam ediyordu ve henüz yorganı üzerinden atamamıştı. Zaten yataktan kalkmanın en berbat yanı da yorganın sıcaklığından ayrılmak zorunda kalmasıydı insanın. Halbuki yorganın altında ne güzeldi her şey. Hele uykuya geçerken… Işık hayaller kurardı uykuya geçtiği sırada. Görmek istediği rüyayı kendisi yaratmaya başlardı. Genellikle de hayalini kurduğu evren, rüyasının gerçeği oluverirdi.
Düş gücünün en azından geceleri işe yaradığına seviniyordu. Çünkü ne yazık ki, gündüz olunca hayalinden geçen hiçbir şey gerçeğe dönüşmüyordu. Annesi hiçbir zaman yanına gelmiyordu mesela… “Günaydın Işık, yüzünü yıka da sofraya gel.” Işık cevap bile vermeden banyoya yöneldi. Sabah yataktan kalktıktan sonra yüzünü yıkaması gerektiğini biliyordu artık. Kendisine hâlâ küçük bir çocuk gibi davranılmasından bıkmıştı. Kardelen’in yaşında bir bebeydi sanki! Kardelen, dokuz yaşındaki kardeşiydi ve Işık’a kalırsa aptalın tekiydi. Işık, pek çok başka şey gibi kardeşinden de nefret ediyor; daha fenası, onu kardeşi olarak görmüyordu. Külkedisi masalının kötü kız kardeş karakteriydi ona göre Kardelen… Zavallı kızcağızın kötü bir şey yaptığı yoktu; ancak Işık onun içindeki kötü ruhlu cadının er ya da geç ortaya çıkacağından emindi niyeyse. O güne kadar önlemini almalı, başa çıkılması kolay olmadığını göstermeliydi. Banyoya girmişti. Aynadaki suratsız haline bakıyordu. Çirkin olduğunu düşündü. Çirkin ve sivilceli… Sadece sivilce olsa neyse, siyah noktaları da vardı! Bu, suratında çıkan türlü ‘yaratık’ için çeşitli kremler kullanıyordu; fakat hiçbirinin kendisini terk etmeye niyeti yok gibiydi. O da kimyasalların başaramadığını bizzat tırnaklarıyla başarmaya kalkışıyordu işte; tıpkı şimdi yaptığı gibi… Gözüne kestirdiği bir yerden başlayıp, tek tek sıkıyordu siyah noktalarını. Başarıya ulaşsa da, ulaşmasa da kesin olan tek bir şey vardı: Sıktığı her noktada iz bırakıyordu! Böylece siyah noktalarından kurtulsa da çirkinliğinden kurtulamıyordu.
Yüzü her zaman yara bere içindeydi. Her gün olduğu kadar kötü başlayan sabaha sıkıcı ebeveyn muhabbetleriyle devam edecekti ne yazık ki. Babası yediğine içtiğine karışmaya başlamıştı bile; hatta yemediğine içmediğine: “Kaç çeşit peynir var sofrada, hiçbirinin tadına bile bakmıyorsun. Senin bu yaptığın nankörlükten başka bir şey değil!” “Sev-mi-yo-rum.” “Ne demek sevmiyorum! Onları satın almak için nasıl çalıştığımı biliyor musun sen, küçük hanım! Sevmemek diye bir şey yok, önüne koyulan her şeyi yemen lazım.”
Yelda da babasına arka çıkmakta gecikmiyordu: “Bak, farklı çeşitlerde senin için alıyoruz zaten. Birini beğenmezsen, bir başkasını beğeneceksin elbet. Fakat sen inat ediyorsun. Tadına baksan hoşuna gidecek belki.” Işık hiçbir şey söylemedi. Sadece kısa bir an kafasını kaldırmadan gözleriyle yukarı doğru, ters ters baktı Yelda’ya. Onunla aynı evde yaşamanın verdiği ıstırap yetmiyordu sanki de; bir de böyle dır dır konuşuyordu. Işık bu dünyada en çok nefret ettiği şeyin Yelda’nın ses tonu olduğunu düşündü. Onun konuşmasına, mimiklerine, en çok da ses tonuna gıcık oluyordu. Her geçen gün annesinin yerine gelen bu kadına da, kızı olacak o Kardelen’e de daha tahammül edemez hale geliyordu. Bir an evvel çekip gitmeliydi bu evden.
