İki kadın. Lia ve Estelle. Yetmiş beş yıl arayla aynı günlere bakıyor. Biri daha rahat günlerden, diğeri yangının tam orta yerinden. Ama ikisi de cesaretlerini zorluyor, ikisi de var olmaya çalışıyor. 2017, Paris: Lia, elinde anneannesinden ona miras kalan dairenin belgeleriyle yürüdüğü esnada hangi sırlara ulaşacağından bihaberdir. Daireye girince daha önce varlığı bile bilinmeyen metruk bir ev bulmayı beklerken karşısına değerli sanat eserleri, pahalı ve özel tasarım elbiseler, yılların biriktirdiği toz arasından göz kırpan Nazi yanlısı dergiler, üst komutadaki Nazi askerlerinden sevgi dolu notlar çıkar.
Lia gördükleri sonucunda şoke olmuş bir hâlde ne düşüneceğini bilemez. Yoksa anneannesi onun aklına getirmek bile istemeyeceği bir geçmişe mi sahiptir? 1942, Paris: Tanınmış iyi bir aileden gelen, göz alıcı Estelle, Almanların işgal ettiği şehirde savaşın zorluklarından uzak, yaşamını sürdürmeye devam etmektedir. Ancak bir gün Naziler en yakın arkadaşını ve ailesini götürmeye geldiğinde Estelle’in hayatı da bir daha asla eskisi gibi olmayacaktır. Bundan sonraki eylemlerinin gelecek nesiller için ne gibi sonuçları olacağını tahmin dahi edemeden hem kendisinin, hem ailesinin hem de tanımadığı birçok kişinin kaderini değiştirecektir. Kelly Bowen bu iki kadın aracılığıyla okura zalimliğin, acımasızlığın içinde parıldayan sanatın, arkadaşlığın, sevginin adım izlerini takip ettiriyor.
BIRINCI BÖLÜM
Aurelia
paris, fransa
10 haziran 2017
Kadın çıplaktı. Vücudu koyu kırmızı ve turuncu yılankavi kıvrımlarla süslenmiş kadın kollarını başının üstüne kaldırmış, ellerini iki yana açmıştı; saçları arkasında simsiyah bir bulut gibi süzülüyordu. Dairenin açık kapısından içeri dolan ışık hüzmesinde, alanının ve mahremiyetinin ihlal edilmesine kızmış gibi koyu renkli gözlerinde öfkeli ve suçlayıcı bir ifadeyle tuvalden bakıyordu. Lia bir elinde büyük bir anahtarla, diğerinde orada olmaya hakkı olduğunu söyleyen özenle sıralanmış resmî belgelerle kapıda donakaldı. Belgeler bu dairenin, içindeki tüm eşyalarla birlikte artık ona ait olduğunu söylüyordu.
Avukatlar, “Son derece değerli bir mülk,” demişlerdi. Lia adresi incelerken, idari asistan ona gıptayla, “Anneanneniz sizi çok seviyordu belli ki,” demişti. Lia bir yanıt vermemişti çünkü anneannesinin öldükten sonraki niyeti de hayatta olduğu zamanlardaki kadar muğlaktı ve Lia sevginin bu işin bir parçası olduğundan emin değildi. “Elektrik ve su açılmış olmalı,” dedi bina görevlisi Lia’nın arkasındaki merdivenlerin tepesinden. Bina görevlisi kendisini sadece Celeste olarak tanıtan, kısacık pembe saçları ve tatlı bir gülümsemesi olan gencecik bir kadındı. Lia ona hemen ısınmıştı. “Genellikle ofiste olmam ama başka bir şeye ihtiyacınız olursa hep bu civardayım. Beni aramanız yeter.” “Teşekkür ederim,” dedi Lia alçak sesle, anahtarı cebine koyarken.
