On yedi yaşındaki Norah her şeyden korkmanın mantıksız olduğunu biliyordu ama zihni, dışarıdaki dünyanın çok tehlikeli olduğu konusunda ısrarcıydı. O da tek güvenli limanı olan evinde kalıyor, başkalarının yaşamlarını pencereden ve sosyal medya hesaplarından izliyordu.
Ömrünü dört duvar arasında geçireceğini artık kabullenmişken yan eve kendi yaşlarında bir çocuk taşınmıştı: Norah’ya baktığında sorunları yerine komik, zeki ve cesur bir kız gören Luke. Norah aralarında bir şeyler filizlenmeye başladığını hissetse de Luke’un “normal” bir kızı hak ettiğini düşünüyordu. Göğe özgürce bakabilen, el ele tutuşmaktan korkmayan, bu kadar parçalanmamış birini…
Peki ya kendine Luke’un gözlerinden bakabilseydi?
Penceremin pervazında oturan, durmadan kanat çırpıp ciğerleri patlayana kadar öten karatavuğu öldürecektim. Bir ileri bir geri zıplıyor, kanatlarını tamamen açıp sallıyordu ama uçup gitmek gibi bir niyeti yoktu. Mesele şu ki istediği zaman uçup gidebilirdi. Ve bunu gayet iyi biliyordu. Kanatlarını çırpmayı bıraktı ve minik kafasını çevirip bana bakmaya başladı. Tabii ki gülümsüyordu. Kendini beğenmiş pislik. Yastığımı alıp cama doğru fırlattım. Cama vurdu, sonra penceremin kenarına şöyle bir çarpıp sönerek yatak odamın zeminine düşerken birkaç kitabı da devirdi.
Karatavuk hiç istifini bozmadı ama gözlerim Dorian Gray’in Portresi kitabıma odaklanınca önemini kaybetti. Kitabın köşesi, hemen altındaki rafta dizili beş diğer kitaptan birazcık daha öndeydi. Kitap Reader’s Choice baskısıydı. Tam tamına 228 sayfa. Hemen altındaki diğer beş kitap gibi. Solda altı kitaplık bir yığın daha vardı. Hepsi 272 sayfaydı. O yığının üstünde Gurur ve Önyargı duruyordu: Dover Thrift baskısı. “Norah.” Annem alt kattan kükredi. “On saniye içerisinde o poponu buraya getirmezsen interneti keseceğim.” Son yirmi dakikadır onun sabrını zorluyordum.
“Hâlâ karnım ağrıyor,” diye cevap verdim. Bir duraksama oldu, sanırım beni dışarı çıkmaya zorlama fikrinden vazgeçiyordu. “Hıyarcıklı veba bile olsan umurumda değil.” Bekle. Nefes alırken cesaretini topla. Nefes verirken suçluluk duygusunu bırak. “Eğer sekiz saniye içerisinde bu merdivenlerden inmezsen internet bağlantınla vedalaşabilirsin.” Sesi çatlıyordu ama vay canına, tüm bu “bağrına taş basma” olayını gerçekten ciddiye alıyordu. Annemin durumu kolaylaştırdığını düşünmüyordum ama Motivasyon Doktoru’nu ve onun akıl sağlığı ile ilgili var olmayan uzmanlığını izlediği günden beri annem vicdanıyla boğuşup duruyordu. Teslim oldum. En azından anneme.
Kitaplara dönüp baktım, yıkılmakta olan bir kule görüyordum, kırık bir duvar. Kafamın içinde Doktor Reeves, bana kendimi sınamamı söylüyor, bu rahatı bozulmuş, yerini şaşırmış kitabı olduğu gibi bırakmamı ve o bu hâldeyken etrafımdaki dünyanın nasıl da yıkılmadığını gözlemlememi söylüyordu. Burnumdan bir nefes verdim, yataktan indim, yastığı yerden alıp ait olduğu yere geri koydum. Yatağımın üstündeki dört yastıktan biriydi. Yastıklarımın hepsi açılı bir hâlde, elmas şeklinde, askerde yapılan yataklar gibi gergin çarşafımın üstünde duruyordu. Ensem alev alev, parmaklarımı endişeyle şıklatarak odadan çıktım. Ama daha merdivenlere varamadan o beş diğer kitapla artık aynı hizada olmayan ufak köşe beni tüketmeye başlamıştı. Hani dinlediğin ama bir türlü adını hatırlayamadığın şarkı gibi. Ya da başka bir filmde izlediğin aktörün daha önce hangi filme oynadığını bir türlü hatırlayamadığın zaman gibi. Kitabın köşesi beynimi çürüten bir mantar, siyah bir küf gibiydi. Başım ağrıyor, dişlerim kaşınıyordu. Merdivenlerin başında durdum, gözlerimi kapadım ve kafamı boşaltmaya çalıştım.