Büyümek istemesinin tek nedeni buydu. Bir an evvel okuldan kurtulmalıydı. Zaten üniversiteyi kesinlikle başka bir şehirde okuyacaktı. Kararını vermişti. Bu evde daha fazla kalmak istemiyordu. Peynir yemesi için zorlanmayacağı, küçük bir velet muamelesi görmeyeceği, her yaptığı veya yapmadığı şey için eleştirilmeyeceği bir yere ihtiyacı vardı. Başka zaman olsa, kahvaltıdan sonra fırlar Nazlı’nın yanında alırdı soluğu. Nazlı, en yakın arkadaşıydı. Yani eskiden öyleydi. Onunla da bir daha konuşmayı dahi düşünmüyordu. Şu anda nefret ettiklerinin bir listesini yapsa, Nazlı ilk beşe girebilirdi. Tabii liste sadece insanlardan oluşuyorsa… İnsanlar yerine, insanlar ve şeyler listesi yaparsa, ilk yirmiyi zorlardı. Çünkü güneş ışığından, tırnak makasına kadar her şey, ‘şey’ kategorisine giriyordu. Saymakla bitiremezdi. Evden dışarı çıkmak için kahvaltıyı değil de babasının çıkmasını bekliyordu Işık. Babası Sabri Bey, her gün çalışırdı. Fabrika işçisiydi, cumartesileri de çalışıyordu. Pazar günleriyse kendine birtakım ek işler bulur, evden çıkar giderdi. Babasının tam olarak ne yaptığını, hele pazar günleri nerede olduğunu hiç bilmezdi; fakat evden kaçtığı için akıllılık ettiğini düşünürdü. Onun, üç kuruşun hesabını yaparak ne denli ağır işlerde çalıştığı konusu, aklının ucundan dahi geçmezdi. Aklına gelse de çok umursamazdı herhalde; yüzünde çıkan siyah noktalardan daha can sıkıcı olamazdı geçim derdi denilen şey. Bu yaşta bunları kafasına takacak değildi. Babası evden çıkar çıkmaz odasına attı kendini Işık. Üzerini değiştirecekti. Nereye gittiğinin bir önemi yoktu. Her hâlükârda şık olmalıydı. Kendisine Işık yerine “Şık” dense, çok daha hoşuna giderdi.
Güzel görünmeye gitgide daha önem verir olmuştu. Artık kesinlikle eşofmanla dışarı çıkmıyordu mesela. Hatta Yelda cadalozuna çaktırmadan, hafif bir makyaj yapmayı da ihmal etmiyordu. Yelda Hanım fark ettiği an başlardı çünkü dır dır konuşmaya: “Bu kimyasalların cildine ne kadar zarar verdiğini tahmin bile edemezsin. Hem çoğu kozmetik ürününü hayvanlar üzerinde deniyorlar ve ne kadar çok hayvanın katline yol açıyorlar, bilsen! Ah Işık, hiçbir şeyin farkında değilsin. Ne kadar duyarsızsın!” Her şeyi sineye çekerdi de bu ‘duyarsız’ kelimesine katlanamazdı işte. Avazı çıktığı kadar bağırmaya başlardı: “Asıl duyarsız olan sensin! Babamla evlenmen bile duyarsızlık! Üzerine bir de çocuk yapmış olman hele! Eğer duyarsız, düşüncesiz birileri varsa, onlar tam olarak siz ikinizsiniz işte!
Ama merak etmeyin… Çok az kaldı, birkaç sene sonra bu evden defolup gitmiş olacağım. O zaman rahat edersiniz!” Yelda Hanım böyle zamanlarda ne yapacağını bilemezdi. Elinden geldiğince iyi davrandığını düşünüyordu üvey kızına. Hatta onu üvey olarak görmüyor, Kardelen’den ayırmıyordu da. Tek umudu bu dönemlerin geçici olmasıydı. Işık büyüyordu, bu yaşlarda onun yanında olmalıydı. Ne söylerse söylesin, gençlik heyecanından oluyordu bunlar, geçecekti… Tabii bu düşüncelerini de kendisine saklıyordu. Muhtemelen yüksek sesle dile getirse, Işık bunlara da isyan ederdi. Işık hazırdı. Lacivert kısa bir elbise giymişti; uygun renkte sürdüğü göz kalemiyle hiç de fena gözükmüyordu. Saçlarına bir şey yapamamıştı, ama olsun. Bugünlük böyle idare ederdi. Nasıl olsa Mert’i görmeyecekti. Hoş, Mert’in kendisini gördüğü yoktu ya… Bu düşünce bir anda yerine gelen keyfini kaçırıverdi. Zaten bu evde ne kadar keyfi olurdu ki insanın! Yelda önünü kesmişti bile.