“Telefonda burasının anneannenize ait olduğunu söylemiştiniz, değil mi?” diye sordu tırabzanlara yaslanmış olan Celeste. “Evet. Öldüğünde burayı bana bıraktı.” Daha doğrusu, avukatlar onu ofislerine çağırdıklarında ve önüne bir sürü belge koyduklarında böyle demişlerdi. Dairenin ücreti ödenmiş ve masrafları anneannesine ait bir hesaptan temin edilmiş olmasına rağmen, Lia’nın bildiği kadarıyla Estelle Allard, Marsilya’dan başka bir yerde yaşamamıştı. “Ah!” Kadının ifadesi yumuşadı. “Başınız sağ olsun.” “Teşekkür ederim. Beklenmedik bir durum değildi. Ama bu daire… Bir şok etkisi yarattı.” “Eh, kötü bir şok sayılmaz, değil mi?” dedi Celeste. “Keşke hepimiz bu kadar şanslı olsaydık.” “Haklısınız,” dedi Lia, boynundaki kolyenin mineli ucuyla oynarken. O sabaha kadar, antika kolye anneannesinin ona verdiği tek hediyeydi. Sıradan bir şeymiş gibi on sekizinci yaş gününde hediye etmişti. Lia kadına baktı. “Ne kadar zamandır burada çalışıyorsunuz?” “Altı senedir.” “Bu daireyle ilgili bir şey bilmiyorsunuzdur herhâlde? Ya da anneannemle, Estelle Allard’la ilgili?”
Celeste başını iki yana salladı. “Üzgünüm, bilmiyorum. Açıkçası, binadaki çoğu kişiyi tanıyorum ama bu dairenin kime ait olduğunu bilmiyordum. Bildiğim tek şey, ben işe başladığımdan beri boş olduğu.” Lia birden belgeleri koltuk altına sıkıştırıp evrak çantasını açtı. Çantanın içinden resmî bir belge büyüklüğünde ufak bir resim çıkardı. Biraz gelişigüzel yapılmış olsa da etrafı zümrüt rengi ağaçlarla çevrili, simsiyah göğe karşı silüet oluşturan bir malikânenin göz alıcı resmiydi.
Bu dairenin anahtarıyla birlikte, anneannesinin özel olarak ona bıraktığı tek şey bu resimdi. “Ya Seymour ismi? William Seymour. Tanıdık geliyor mu?” diye sordu Lia, resmi Celeste’ye çevirerek. Celeste yine başını salladı. “Hayır. Kim olduğunu sorabilir miyim?” “Hiçbir fikrim yok. Bu resmin altına imzasını atan ressam olduğundan başka bir şey bilmiyorum.” “Hımm…” Celeste meraklanmış gibiydi. “Eskiden burada yaşadığını mı düşünmüştünüz?” “Bilemiyorum.” Lia iç çekerek ufak resmi çantasına geri koydu. Aslında bir yanıt bulacağını düşünmemişti ama soru sormak ona bir şey kaybettirmezdi. “İsterseniz bina kayıtlarına göz atabilirim,” dedi Celeste. “Uzun bir dönemi kapsayan bir arşivimiz var.
Geçmişte William Seymour isimli birisi burada yaşadıysa bunu öğrenebilirim.” Lia genç kadının bu teklifi karşısında duygulandı. “Hayır, gerek yok.” Bu kadının vaktini boşa harcamak istemiyordu. En azından, önce kendisi ufak bir araştırma yapana dek. “Nasıl isterseniz. Ama araştırma yapmamı isterseniz, haber vermeniz yeterli.” “Teşekkür ederim. Haber vereceğim.” Celeste bir an için duraksadı. “Burada oturmayı mı düşünüyorsunuz?” diye sordu sonra.
Lia yanıt vermek için ağzını açtı ama vazgeçti. Bu sorunun yanıtı evetti; en azından geçici olarak kalmayı düşünüyordu. Ama sonra? İşte, bu sorununsa basit bir yanıtı yoktu. “Beni ilgilendirmez.” Kadın başını önüne eğdi. “Özür dilerim.” “Özür dilemenize gerek yok,” diyerek gülümsedi Lia. “Henüz karar vermedim.” “Umarım kalırsınız,” dedi Celeste içtenlikle. “Burada sizin gibi birisinin olması güzel…” Bir kapının açıldığını ve bir köpeğin isterik isterik havlamaya başladığını duyan Lia arkasına döndü. Karşı daireden yaşlıca bir kadın çıktı ve ona doğru yürümeye başladı.
