Ernest Hemingway’in 1920’lerin Paris’inde yazdığı yazılarından oluşan, ilk basımı 1964’te yapılan Paris Bir Şenliktir kitabı hâlâ yazarın en sevilen eserlerinden biri olmayı sürdürüyor.
Bu kitapta Hemingway’in yaşayan tek oğlu olan Patrick Hemingway’in kişisel önsözü ile yazarın torunu ve editör Séan Hemingway’in ayrıntılı açıklamaları yer alıyor. Ayrıca Hemingway’in oğlu Jack, ilk karısı Hadley, F. Scott Fitzgerald ve Ford Madox Ford ile yaşadıklarını gün yüzüne çıkaran, tamamlanmamış, kitabın ilk baskılarında yer almayan bir dizi eskiz yanı sıra sanatı konusunda ilk başlardaki deneyimleriyle ilgili derin görüşlü anıları yer alıyor.
*
Eğer gençliğinizde Paris’te yaşamak
şansına erişmişseniz,
ömrünüzün geri kalanında
nereye giderseniz gidin,
o sizinle birliktedir artık;
çünkü Paris devingen bir şenliktir.
Ernest Hemingway’den bir arkadaşına, 1950
Ernest bu kitabı yazmaya 1958 yazında Küba’da başladı ve çalışmalarını 1958-59 kışında Ketchum-Idaho’da sürdürdü; Nisan 1959’da İspanya’ya gidişimizde kitabı da beraberinde götürdü; Küba’ya dönüşte ve o güzün sonlarına doğru Ketchum’a gidişinde kitap yine yanındaydı. 1959’da İspanya’da Antonio Ordonez ile Luis Miguel Dominguin arasındaki öldürücü arena rekabetini anlatan Tehlikeli Yaz adlı başka bir kitabı yazmak için ara verdiği bu kitabı Küba’da bitirdi ve 1960 güzünde Ketchum’da bazı düzeltmeler yaptı. Kitap Paris’te geçirdiği 1921-1926 yılları arasını kapsamaktadır.
Mary Hemingway
İ Ç İ N D E K İ L E R
Önsöz 9
1. Place St-Michel’de Güzel Bir Café 11
2. Bayan Stein Öğretiyor 17
3. ‘Une Génération Perdue’ 28
4. Shakespeare and Company 35
5. Seine Halkı 39
6. Şaşkın Bahar 44
7. Bir Uğraşın Sonu 54
8. Açlık Eşitti Disiplin 60
9. Ford Madox Ford ve Şeytanın Yoldaşı 69
10. Yeni Bir Okulun Doğuşu 77
11. Pascin’le Dôme’da 83
12. Ezra Pound ve Bel Esprit’si 90
13. Çok Garip Bir Son 97
14. Ölümle Damgalı Adam 101
15. Evan Shipman Lilas’da 108
16. İblis’in Ajanı 116
17. Scott Fitzgerald 120
18. Atmacalar Paylaşmaz 149
19. Bir Ölçü Sorunu 157
20. Paris’in Sonu Yoktur 162
Önsöz
Yazar için geçerli nedenler dolayısıyla birçok yer, insan, gözlem ve izlenim kitap dışı bırakılmıştır. Bunların bazıları birer sırdı, bazılarını ise sağır sultan bile duymuştu, çünkü yazmayan kalmamıştı bu konularda ve kuşkusuz daha da yazılacaktır üzerlerine. Ağaçların altına yerleştirilen masalarda boksörlerin garsonluk yaptığı, ringi bahçe içinde olan Stade Anastasie’den hiç söz edilmemiştir. Larry Gains ile yaptığımız boks çalışmalarına, Cirque d’Hiver’de düzenlenen yirmi raundluk büyük dövüşlere de hiç değinilmemiştir. Ne Charlie Sweeney, Bili Bird ve Mike Strater gibi canciğer dostlardan, ne Andre Masson’dan, ne de Miro’dan söz edilmiştir. Kara Orman’a yaptığımız yolculuklara, Paris’in çevresinde, o delisi olduğumuz ormanlardaki bir günlük araştırma gezilerine de hiç dokunulmamıştır. Bütün bunlar kitapta yer alsaydı elbette daha iyi olurdu ama şimdilik onlarsız yapmak zorundayız. Okuyucu, canı isterse kitabı bir kurgu olarak düşünebilir. Yine de, böyle bir kurgu kitabının, yazılmış gerçeklere ışık tutabilme şansı her zaman vardır.