“Işık, kızım, karışmayayım diyorum ama…”
“Karışma o zaman!”
“Ama yavrum…”
“Yavrun falan değilim senin, önümden çekilirsen, dışarı
çıkacağım.”
“Nere…”
Kadıncağız cümlesini bitirmeden Işık çıkmıştı bile. Kapıyı çarpıp apartman boşluğunda yalnız kaldığında bir an duraksadı. Çok mu asabileşmişti? Kafasına taktığı her şeyin hırsını Yelda’dan mı çıkarıyordu? Neyse ne! Kendisine annelik etmeye çalışarak, o bunların hepsini hak etmişti zaten! Işık kendinden emin adımlarla merdivenleri inmeye başladı.
2
SOKAKTA
Kaldırımda yürümekte olan Doğan, kendisini görmüyordu. Karşısında bir ayna olmadığı için değil. O kendisini şimdiye kadar hiç görmemiş olan biriydi. Gözleri ne renk, saçları nasıl… Nasıl birine benzediği hakkında en ufak bir fikri yoktu. Ağabeyi Deniz ve kız kardeşi Duru’yu da hiç görmemişti. Annesi ve babasını da öyle… Kendi varlığının ne kadar farkındaysa, ailesinin varlığının da o kadar farkındaydı. Onların varlığını da tıpkı kendi varlığı gibi, görmüyor da biliyordu. Seslerini duyuyor, dokunuyordu onlara. Ağabeyine sesini yükseltiyordu bazen; sinirlendiğinde kız kardeşinin saçını çektiği oluyordu. Duru’nun çekilecek uzunluktaki saçı ile kendi kısa saçını kıyaslayabiliyordu böylece. Önemli bir şey miydi bilmiyordu ama hiç saç görmemişti. Kendi saçlarının kahverengi, gözlerinin ela olduğunu biliyordu. Kahverenginin sıcak ve hoş olduğunu düşünüyordu Doğan; çünkü kahve sıcak bir içecekti.
Saçlarındaki rengin kahvenin acı tadından nasibini almadığını düşünmekteydi ama. Renklerin tadı olmazdı herhalde. Ela ise nazik bir renk olmalıydı, içinde geçen ‘la’ hecesindeki incelik ona bunu hissettiriyordu en azından.
***
Kaldırımda yürümekte olan Işık, karşısından gelen çocuğa pürdikkat bakıyordu. Elindeki beyaz renkli baston ilgisini çekmişti. Daha evvel görme engelli insanlar gördüğü için bu bastonun ne işe yaradığını biliyordu. Fakat ilk defa kendi yaşlarında bir çocuğun böyle bir bastonla sokakta dolaştığını görüyordu. Garipsemişti. Kendisine doğru ilerlemekte olan çocuğa adım adım yaklaştıkça bir çeşit heyecan duymaya başladı. Kalp atışları hızlandı, avuçlarının içi terledi…
Hatta neredeyse karnı sancılanıyordu. Sanki bir sınava girecek veya öğretmenlerinden birine suçlu olduğu bir konu ile ilgili açıklamayı yapacaktı. Kendisini bu gözü görmeyen çocukla dünyada bir başına kalmış gibi hissediyordu. Bir yandan onun kendisine ihtiyacı olabileceğini düşünüp gözlerini hareketlerinden ayırmıyordu; bir yandan ise ona duyduğu ‘acıma’ hissi nedeniyle kendisini kötü hissediyordu. Ne vardı ki yani bunda?
Gözü görmeyen kendisi de olabilirdi. Hem eğer bu çocuk şimdiye kadar hiçbir şey görmediyse, görmenin ne anlama geldiğini bilemezdi ki. Dolayısıyla eksikliğini de bilmezdi. Öyleyse acınacak hiçbir yanı yoktu halinin. Yardıma da ihtiyacı yoktu demek ki! Işık yolunu değiştirmeye karar verdi. Karşıdan karşıya geçmek üzere sağ yanına doğru dönmesiyle birlikte duyduğu mekanik ses, yerinden sıçramasına neden oldu. Korkusunu sesli bir ünlemle de dışa vurmuş olmalıydı ki, kendisine yaklaşmakta olan bastonlu gencin sesini duydu: “Özür dilerim hanımefendi, korkuttum sanırım.” Işık, bu genç ‘beyefendi’nin fazla nazik tavrı karşısında kıkırdamaya başladı. Doğan, bir noktaya kilitlenmiş gözlerinin aksine, tam da Işık’ın sesinin geldiği noktaya uzatmış olduğu başıyla şaşkınca bakıyordu. Gerçekten şaşkınlığı mimiklerine yansımış gibiydi.