Bir kolunun altında kıvranıp duran uzun beyaz tüylü bir köpek, diğer kolunun altındaysa ucu sivri bir baston vardı. Floş etekli, beli dar çiçek desenli bir elbiseyle ve boynundaki kalın bir sıra inciyle yüzyıl ortasına ait bir Amerikan sabun veya elektrikli süpürge reklamından fırlamış bir konu mankeni gibiydi. Beyaz saçları bol pudralı yüzünün etrafında özenle şekillendirilmişti ve kan kırmızısı bir ruj sürmüştü. Ruju dudaklarının üstündeki derin çizgilerin arasına dolmuştu ve iç karartıcı bir etki yaratıyordu. Aurelia anneannesinin hoşnutsuz bir ifadeyle cık cık ettiğini duyar gibiydi. Makyaj yaptığının asla anlaşılmaması gerekir Lia. Tabii, görülmek değil de sadece fark edilmek istiyorsan, ayrı konu. O zamanlar dudak parlatıcılarına düşkün genç bir kız olan Lia, bu gizemli, eleştirel sözlere sinir olduğunu hatırlıyordu. Ama şimdi anneannesinin haksız olduğunu söyleyemezdi doğrusu. Lia’nın komşusu gözlerini Lia’nın arkasında loş ışıkta seçilebilen büyük, çıplak kadın tablosuna dikmiş, mermer zeminde ağır ağır yürüyordu. Lia kapıyı ilk açtığında nasıl şok geçirdiyse, o da tabloyu görünce şok geçirmiş gibiydi ama ifadesi yavaş yavaş hoşnutsuz bir hâl almaya başlamıştı. Lia zoraki bir gülümsemeyle koridora adım attı ve içerideki manzarayı kapattı. Kadın kaşlarını çatıp boynunu uzattı, içeriye bakmaya çalıştı.
“Tünaydın,” dedi Lia nazikçe. Yatılı okulunun içine işlemiş olan görgü kuralları, kadına bir şey demesi gerektiğini hatırlatmıştı. Yanıt olarak, köpek isterik havlamalarına devam etti ve kulak tırmalayıcı tiz sesi mermer zemin ile sıvalı duvarlara çarpıp yankılandı. Kadın yüzünü daha da ekşitip elbisesinin katmanlarının arasından bir parça sosis çıkardı. Sosis gören köpek havlamayı kesti ve pörtlek gözlerini Lia’dan ayırıp kadının bir pençeyi andıran elinde duran ödüle dikti. Etrafa çöken sessizlikten sonra, “Bu dairenin sahibi siz misiniz?” diye sordu kadın zımpara kâğıdını anıştıran bir sesle. “Evet.” Hâlâ o kadar yeni ve alışamadığı bir durumdu ki inanarak söylemek zordu.
“Hayatım boyunca burada yaşadım. 1943’ten beri,” dedi kadın gözlerini kısarak. Lia’nın gülümsemesi silinmeye başladı. “Şey, uzun bir zaman…” “Bu binada olup biten her şeyi bilirim. Bunca zamandır o daireye girip çıkan kimse olmadı. Şu ana dek.” “Hımm,” dedi Lia pek de ikna olmamış gibi. Bunun bir soru mu, bir yorum mu ya da bir suçlama mı olduğundan emin değildi. Resmî belgeleri daha sıkı tuttu ve göğsüne bastırdı. “Burada tek başına mı oturacaksın?” Kadının bakışları Lia’nın sol eline kaydı. “Affedersiniz?” Lia elini cebine sokmamak için kendisini zor tuttu. “Evlenemeyecek kadar yaşlı gözüküyorsun. Artık çok geç sanırım. Çok yazık.” Lia şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı, kadını yanlış duymuş olabileceğini düşündü. “Efendim?” “Senin gibileri bilirim.” Lia’nın komşusu burnunu çekti, bakışlarını önce Lia’nın ağır sırt çantası ile evrak çantasına, sonra da çıplak omuzları ile boyundan bağlanan kırmızı yazlık elbisesinin ince askılarına dikti.