Ernest Hemingway
San Francisco de Paula, Cuba, 1960
1
PLACE ST-MICHEL’DE GÜZEL BİR KAFE
Bir de kötü hava koşulları vardı. Güz biter bitmez bir gün içinde kötüleşirdi havalar. Geceleyin pencereleri yağmur nedeniyle kapatmak zorunda kalırdık; soğuk rüzgâr Place Contrescarpe’daki ağaçların yapraklarını söküp atardı. Yapraklar yağmur altında ıpıslak durur, rüzgârın etkisiyle yağmur son duraktaki büyük yeşil otobüse doğru serpiştirirdi; içerdeki ısıdan ve dumandan pencereleri buğulanmış olan Cafe des Amateurs tıklım tıklım olurdu. Burası, çevrenin ayyaşlarının biraraya toplaştığı zavallı bir kafeydi ve çok kötü işletilmekteydi; kirli bedenlerin ve esrikliğin o ekşimsi kokusuna dayanamadığım için adımımı atmazdım oraya. Amateurs’ün müdavimlerinden olan erkek ve kadınlar her zaman, daha doğrusu para buldukları her zaman esrik olurlardı; yarım ya da bir litre hesabıyla aldıkları şaraptan içerlerdi çoğunlukla. Garip adlarla bir sürü aperitifin reklamı yapılırdı ama onları içmeye pek azının gücü yeterdi; o da mideyi şaraba hazırlamak gibi özel durumlarda. Kadın ayyaşlara, dişi antikalar anlamına gelen poivrottes denirdi.
Cafe des Amateurs, Place Contrescarpe’a çıkan o harika, daracık ama kalabalık mı kalabalık alışveriş sokağı Rue Mouffetard’ın lağım çukuruydu. Eski apartmanların, her katta merdivenin yanında yer alan, locataire’in1 kaymaması için deliğin her iki tarafına takozla tutturulmuş ayak biçimli yükseltiler bulunan alaturka helaları lağım çukurlarına boşalır, oradan da geceleyin pompalarla, atların çektiği vagonlara aktarılırdı. Yazın bütün pencereler açıkken pompa gürültüsünü ve lağımın keskin kokusunu duyardık. Vagonlar kahve ve safran renklerine boyanmışlardı; Rue du Cardinal Lemoine’ı temizlerlerken, atların çektiği tekerli silindirleriyle, ay ışığında, Braque’ın resimlerini andırıyorlardı. Nedendir bilinmez, kimse gelip de Cafe des Amateurs’ü boşaltmazdı; genel esrikliğe karşı çıkarılmış olan yasanın kurallarını ve yaptırımlarını açıklayan bildiri, kafenin kötü kötü kokan sürekli müşterileri kadar pis ve umursanmazdı.
Kışın ilk soğuk yağmurlarıyla birlikte kente birdenbire büyük bir hüzün çöküverir, yüksek beyaz yapıların tepeleri artık görünmez olurdu; görünen yalnızca sokağın ıslak karanlığı, baharatçı, kırtasiyeci ve gazeteci gibi küçük dükkânların kapalı kapıları, ebe –ikinci sınıf– ve Verlaine’in öldüğü yer olan, en üst katındaki bir odada yazılarımı yazdığım bu oteldi.
Otel, altı ya da sekiz katlıydı ve çok soğuktu; odayı ısıtmak için gerekli bir kucak çalı çırpı ile onları tutuşturacak yarım kalem boyunda telle sarılmış üç demet çıranın ve bir kucak da yarı kuru sert odunun kaça patlayacağını biliyordum. Bu yüzden yağmur altında sokağın ta öteki ucuna gidip bacaların çekip çekmediğini ve dumanın nasıl çıktığını görmek için çatıya baktım. Ne duman vardı ne bir şey; kimbilir baca ne kadar soğuktur diye düşündüm; baca çekmeyiverir de oda dumanla dolarsa yakıt ile birlikte para da boşa gitmiş olurdu; böyle düşünerek yağmur altındaki yürüyüşümü sürdürdüm. Lycee Henri Quatre’ı, eski St-Etienne du Mont kilisesini ve rüzgârın silip süpürmüş olduğu Place du Pantheon’u geçtim; yağmurdan korunmak için sağa saptıktan sonra Boulevard St Michel’e çıktım, rüzgâr almayan yanı izleyerek Cluny’ye ve Boulevard St Germain’e doğru indim ve sonunda Place St Michel’de bildik iyi bir kafeye kapağı attım.