Geri dönme, geri dönme. Geri dönmen gerekmiyor. Kafanı boşalt. Durum şuydu: Kafamın içindeki boşluk beyaz, temiz bir sayfaya dönüşüyordu. Beyaz kâğıt da bana kitapları hatırlatıyor, sonra da kendimi tekrar Dorian Gray’in Portresi kitabını düşünürken buluyordum. Lanet olsun. Hızlı adımlarla odama geri döndüm, kitabı ait olduğu yere geri ittim ve bunu yaptığım için kendimden nefret ettim. Karatavukla göz göze geldik. Yerinden bir milim bile kıpırdamamıştı. Geri döneceğimi bildiğine iddiaya girebilirdim.
Yumruğumu cama yapıştırdım ve “Böö!” diye bağırdım. Ürktü ve göklere doğru uçmaya başladı. Gülümsedim. Arkasından alay edercesine el salladım. Küçük ama tatmin edici bir zaferdi. Sonra camdan bakınca dışarıda genç bir çocuk gördüm. Bahçesinde yürürken yarı yolda durmuştu ve sanki aklımı yitirmişim gibi bana bakıyordu. Kucağında Yatak Odası yazan bir kutu taşıyordu. Tişörtünün kol kısmı yeterince dayanıklı mı diye test eden şişmiş kaslarını fark ettim. Yeni komşular. Niye durdu? Ona gülümsemem mi gerekiyordu? El sallamam? Başparmaklarımı kaldırmam? Kendimi aptal gibi hissediyordum. Çok tuhaf bir durumdu.
Evin içinden yazlık, tiril tiril elbiseli bir kadın çıkana kadar birbirimize baktık. Çocuğun dikkati dağılınca hızla ortadan kayboldum. Dökme demirden ayakkabılar giymiş bir dev gibi merdivenden indim. Merdiven on bir basamaktan oluşuyordu, bu nedenle son basamağı iki kez inmem gerekiyordu. Çift sayılarla ilgili bir sorunum vardı. Doktor Reeves olsa şöyle derdi: “Son merdiveni iki kez inmen gerekmiyor.” Ben de, “Ama öyle yapmam gerekiyor,” derdim. Sonra bana, “Neden?” diye sorardı ben de her zamanki gibi, “Çünkü benim aklım böyle çalışıyor,” derdim.
2
Annem montunu giymiş, anahtarlar elinde, yüzünde bir sırıtışla bana bakıyordu. Böylece internet bağlantımın bir başka kavga ânına kadar kurtulduğunu anladım. İnternet bağlantısını kaybetmek, benim için yoğun bakım fişinin çekilmesi ya da bir sandığın içine tıkılıp okyanusa atılmak gibi bir şeydi. Ama beni güvenli alanımdan çıkmaya zorlamak konusunda ne kadar ciddi olursa olsun, annemin tehdidini gerçekleştirecek kadar cesur olmadığına emindim. Bunu, internetimi kesecek olursa hayatı ona zindan edecek şımarık bir çocuk olduğum için söylemiyordum. Demek istediğim, benim için üzülüyordu. İnternetim olmazsa hayattan tamamen kopacağımı biliyordu. İçinden mavi ışıklar saçan o kullanışsız, plastik kutu benim arkadaşımdı. Acı ama gerçek. Gerçek hayatla bağ kurmama yardımcı oluyordu.