Şimdiye kadar hiç mimik görmemiş birisi dahi, böyle şaşırtıcı durumlarda ifadesini yüzüne yansıtabiliyordu. Işık da şaşırılacak insandı doğrusu. “Neden gülüyorsunuz acaba?” “Çünkü böyle sizli bizli konuşman çok komik! Biz aynı yaştayız. Tabii sen beni görmüyorsun.” Son cümlesine kadar kıkırdamaya devam eden Işık, bir anda söylediği cümlenin ayırdına varıp duraksadı. Kıkırdayan ifadesinin yerini bir mahcubiyet almıştı. “Şeey…” diyebildi sadece. Doğan ise hiç oralı olmadı. Gayet kendinden emin bir şekilde verdi cevabını: “Sesinden değilse de boyunun kısalığından anlamalıydım tabii.” Hemen hemen aynı boyda olmalarına rağmen, Işık deliye dönmüştü. Kafasının içinde babasının sözleri yankılanıyordu: ‘Sen daha süt içme, peynir yeme bakalım. Boyum niye uzamıyor dersin sonra.’ Tabii ki hayalindeki Sabri Bey’e Yelda Hanım’ın sesi de eşlik etmekte gecikmiyordu: ‘Kendini erkek arkadaşlarınla bir tutma, onlar bir anda boylanırlar. Ama sen? Senin gelişimin yavaşça ilerler ve bir anda kesiliverir.
Kafasındaki sesler, karşısındaki çocuğun ona gülümsemesi… Aslında iyi niyetli olan gülümsemeyi de alaycı bir gülümseme olarak algılamasıyla beraber iyice sinirlenen Işık, Doğan’ın kendisini görebildiğini ve alay ettiğini düşündü bir anda. Yoksa boyunun uzunluğunu kısalığını nereden bilecekti ki? “Sen beni görüyorsun aslında değil mi? Yani tam olarak seçemesen de, bir karaltı olarak mesela…” Doğan bir anda ciddileşti. Bu sırada Işık’ı korkudan sıçratmış olan mekanik ses yeniden duyuldu. Bu defa kimse sese bir tepki vermedi
. Doğan da, Işık da konuşmadılar. Işık karşısındakinin sessizliğinden, sorusuna cevabı almış gibiydi. Bu çocuk hayatı boyunca hiçbir şey görmemişti. Tam da düşündüğü gibi… Onun başka bir dünyası olmalıydı. Işık ne demesi, ne yapması gerektiğini bilemediği zamanlarda bir şey bulur ve konuyu değiştiriverirdi. Yine bulmuştu işte; o mekanik ses neydi? “Bir çeşit yönlendirme cihazı bu. Arabalarda kullanılan navigasyon cihazlarının seslisi olduğunu düşün. Ama sadece yön bulmaya yaramıyor. Başka bazı özellikleri de var.” Işık, yeni bir arkadaş edinmenin heyecanını yaşadı bir an. Uzun zamandır kimseyle tanışmadığını, tanımakta olduğu insanlarla da upuzun bir zamandır keyifli vakit geçirmediğini hatırladı. Gerçi bencilce bir tarafı oluyordu hep bu arkadaşlıkların. Yine öyle başlıyordu. Bir taraftan kendi yalnızlığına eşlik edecek birini aradığı için aslında tanımak istiyordu karşısındakini.
Diğer taraftan… Bu çok daha kötü hissettiriyordu, ancak en azından kendine itiraf edebilecek cesareti vardı; tam da kör olduğu için, bu çocukla arkadaş olmak istiyordu Işık. Farklı bir dünyanın kapısını onun sayesinde aralayacaktı. Belki onun eksikliği, Işık’a kendisini eksiksiz hissettirecekti. Ne fena! Aklından geçenleri bilse, Doğan’ın kendisiyle asla konuşmayacağından emindi kötü kalpli kız. Fakat neyse ki, henüz kimse kimsenin düşüncelerini okuyamıyordu. Ya da Işık, öyle olduğunu umuyordu. Doğan kimsenin düşüncelerini okuyamasa da Işık’ın kendisine nasıl yaklaştığını bilecek kadar insanları tanıyordu. Şimdi de Işık’ı tanıyacaktı. “Memnun oldum.”