Burası şirin bir kafeydi: sıcak, temiz ve sevimli; kuruması için eski yağmurluğumu paltoluğa asıp yıpranmış ve yağmurdan bozulmuş keçe şapkamı peykenin üstündeki rafa koyduktan sonra bir cafe au lait 2 ısmarladım. Garson kahveyi getirdikten sonra paltomun cebinden defterle kalemi çıkararak yazmaya koyuldum. Michigan dolaylarını yazıyordum; burda hava nasıl sert, soğuk ve fırtınalı ise öyküde de öyleydi. Güzün sona erişini çocukluğumda, gençliğimde ve delikanlılığımda da görmüştüm ama insan nedense bu sona erişi ancak belli bir ortamdayken anlatabiliyor. Sanırım buna kendini taşıma deniyordu ve gelişme gösteren öteki tür varlıklar kadar insanlar için de gerekli olabiliyordu. Öykümün kahramanları içiyordu, bu beni de susatmıştı; bir St James romu ısmarladım. Böyle soğuk bir günde tadına doyum olmuyordu romun, kendimi çok iyi hissediyordum; nefis Martini romunun bütün bedenime olduğu kadar ruhuma da vermiş olduğu sıcaklığı duyarak yazmayı sürdürdüm.
Bir kız kafeye girerek tek başına pencerenin yanındaki masaya oturdu.
Güzel mi güzeldi: yağmurla tazelenmiş yüzü yeni basılmış madensel paralar gibi tertemiz ve pürüzsüzdü, saçları kömür karasıydı ve kesin çizgilerle yanağı boyunca çaprazlamasına kesilmişti.
Kızı görünce altüst olmuş, büyük bir coşkuya kapılmıştım. Ona bu öyküde ya da bir başkasında yer vermeyi çok istiyordum; gelgelelim sokağı ve kapıyı görebilecek şekilde oturmasından belliydi ki birini bekliyordu. Dönüp yazmayı sürdürdüm.
Öykü kendi kendisini yazıyordu ve ben ona yetişmekte güçlük çekiyordum. Başımı her kaldırışımda ya da talaşları içkimin altındaki tabağın içine doğru kıvıran kalemtıraşla kalemimi her açışımda kıza bakıyordum.
Seni ben gördüm güzelim, artık benimsin sen; birini bekliyormuşsun ya da seni bir daha göremezmişim, dert değil: şimdi benimsin ya! diye geçirdim içimden. Sen benimsin, Paris de benim; eh işte, ben de bu defterle kaleme aitim.
Sonra yeniden yazıya döndüm ve öyküye öylesine daldım ki kendimi kaybetmişim. Artık ben yazıyordum öyküyü, o kendini değil; ne başımı kaldırıp bakıyor, ne zamanı, ne de nerede olduğumu merak ediyordum. St James romu da ısmarlamaz olmuştum. Üzerinde hiç de kafa patlatmadığım halde bu St James romu bezdirmişti beni. Sonunda öykü bitti ve ne kadar yorulduğumu o zaman anladım. Son paragrafı okuyup bitirince başımı kaldırıp kızı aradım ama kız gitmişti. Umarım iyi biriyle çıkmıştır, diye geçirdim içimden ama üzülmekten de kendimi alamadım.
Defteri kapatıp iç cebime koyduktan sonra garsondan bir düzine portugaise3 ile burada bulunan susuz beyaz şaraptan yarım sürahi getirmesini istedim. Bir öyküyü bitirince hep bomboş hissederdim kendimi: yarı mutlu, yarı mutsuz, sanki sevişmişim gibi; yazdığım öykünün –gerçi ertesi gün yeniden okuyuncaya kadar kesin bir şey diyemezdim ama– çok güzel olduğuna emindim.