Yine de, aptal beynim ve onun hiç bitmeyen paranoya nöbetleri annemle daha fazla empati kurmama izin vermiyordu. Bu nedenle işte buradaydım. Ve birlikte dışarı çıkıyorduk. Öldürün beni. “Her şeyini aldın mı?” diye sordu annem monoton bir sesle. Normal davranıyorduk. Kısa süren bir aldatmacadan sonra çantamı açtım ve İçindekileri Kontrol Et Operasyonu başladı:
1. Kaza yaparsak/soyulursak/fırtınaya yakalanırsak yardım
çağırmak için cep telefonu
2. Kalabalığın içinde kalırsak insanların sesini bastırmak için
kulaklıklar
3. Arabamız bozulursa ve dağ başında mahsur kalırsak diye
bir şişe su
4. Diğer şişe su akıtır veya içindeki su buharlaşıp yok olursa
diye yedek bir şişe su
5. Burun kanamaları, hapşırıklar, ağlamalar ve/veya salya
akıtmalara karşı mendiller
6. Bir yere dokununca kapabileceğin mikroplara karşı el
temizleme jeli
7. Nefes alıp vermek veya içine kusabilmek için kesekâğıdı
8. Bir şekilde açık yara oluşursa diye yara bantları ve alkollü
mendiller
9. Astım spreyi (Astımım 12 yaşındayken geçmişti ama konu
nefes almak olunca işi şansa bırakmamak gerekirdi.)
10. Uzun zamandır çantamda olan ve çıkarırsam dünyanın
sonun geleceğine inandığım, kesinlikle hiçbir amacı
olmayan bir ip parçası
11. Çoğu kaçırılmamı içeren trilyon sebepten dolayı bir tırnak
makası
12. Ve son olarak, panik atak yaşadığım zamanlarda ağzımda
oluşan ekşi tadı gidermek için sakız
Normallik çantamın içine balıklama daldı, bol miktarda karışıklığın dibine battı ve yavaş, acı verici bir şekilde öldü. Başımı yukarı aşağı salladım, ağzım hareket etmiyordu. Dudaklarım uyuşmuştu. Annem daha sokak kapısını bile açmamıştı ama panik çoktan başlamıştı. “Hazır mısın?” diye sordu annem. Sesi yumuşamıştı. Hazır olmak, sadece dört hecesi olması gereken ama bir anda elli hecesi olan bir fiildi. Başımla onayladım. Çok sert değil çünkü kafamın her an kopup düşeceğine emindim.
Annemin alnında uzay kadar derin bir çizgi oluşmaya başladı. Bu benim için olduğu kadar annem için de acı vericiydi ve dışarı çıkmam için uğraşmasaydık hayatın ikimiz için de çok daha kolay olacağını düşünmeden edemiyordum. Ama bunu düşünmeye iznim yoktu. Bunun yerine kendime uğraşmamız etmemiz gerektiğini hatırlatmam gerekiyordu çünkü eğer korkularımı kontrol etmeyi öğrenmezsem yalnız başıma ölecektim. Tanımadığım insanlar sosyal medya hesabıma başsağlığı mesajları yazarken ve kuduz kediler çürümekte olan cesedimi yerken odamda gizlenmiş olacaktım. Annemin zümrüt yeşili gözlerinde yeniden güven verici bakışlar oluştu ve başını hafifçe sallayarak onayladı. Ellerini benimkilerle birleştirdi ve asla yardımı dokunmayan kelimeleri söylemeye başladı. “Sadece nefes al, burnundan al ve ağzından ver. Nefes almaya devam et.” Panik vücudumu ele geçirmeye başladığında, zemin ıslak çimentoya dönüşüyordu. Sanki ayaklarım arabaya giden yolda ıslak çimentonun içine gömülüyormuş gibi geliyordu.
Gözlerimi botlarıma diktim çünkü dışarıdaki geniş alanı görmek sonum olurdu. Boğuluyordum. “Anne.” Annemin kolunu yakaladım ve sanki bir can yeleğiymiş gibi göğsümün üstünde sıkıca tuttum. “İyisin, tatlım. Neredeyse geldik.” Derimin altında böcekler yürüyordu. Altdudağım sarktı. Bir golf topu yuttuğumu hatırlamıyorum ama orada, boğazıma takılmış durumdaydı ve beni boğmaya çalışıyordu. Eylül güneşi başımdan aşağı sıcak kızıl ışınlarını püskürtürken bir ayağımı öbürünün önüne atmaya konsantre olmaya çalışıyordum. Adımlarım yavaşlıyor, dizlerim bükülüyordu. Sıçmıştım. Bu hâlde arabaya kadar ulaşamazdım. “Nefes almaya devam et. Sadece nefes almaya devam et.” Annem diğer kolunu omzuma doladı ve sıktı. Beni neredeyse taşıyordu ki bu iyi bir şeydi çünkü kaslarım sıvılaşmış ve akıp gitmişti.