“Benim gibileri mi?” Lia’nın sabrı taşmaya, kadına iyice sinir olmaya başlamıştı. “Müzik sesi duymak istemiyorum. Uyuşturucu ya da içki veya parti yok. Gecenin bir yarısı seni bulmaya çalışan yabancı adamların kapımın önünde dolanmasını istemiyorum.” “Erkekleri gündüz saatlerinde çağırmaya çalışırım,” dedi Lia tatlı bir sesle. Kendisini tutamamıştı. Konuşma boyunca sessiz kalmış olan Celeste bir kahkaha patlattı ve öksürerek güldüğünü örtbas etmeye çalıştı.
Kadın başını hızla ona çevirdi. “Tünaydın, Bayan Hoffmann.” Celeste kendini toparladı. “Nasılsınız?” Madam Hoffmann genç kadının pembe saçlarına dikkatle batı ve kan kırmızısı dudaklarını küçümseyici bir ifadeyle büktü. “Dejenere gençlik,” diye mırıldandı. Celeste telefonuna bir bildirim geldiğini duyunca ekrana baktı. “İşimin başına dönmem gerek,” dedi özür dilermiş gibi Lia’ya bakıp. “Bir şeye ihtiyacınız olursa haber verin. Binaya hoş geldiniz.” Kendisini tırabzanlardan geriye itip merdivenlerden inerken köpeğin yine isterik bir hâlde havlamasına neden oldu. Lia bu karmaşayı fırsat bilip hemen içeri girdi ve kapıyı arkasından kapattı; bir anda boğucu bir karanlığın ortasında kaldı ama yaşlı kadınla konuşmaktan kurtulmuştu. “Öfkelenmene şaşmamak gerek,” diye mırıldandı karşısında bir yerde duran çıplak kadın resmine. “1943’ten beri benim de karşı komşum böyle olsaydı, ben de öfkelenirdim.” Bir yanıt gelmedi. Dairede boğucu bir eskilik ve toz kokusu vardı, Celeste’nin bildiği o altı seneden daha uzun zamandır boş olduğunu açık ediyordu.
Lia eşyalarını yere bıraktı ve gözlerinin karanlığa alışmasını bekledi. Dairenin daha iç kısmında, geniş güneşli sokağa bakan tarafta, Lia’nın pencereleri örten kalın perdeler olduğunu tahmin ettiği bir şeyin etrafından içeri cılız bir ışık sızıyordu. Hiçbir şeyi net olarak görebilecek kadar olmasa da en azından şekilleri seçmesine yetecek kadar ışık vardı. Lia dikkatle antreden içeri adım attı, tablonun silik silüetinin yanından geçti ve pencerelere doğru yürüdü. Attığı her adımla, parkeler de onun daireye girmesine itiraz ediyormuş gibi gıcırdıyordu. Pencerelere ulaştı ve elini öne uzattığında, parmak uçları damaskoyu andıran kalın bir kumaşa değdi. O noktaya kadar iyi gitmişti. Bir yerden bir şey fırlamamış ya da başına veya ayaklarının üstüne düşmemişti. Perdenin kenarını tuttuğunda yukarıda halkaların perde rayında birbirine çarptığını duydu. Hiç tereddüt etmeden, perdeyi kenara çekti.
Ama buna anında pişman oldu. Göz kamaştıran gün ışığı antika pervazlardan içeri akın ederken etrafında onu öksürten yoğun toz bulutları oluştu. Lia öğürüp öksürdü, gözleri bir anda sulanmaya başladı. Telaşla pencerenin sürgüsüne uzandı ve sürgü biraz takılarak da olsa yana kayınca derin bir oh çekti. Kurşun şeritli cam panellerden birini biraz araladı, zorlanan menteşelerin gıcırtısına aldırış etmeden yüzünü temiz havaya tuttu. Tam bir dakika başını pencereden dışarı çıkarmış bir hâlde hızlı hızlı nefes aldı ve bu arada sokaktan geçen insanlara ne kadar komik gözüküyor olabileceğini düşünmemeye çalıştı. Belki de dairenin kapısını ardına kadar açık bırakması gerekirdi. Belki de sevimli Madam Hoffmann’ın içeri ondan önce girmesine izin vermiş olması gerekirdi. Öksürükleri nihayet dindiğinde içine derin, güçlü bir nefes çekti; sırtını dikleştirip kendisini içeride göreceklerine hazırladı. Ağır ağır arkasına döndü. İşte, o anda anneannesinin öldüğünde ona bir apartman dairesi bırakmadığını anladı.