Keskin deniz ve belli belirsiz de maden tadındaki istiridyeleri, maden tadını yok etmek ve yalnızca deniz ve körpe et tadını alabilmek için soğuk beyaz şarapla birlikte yerken, her istiridye kabuğunun içindeki soğuk özsıvıyı cana can katan şarabın yardımıyla mideye indirirken o boşluk duygusundan yavaş yavaş kurtuldum; mutlu olmaya, planlar yapmaya başlamıştım bile.
Havalar bozduğuna göre, Paris’ten ayrılıp bir süre için başka bir yere, buradaki yağmur yerine, çamlar arasına serpiştiren, yolu ve yüksek yamaçları örten karın yağmakta olduğu, gece evimize dönerken altımızdaki karın hışırdadığını duyabileceğimiz yükseltide bir yere gidebilirdik. Les Avants’ın aşağısında pansiyon olanakları son derece iyi olan bir dağevi vardı, orada istediğimiz gibi birlikte olabilir, kitap okuyabilir ve geceleyin, pencereler açık, yıldızlar gökte parıldaşırlarken yatağımızda sımsıcak yatabilirdik. Evet, gidebileceğimiz bir yerdi orası. Üçüncü sınıf trenle yolculuk pahalı sayılmazdı. Pansiyon ücreti ise Paris’te ödediğimizden biraz daha fazlaydı.
Yazılarımı yazmakta olduğum otel odasından vazgeçersem, geriye yalnızca 74 rue du Cardinal Lemoine’ın isme yazılı kirası kalıyordu. Toronto için muhabirlik yapmıştım ve bunun karşılığı olan çeklerin günü gelmişti. Bu işi her yerde ve her türlü koşul altında yapabilirdim. Geziye yetecek paramız da vardı.
Nasıl ki Michigan’ı ancak Paris’teyken yazabildiysem, belki Paris’i de Paris’ten uzaktayken yazabilirdim. Oysa bunun için henüz çok erken olduğunu, çünkü Paris’i yeterince tanımadığımı bilmiyordum. Fakat yine de sonunda olacağı buydu. Her neyse; eğer karım da isterse gideriz. İstiridyeleri ve şarabı bitirip hesabımı ödedikten sonra yağmur altın…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Anı - Anlatı
- Kitap AdıParis Bir Şenliktir
- Sayfa Sayısı280
- YazarErnest Hemingway
- ISBN9789752206694
- Boyutlar, Kapak13,3 x 19,5 cm, Amerikan Kapak
- YayıneviBilgi Yayınevi / 2020
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Babamın Kuşağı ve Ben ~ Yan Lianke
Babamın Kuşağı ve Ben
Yan Lianke
Modern Çin’in büyük ustalarından Yan Lianke’nin, kendisinin ve ailesinin hayatlarını merkeze aldığı, atalarına hürmetlerini sunduğu çok özel bir anı kitabı Babamın Kuşağı ve Ben....
- Mektuplarla Köy Enstitüsü Yılları 1935-1946 ~ Erich Neumann
Mektuplarla Köy Enstitüsü Yılları 1935-1946
Erich Neumann
“Mektup şeklindeki yazılar, insanların fikirlerini birbirine bütün çıplaklıklarıyla duyurmalarına en elverişli yazılardır. Diğer yazı şekilleriyle bu amaca kolay kolay ulaşılmaz. Bunun en iyi ve...
- Karanlık Vardiya ~ Ali Yılmaz
Karanlık Vardiya
Ali Yılmaz
90’lı yılların politik arşivi… 90’lı yıllar Türkiyesi’ne yargısız infazlar, faili meçhuller, kayıplar, cezaevi direnişleri, köy yakmalar, açlık grevleri ve ölüm oruçları damgasını vurdu. Bu dönemde 12 Mart ve 12 Eylül’ün yol açtığı şiddetten hem nitelik hem nicelik olarak çok daha fazlası uygulandı. Karartılmış kanıtların koyu gölgesinde hak ihlallerinin ve mağdurlarının sayısını bilmek ise neredeyse imkânsız.