Neredeyse bir ömür gibi gelen sürenin ardından annem arabanın kapısını açtı ve beni ön koltuğa oturttu. Nefesimi koyuverdim. Bütün suyu çekilmiş bir meyve gibi pörsüdüm. Bitkinlik koca bir tır gibi çarptı bana. Sonra, panik atak henüz beni mümkün olan her şekilde yiyip bitirmemiş gibi spazmlar başladı. Doktor Reeves bunlara tik diyor. Kollarım zıplıyor, bacaklarım seğiriyordu. Boğuk bir ses dudaklarımın arasından kaçıp gidiyor ve tüm kemiklerimin sarsılmasına sebep oluyordu. Durduramıyordum. Kontrol bende değildi. Panik ataklar sırasında, vücudum ne isterse onu yapıyordu. En azından bu sefer bayılmamıştım. Bayılmak en kötüsüydü, özellikle de düşerken seni tutacak kimse yoksa. Şansıma, beni tutacak kimsenin olmaması başıma sadece bir kez geldi.
Geçirdiğim ilk panik ataktı ve okuldaydım. Tabii ki o zamanlar panik atağın ne olduğunu bilmiyordum ve ölmek üzere olduğumu sanmıştım. Hayatımda yaşadığım en garip şeydi. Bayan Dawson kimya dersinde bana bir soru sormuştu, periyodik tabloyla ilgili bir şeydi ve aklım bir anda durmuştu. Herkesin gözleri üzerimdeydi, ensemin etrafında ateşi hissedebiliyordum ve görüşüm bulanıklaşmıştı. Hani çölün üstünden sıcaklık yükselir ve tüm manzarayı bulanıklaştırır ya, her şey öyle fluydu. Sonra tek hatırladığım, Acil’de uyandığım ve alnımın üzerinde tren rayı gibi dizilmiş dikişlerdi. Altı dikiş. Ondan sonra da her şey kötüye gitti. Yolculuğun sonraki yirmi beş dakikasını koltuğumda büzüşmüş bir şekilde geçirdim, camdan dışarı bakmaya çok korkuyordum. Kulaklıklarımda yüksek sesle bir öfkeli kız müziği çalıyordu ama kafamın içinde olası felaketleri listelemekte olan sesi susturmaya yetmiyordu.
Annem Bridge Lea Tıp Merkezi’nin önündeki alana arabayı çekti, motoru durdurdu ve dönüp bana baktı. “İçeri gelecek misin?” “Bunu yapamam,” dedim, sesim bir fare gibi zayıf ve tizdi. Tuhaf davranmıyordum. Buraya kadardı. Ciddiydim. Tükenmiştim ve boynumdan aşağısı uyuşmuştu. Kaslarımın ağırlığımı taşıyabileceğini sanmıyordum. Annem rekor sürede durumu kabullendi. Motivasyon Doktoru ve onun akıl sağlığıyla ilgili var olmayan uzmanlığı defolup gidebilirdi. Paramparça çocuğunu hareket etmeye zorlamak, ruhu olan herhangi bir ebeveyn için neredeyse imkânsızdı. Annem otopark alanında on tur attıktan sonra Doktor Reeves’i ofisinden almak için gitti. Bugünün terapi seansı arabada gerçekleşecekti. Annem kapıdan yanında bizim doktorla beraber çıktı. Annemin elleri kıpır kıpırdı; önünde bir aşağı bir yukarı hareket ediyor, duyamadığım ama dilediğini bildiğim özürleri pekiştiriyordu.
Her zaman olduğu gibi, Doktor Reeves elini annemin omzuna koydu ve onu özür dilenecek bir şey olmadığı konusunda temin etti. Doktor Reeves annemden daha kısaydı. 1.52 boyunda ve dal gibi incecik bir kadındı. Güçlü bir rüzgâr esse uçup gidecekmiş gibiydi. Gülümsüyor, hayattan zevk alıyordu. Çok fazla gülümsüyordu. Alaycı bir sızıntı derimin altında yayılmaya başladı. Hiç kimse bir pazartesi sabahının dokuzunda bu kadar mutlu olmamalıydı. Hiç kimse. Annem sağına döndü ve yolun karşısındaki restorana doğru ilerlemeye başladı. Doktor Reeves gözlerini kısıp bana dikti ve sürücü koltuğuna oturdu. Pantolonunu düzeltti ve ellerini birleştirip kucağına koydu. “Ne oldu?” diye sordu. Sesi sakin ve rahatlatıcıydı, rahatlama kasetlerindeki okyanus dalgaları sesi gibi. “Yapamadım.” Gözlerinin içine bakamıyordum. “Üzgünüm, sadece yapamadım.” İç çekti. Özür dilemem hoşuna gitmiyordu.