Ona bir müze bırakmıştı! Havada hâlâ toz zerrecikleri uçuşuyordu ama parlak gün ışığı, gri-mavi fırtınalı bir gökyüzü deseni olan duvar kâğıdını aydınlatıyordu. Pencerelerin karşısında, bazıları kır hayatını, bazıları ufka doğru ilerlerken sonsuza dek donmuş olan gemileri tasvir eden ve her birinden âdeta canlı renkler fışkıran, yaldızlı çerçeveli onlarca kır ve deniz manzarası tablosu asılıydı. Odanın ortasında, geniş bir İran halısının üstünde turkuaz renkli bir kumaşla ve bir karış tozla kaplı olan XV. Louis tarzı kapitone koltuklar birbirine bakacak şekilde duruyordu. Lia’ya en yakın olan koltukların kenarlarını uzunca bir yazı masası birleştiriyordu ve içeri giren herkesi karşılaması için kapıya dönük duran uzun nü tablo da o masaya yaslanmıştı.
Pencerelerin bulunduğu arka duvarda, içi boş çok zarif bir mermer şömine vardı. Şöminenin üstünde, duvarın yüksek bir yerinde asılı raf, bir zamanlar o geniş duvarda bir sanat eseri olduğunun emaresiydi ama bu eser her ne ise artık orada değildi. Başının tepesinde, odanın tam ortasından sarkan avizenin sallantılı kristalleri kısmen tozla kaplı olmasına rağmen ışıl ışıl gözüküyordu. Lia bacakları uyuşmuş bir hâlde dairenin derinliklerine doğru ilerledi.
Bir koltuğun yanındaki zarif fiskos masasının yanında durup birkaç çerçeveli fotoğrafı inceledi. Dikkatle ilk resmi alıp camını sildi. Üstünde vücudunu sımsıkı saran, boncuklarla bezeli ipek bir elbise, omuzlarına gelişigüzel atılmış kürk bir etol olan genç bir kadının, bir caz kulübünün önünde, sokak lambasının direğine yaslanmış bir fotoğrafıydı. Bir elinde ağızlık tutuyordu ve kameranın merceğine buğulu, seksi bir ifadeyle dalgın dalgın bakıyordu. Lia fotoğrafın arkasına baktı. Arkasında Estelle Allard, Montmartre, 1938 yazıyordu. Lia güçlükle yutkundu. Daireyle ilgilenen avukatlar ona defalarca Estelle Allard’ın orada yaşadığını söylemiş olsalar da Lia buna o ana dek inanmadığını fark etti. Paris’te yaşamak şöyle dursun, hayatında bir kere bile Paris’e gittiğinden söz etmemiş anneannesinin bu kadar büyük bir sırrı bunca zamandır saklamış olduğuna inanmamıştı. Dahası, bunu neden gizlediğine dair en ufak bir fikir yoktu. Fotoğrafı masaya geri koyup ikincisini aldı. Bu fotoğrafta, güzel Estelle yere yakın bir Mercedes’in direksiyonundaydı; pencereden dışarı sarkmış, fotoğrafı çeken kişiye gülüyordu.
Gözlerinden birini gizleyen şık bir şapka takmış, saçlarını açık bırakmıştı. Lia şaşkınlıkla bu ateşli, korkusuz kadını, tanıdığı sert ve mesafeli kadınla bağdaştırmaya çalıştı. Ama bunu kesinlikle başaramadı. Dikkatini son fotoğrafa verdiğinde kaşlarını çattı. Gülümsemeyen, sert ifadeli bir Alman askerinin fotoğrafıydı. Üniformasından fotoğrafın Birinci Dünya Savaşı sırasında çekildiği belliydi. Lia kaşlarını çatıp fotoğrafın arkasına baktı ama bunun arkasında hiçbir şey yazmıyordu. Fotoğrafı masaya koyup yanına dizilmiş dergilere göz attı. Üstteki dergiyi yana itti. Altındaki sayı tozlu olmadığı için okunacak durumdaydı. Derginin sol üst kısmına kalın kırmızı harflerle Signal yazıyordu; kapağın geri kalanını sert ifadeli bir Nazi askerinin resmi doldurmuştu.