“Ben de…” El sıkıştılar. El sıkışmalarının ardından, Doğan bastonunu tekrar sağ eline alırken, dayanamayıp gülmeye başladı. “Ne oldu?” diye sordu Işık. “İsmine gülüyordum… Herkesin çok hoşuna gidiyor olmalı. Ama benim için hiçbir anlam ifade etmiyor, ne tuhaf.” Işık da gülümsedi. “Nereye gidiyoruz peki?” “Kütüphaneye…” Işık şaşırmıştı. Okullarının küçük kitaplıkları dışında şimdiye kadar hiç kütüphane görmemişti. Kör bir çocukla ilk defa kütüphaneye gidiyor olmak onu bir an çok utandırdı. Tabii ki bunu itiraf etmeyecekti.
“Koluma girmek ister misin?” Doğan, güzel olduğundan emin olduğu bu yeni arkadaşının koluna girdi ve birlikte ilerlemeye başladılar. Yönlendirme cihazı çalışıyordu hâlâ; çünkü Işık mahallesindeki bu kütüphanenin yerini bilmiyordu. Mahallesindeki görme engelliler okulunun yerini de bilmediği gibi. İnsan, ihtiyaç duymadığı şeyler hakkında nerdeyse hiç fikir sahibi olmuyordu aslında. Herkes, kendi bulunduğu sosyal çevrede, kendi etrafında yer alan insanlar ve onların ortaya koyduklarıyla yetiniyordu.
Yeni insanlar, yeni mekânlar, farklı deneyimler… Hatta başlı başına ‘farklılığın’, farklı olmanın kendisi insanı ürkütüyordu. Işık farklılıklardan korkmasının olumsuz bir yanı olduğunu düşünüyorsa da, bunun sorumluluğunu başkalarına yıkmaya çalışıyordu. Tabii ki başta ailesine… Ailesine duyduğu öfkeyi artırmaya yer arıyor gibiydi. Babasının her şeye karışmasına, üzerinde kurduğu baskı ve hâkimiyete kızıp sinirlenecek yeni sebepler üretiyordu. Fakat aslında insanın karakterini ailesi, arkadaşları, çevresi, uğraşları belirlese de… Belki aile haricindekilerin tamamını belirleyen de yine insanın kendisiydi. Işık, şu an nefret ettiğini düşündüğü arkadaşlarını kendisi seçip yaşamına dahil etmişti. Uğraştığı veya uğraşmadığı her şeyin sebebi kendisiydi. Bugüne kadar hiç kütüphaneye gitmemiş olması, bunun eksikliğini duymamasındandı. Kütüphanelerin neye benzediğinden bile emin olamadı bir an. Raf dolusu kitaplarla dolu sessiz bir oda! Bundan fazlasını tahayyül edemezdi.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çocuk Kitapları Roman (Yerli)
- Kitap AdıParmak Uçları
- Sayfa Sayısı168
- YazarSeran Demiral
- ISBN9789944699297
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviTudem Yayınevi /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Pinokyo ~ Mavisel Yener
Pinokyo
Mavisel Yener
Pinokyo’ya “Sen de Oku” dokunuşu… İtalyan yazar Carlo Collodi’nin hiç eskimeyen sihirli anlatısı Pinokyo, çocuk edebiyatımızın usta kalemi Mavisel Yener’in ellerinde şekilleniyor; herkes okuyabilsin diye “Sen de...
- Park Cinayetleri ~ Armağan Tunaboylu
Park Cinayetleri
Armağan Tunaboylu
Hercule Poirot kadar zeki, Sherlock Holmes kadar dikkatli, Mike Hammer kadar çapkın, James Bond kadar yakışıklı, Philip Marlowe kadar pervasız… Yok canım, nerdee! O,...
- Duman Otel ~ Bülent Çallı
Duman Otel
Bülent Çallı
Sadece konuşarak ya da yazarak kahraman olmak çok kolaydır. Niyeyse gece olduğunda herkes susuyor. Sadece yer değiştiren şeylerin sesi duyuluyor geceleri ve ellerini duvara...