“Neden böyle olduğunu konuşalım.” Gözlüğünü kaldırıp kafasına taktı.
“Aptalca bir şey.”
“Seni korkutuyorsa aptalca değildir. Bana arabadan inme zamanı geldiğinde ne düşündüğünü söyle.”
Derin bir nefes.
“Merdiveninizi düşünmeye başladım.” Doktor Reeves’in ofisine çıkan yirmi sekiz basamak vardı. Soluk kesiyorlardı, masallardaki merdivenler gibi. Yukarı ve yukarı ve yukarı, cennetin
ulvi yüksekliklerine çıkarmış gibi. Merdivenin etrafı iki sağlam
beyaz duvarla çevriliydi. Duvarların üzerinde dökme demirden
siyah tırabzanlar vardı.
Başıyla onayladı. Konunun nereye gittiğini biliyordu. Yukarı
çıkmakla ilgili çok konuşuyorduk. Merdivenlerle ilgili bir sorunum vardı.
“Merdivene ne olmuş?”
“Söylemek istemiyorum.”
“Norah, burada sadece ikimiz varız.” Duruşunu rahatlattı ve
okul kafeteryasındaymışız, birazdan oyun kurucunun baklavalarından bahsedecekmişiz gibi arkasına yaslandı. “Bana anlatabilirsin.”
Sesi alçaktı, biraz hipnoz edici gibi, boğazımın içinden cevabı
çekip çıkarıyordu.
“Hub’da takılıyordum, hani size bahsettiğim şu sosyal medya
sitesi…” Başıyla onayladı. Altdudağımı sertçe ısırdım. “Ve herkes Seto’da yaşanan trajediyle ilgili notlar paylaşmaya başladı.”
Japonya’da yaşanan depremden bahsettiğimi biliyordu. Bunu
anladım çünkü kısa bir anlığına gözlerinde bir acı oluştu. Haberleri görmüştü, ilk rakamları okumuştu, paylaşılan binlerce
fotoğrafa üzülmüştü.
“Sonra okumaya başladım.”
Dudakları üzüntüyle büzüldü. “Bunu yapmaman konusunda anlaştığımızı sanıyordum.”
“Anlaşmıştık. Ben de bunun için uğraşıyordum.”
Uğraşıyordum. Gerçekten. Haftalar önce duygularımı daha iyi işleyebilecek duruma gelene kadar kaldıramayacağım şeylerden uzak durmam konusunda konuşmuştuk. Haberlerden kaçmak kolaydı, tek yapman gereken televizyondan uzak durmak ve herhangi bir gazeteyi elime almamaktı. Ama sonra sosyal medya hesabımda ölüm ve yıkım gibi kelimeler görüyordum ve ne olduğunu öğrenmem gerekiyordu. Bakmadan edemiyordum. Canını yakacağını bile bile ışığa gitmekten kendini alıkoyamayan bir kelebek gibi. Bu bir dürtüydü. “Yui isimli bir kadınla ilgili bir hikâye vardı.
Bir ofisin birinci katında çalışıyormuş. Yui, birinci ve ikinci katta çalışan herkesin çıkmayı başardığını ama üçüncü, dördüncü ve beşinci katta çalışanların asansörler durduğu ve merdivenler çöktüğü için kapana kısıldıklarından bahsetmiş.” Parmaklarımla hayali düğümler yapıyor, o zavallı insanların akıllarından geçenleri hayal etmeye çalışırken terliyordum. “Tamam.” Doktor Reeves elini benimkinin üstüne koydu. “Sadece rahatla. Şu anda herhangi bir merdivende değiliz.” “Mantıksız olduğunu biliyorum,” dedim çünkü bunun farkındaydım. Hayatımı bir felaketin gerçekleşmesini bekleyerek geçiremeyeceğimi biliyordum. Bunu biliyordum. Lanet olsun, öyle yaşıyor olsaydık tüm hayatımız boyunca hareketsiz dururduk ya da sokaklarda şu yuvarlak, devasa, plastik balonlar içinde dolanmak zorunda kalırdık.