Derginin sırtının alt kısmında aynı parlak kırmızı renklerle Eylül 1942 yazıyordu. Lia elini hemen geri çekti. “Bu, gerçek olamaz,” dedi alçak sesle; yüksek sesle konuşmak, bunu gerçek kılacakmış gibi. Çünkü dergiyi açmadan bile ne göreceğini biliyordu. Nazilerin bu şehre girip istila ettiği bir zamanda yayımlanmış Alman propagandası ve gösterişli Nazi yanlısı fotoğraflar.
Lia bir kez daha Mercedes’inde gülerek poz vermiş genç Estelle Allard ile isimsiz Alman askere baktıktan sonra fotoğraflara, dergilere ve bunların işaret ettiği korkunç bağlantıya sırtını döndü. İçini kötü bir his kaplarken süslü şöminenin yanından diğer köşeye geçti. Orada alan daralıyor, resmî bir yemek odasına önüşüyordu. Odanın tam ortasında, etrafında bir örnek sekiz sandalyeyle, gül ağacından bir masa duruyordu. Sağındaki duvarın önünde, raflarına sıra sıra kristaller, gümüşler ve porselen tabak çanaklar dizilmiş, yüksekliği boyunu aşan bir büfe vardı. Büfenin karşısındaki duvarda, geçmiş yüzyılların giysileri içinde çarpıcı ve dikkat çekici erkekler ile kadınların portrelerinden oluşan bir başka koleksiyon asılıydı. İçini saran dehşet hissi giderek artarken Lia dudağını canını acıtacak kadar ısırdı. Sanat eserleri, istila sırasında Naziler için önemli hatıralıklar olmuştu ve kodamanların koleksiyonları çalınmıştı… “Kes şunu, Lia.” Kendi kendine konuşmanın ne kadar aptalca olduğunu umursamadan başını iki yana salladı. “Saçmalama.” Evet, dairede Nazi propagandası vardı.
Ama tek bir fotoğraf ve birkaç dergi, bu duvarlardaki tabloların çalıntı olduğunu ya da yasa dışı yollarla elde edildiğini anlatmıyordu. Anneannesinin, gençliğinde sanattan hoşlanması dışında bir nedenle bu koleksiyonu o dairede kasıtlı olarak saklamış olduğu anlamına gelmiyordu. Komplo teorilerini Hollywood’a bırakmak daha doğruydu. Bir de radikal bağnazlara. Lia bakışlarını güçlükle tablolardan ayırdı ve yemek odasından koridora çıktı. Sağındaki bir kapı ufak bir ocağın, ufak bir buzdolabının ve kristal bir kadeh dışında bomboş olan tezgâha monte edilmiş olan derin bir eviyenin bulunduğu mutfağa açılıyordu. Hemen solunda, bir çift Fransız kapısı açık duruyordu ve sayvanlı bir karyolanın silüeti dairedeki bu son alanın yatak odası olduğuna işaret ediyordu. Lia odaya girdi, yatağın yanından geçti ve öncekinden daha büyük bir dikkatle kalın perdeleri açtı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıParis'teki Ev
- Sayfa Sayısı384
- YazarKelly Bowen
- ISBN9786259938615
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviYan Pasaj Yayınevi / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İkinize de Yer Var ~ Marquis De Sade
İkinize de Yer Var
Marquis De Sade
“Kendisinden söz etme fırsatı bulacağımız Matmazel de Villeblanche ‘doğadaki sapmalar arasında o yarı filozofları, hiçbir şey anlamaksızın her şeyi incelemeye, çözümlemeye çalışan o yarı...
- Utz ~ Bruce Chatwin
Utz
Bruce Chatwin
“Savaşlar, soykırımlar ve devrimler,” derdi Utz sık sık, “koleksiyonculara mükemmel imkânlar sunar.” Varlıklı bir aileden gelen Alman asıllı Kaspar Joachim Utz, İkinci Dünya Savaşı’ndan...
- Güve Fırtınası ~ Philip Reeve
Güve Fırtınası
Philip Reeve
Güneş Sistemi’nin kıyısında kötücül bir bulut belirmişti ve gittikçe yaklaşıyordu. Ailem ve ben, tembel tembel oturmak yerine, o bulutun içinde saklanan karanlık canavar gücünü...