Ama sanki aklım ve beynim iki farklı şey gibilerdi, birbirlerinin tersine çalışıyorlardı. İşbirliği yapmalarını sağlayamıyordum. Doktor bana korkunun ve mantıklı düşüncelerin birbirlerine düşman olduklarını hatırlattı. Sonra nöral bağlardan ve düşünme döngülerini kırmaktan konuştuk. Tıp dilinde bu, Bir sonraki buluşmamızda, bir kat merdiven çıkacağız, demek oluyordu. Eğlenceli zamanlar. Bu konuşmadan sonra doktor bana bir randevu ayarladı. Ben pazartesi gününü önerdim, haftaya aynı gün aynı saat. Salı günü öğleden sonra olması konusunda ısrar etti.
Doktor terapi tarihlerini değiştirmeyi seviyordu; buluşmalarımıza az da olsa spontanlık hissi katmayı sevdiğini söylemişti. Böylelikle beynim bir rutine bağlanmaya başlamıyordu. Doktor arabadan indi. Daha şimdiden haftaya evden çıkmamı engelleyecek bir hastalık üretmek için çabalamaya başlamıştım.
3
Nihayet eve sağ salim gelebildim. Evimin önündeki kısa yolu yürümek daha kolay geliyordu. Dünyamı sarsan şey dışarı çıkma kısmıydı, eve dönüş değil. Annem mutfağa gitti. Bense odama gidip kaybolmayı ve bitkisel hayata girmeyi planlıyordum ama ay sonuna kadar bitirmem gereken bir fen ödevim vardı ve işleri son saniyeye/dakikaya/haftaya bırakan biri değildim. Yani, şimdi ile sonra arasında her şey olabilirdi. Ya bilgisayar ve laptop aynı anda bozulur ve onları tamir ettirmek çok uzun zaman alırsa? Ya parmaklarımı korkunç bir sandviç kesme kazasında kaybedersem? Ya da bir kasırga evimizi yıkıp her şeyi beraberinde götürürse? Bilemezdiniz.
Ders çalışmaya kaçtım, bilgisayarın açma-kapama düğmesine bastım ve eski dostum cızırdaya cızırdaya açılmaya başladı. Ne yazık ki uzun vadeli bir hastalığının olması eğitimden kaçabileceğin anlamına gelmiyordu. En azından dört senedir bu böyleydi. Annem ve Uzaktan Eğitim Merkezi web sitesi bana evde eğitim veriyordu. Öğrenmeyi sevmiyor değildim. Seviyordum. Kesinlikle bayılıyordum. Bu kadar sevmiyor olmayı dilerdim. Önceden hiç sevmezdim. Bunların hepsi agorafobinin beni dünya üzerindeki en anormal ergen gibi gösterme planlarının haince bir parçasıydı.
Ödevimi elimden geldiğince hızlı yapıyordum, çoğunlukla bu bilgisayar neredeyse buharla çalıştığı ve kullanışsız tuşlar onlara her basışımda tıkırdadığı ettiği için. Bu şablonlara ve sayılara takıntılı bir beyin için çok da iyiye işaret değildi. Her bir tuş sesiyle birlikte insanüstü ses saptayıcılarım en ufak ses değişimini fark ediyor ve ben iki tuş sesinin birbirinden farklı oluşuna korkutucu derecede takılıp kalıyordum. Sonra bir anda ben Mozart oluyordum ve saatlerce bir Shakespeare sonesini bir melodiye oturtmaya çalışıyordum. Çok şükür bu her zaman ortaya çıkan tuhaflıklardan bir tanesi değildi.
Çoğu kompulsif davranışım gibi, o gün ne kadar stresli/duygusal/uykulu/hormonal olduğuma bağlı olarak bir belirip bir kayboluyordu. Yazıcı kâğıtlarımı tükürerek çıkardı. Onları elime aldım, bir deste hâline getirip hepsi güzel ve düzgün görünsün diye masanın üstüne vurarak düzelttim. Bu şekilde kalabilmeleri için onları ataşlamak istiyordum ama annemin genellikle her şeyin bulunduğu kırtasiye kutusunda ataş yoktu. Geçen hafta bir matematik testi çözerken bir anda hayal kurmaya başlamış ve farkında olmadan onlardan bir Eyfel Kulesi modeli yapmıştım.
Sanat zorunlu bir ders değildi ama annem bana yine de A vermişti. Annemin bu hafta kırtasiye ürünlerini nereye stokladığından emin olamayarak çalışma odasında etrafıma bakındım. Burada olabilirdi, arabanın bagajında olabilirdi, sutyeninin içinde veya Louis Vuitton bavulunun dibinde olabilirdi. Masanın en üst çekmecesine uzandım. Tereddüt ettim. Annem bir dağınıklık canavarıdır. Yatak odası bir fırtına ile ikinci el dükkânı arasında savaş çıkmış gibi görünür. O odanın içinde koca bir organizma ulusuna evsahipliği yapmaya yetecek kadar soğuk çay fincanı vardır. Örümcek-Adam fincanım tam olarak iki ay on gün önce o odaya girmişti ve onu o zamandan beri görmemiştim. Bir anda bir titreme geldi. En sonunda fincanım ortaya çıktığında Hüküm Dağı’nın ateşlerinde yok edilmesi gerekecekti. Ama bu onun alanıydı.
Anlaşmamız böyleydi. Evin geri kalanında bir şeyleri etrafta bırakma huyundan vazgeçmeye çalışıyordu ve yatak odasının kapısını hep kapalı tutuyorduk. “Anne?” Bir saniye bekledim ama cevap vermeyince elimdeki kâğıtların beyazlığına ve mükemmel yazısına hayranlık duyarak mutfağa doğru yürüdüm. Mükemmeliyet bir histir; yeni aldığınız bir defterin ilk sayfasına yazmaya başlamadan önce yazı yeteneğinizi sorguladıysanız bunun ne demek olduğunu bilirsiniz. Daha mutfağa girmeden annemin konuşmasını duyabiliyordum. “Maggie’yi gönderemez misin ya da stajyeri, ismi neydi?” Telefonda, sırtı bana dönük bir şekilde mutfak masasında oturuyordu. Kelimeleri ağır ve endişe yüklüydü.
Hemen kaygılandım. O kadar kaygılandım ki annemin eve bir hırsız girmesi olasılığı karşısında ne kadar korunmasız olduğunu düşünmek yarım saniyemi bile almadı. Odanın neredeyse yarısına kadar girmiştim ama hâlâ beni fark etmemişti. “Norah’yla durumlar bu aralar biraz karışık. Onu tekrar bırakabileceğimden emin değilim,” dedi annem. Omuzları düştü. Bu yıl içerisinde girdiği üçüncü yeni işti bu. Geçen sene iki yeni işi vardı. Bizim durumumuza anlayış gösterebilecek bir patron bulmak biraz zordu. Ben ona bağımlıydım ve annemin işi seyahat etmesini gerektiriyordu. İşverenleri ona devamlı olarak seyahat etme mecburiyetini atlayabileceğine söz veriyorlardı ama annem inşaat ekipmanları satmakta o kadar başarılıydı ki sonunda fikirlerini değiştiriyorlardı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Genç Yetişkin Romantik
- Kitap AdıParçalı Bulutlu
- Sayfa Sayısı256
- YazarLouise Gornall
- ISBN9786258387797
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYabancı Yayınevi / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yokmusun ~ Meryem Nart
Yokmusun
Meryem Nart
Tek Aşk, İki Farklı Göz… Meryem Nart, altıncı romanı #YOKMUSUN ile okurlara alışılmışın dışında bir okuma sunuyor ve okurları Esra ile Dünya’nın gözünden tek...
- Kış Ustası ~ Terry Pratchett
Kış Ustası
Terry Pratchett
“Kış asla ölmez. İnsanların öldüğü gibi ölmez. Geçe kalmış kırağıda ya da bir yaz akşamındaki güz kokusunda takılıp kalır ve sıcak havalarda dağlara kaçar.”...
- İspanyol Aşk Aldatmacası ~ Elena Armas
İspanyol Aşk Aldatmacası
Elena Armas
New York Times, Usa Today, Sunday Times, Globe&Mail Ve Irish Times çok satanı. Bir düğün. İspanya’ya bir seyahat. Dünyanın en sinir bozucu adamı.. Ve...