“Merak edersin, söyleyeyim.
Beni görmeye geldikten iki ay sonra İstanbul’da, havaalanı yakınında arabada ölü bulundun, kalp krizi. Kalbin çok kötü durumdaymış, biliyor muydun?
Arabayı kenara çekmişsin, motor çalışmıyormuş.
Yoğun yağmurlu ve rüzgârlı bir gecede. Hani öyle fırtınalar vardır ki tüm sesleri boğar, işte öyle bir geceymiş.
Ölürken seslendiysen, bağırdıysan bile kimseler duymamış, polis öyle söyledi. Nereye gidiyordun baba?”
Sedef Betil, yaşamın içinden seçtiği ufacık anları, yağlı boya tablolar çizercesine, kendine özgü bir üslupla anlatıyor.
Parçalar ve Zerreler, umutsuz bekleyişlerin, tatsız ayrılıkların, anne ve babalarla evlatlar arasındaki tatlı sürtüşmelerin, zamansız karşılaşmaların, sıcak ama çok sıcak yaz günlerinin, kız kardeşler arasındaki nedensiz çekişmelerin, bir pazar günü kadın olma halinin, deniz kenarındaki otellerin, işlevsiz müzelerin kitabı.
Kelebek dokunuşlarını andıran minimal öyküler…
İÇİNDEKİLER
Yol ve Kadın ………………………………………………………………………………………7
Ben, Poyraz………………………………………………………………………………………13
Doğum Günü Partisi…………………………………………………………………21
Müze……………………………………………………………………………………………………….29
Babamla Dört Hafta………………………………………………………………….37
Parça Parça……………………………………………………………………………………….45
Köşedeki Kafe…………………………………………………………………………………53
Uçak ……………………………………………………………………………………………………….61
“Baba?” …………………………………………………………………………………………………..69
“Yabancı, Sen Kimsin?”……………………………………………………………75
Sıcak, Çok Sıcak Bir Yaz Günü………………………………………83
Karşılaşma………………………………………………………………………………………….91
Yolda Bir Adam……………………………………………………………………………97
Bir Pazar Günü Kadın Olma Hali ………………………………103
Deniz Kenarında Bir Otel………………………………………………….109
Bekleyiş……………………………………………………………………………………………..117
Yol ve Kadın
İki yıldır yöneticiliğini yaptığım holdingden bir an önce çıkmak için koridorda hızlı hızlı yürüyorum. Egoları tavan yapmış erkeklerle toplantı, toplantı, her gün aynı. Asistanım peşimde, telefon bekleyenleri sıralıyor. Bugün başka plan, program yok, karar almak da yok, telefon bile yok. Sıkıldım artık, hepsinin, işin de canı cehenneme. İçimde birikenler her adımımla granit zeminde patlıyor, yerlere saçılıyor. Bazen böyle geliyorlar bana. Şoförün beni görüp koşarak arka kapısını açtığı, pırıl pırıl parlayan arabama doğru ilerlerken bir anda bedenime tirşe tirşe kokan deniz doldu. Bu devasa cam, çelik, beton yığınları arasından nasıl bana ulaştı anlamadım. Duraladım, başımı geriye attım, iki derin nefes daha aldım. Sonra kararlı adımlarla arabamın önüne doğru yürüdüm, direksiyona oturdum, ceketimi, çantamı, telefonumu, topuklu ayakkabılarımı arkaya attım, gaza bastım. Şaşkın şaşkın peşimden koşan şoförün ve güvenlik elemanlarının arasından holdingin ana kapısından tam gaz çıktım. İstanbul’un yollarında yönümü düşünmeden hızla ilerliyorum. Yanımdan tanımadığım binalar, duvarlar, direkler, insanlar akıyor. Yol ayrımlarında her an fırlamak üzere sabırsızca bekliyorum. Önümdeki araç nereye saparsa duraksamadan onu takip ediyorum. Sağımdan bir kamyonet yolumu kesti, önüme geçti. Neredeyse tampon tamponayız. Sonra ben şerit değiştirip bir taksinin peşinden gittim. Ne fark eder ki? Yolların hepsi gideni bir yerlere götürür. Camı açtım, sol kolum nisanın ılığında, saçlarım boynumla oynaşmada, şimdi ağır ağır ilerliyorum. Trafik de, yayalar da hafiflemiş durumda. Birbirlerini koklayan bir çift, pusetteki bebeğiyle konuşan bir kadın, ağır ağır ilerleyen iki yaşlı adam. Evin yoluna sapmıyorum. Oraya dönmek istemiyorum, aylak olmak istiyorum. Sağa, sola bakınıyorum. Birden yan kaldırımda biri gözüme takılıyor, genç bir adam, arada duraksıyor, kararsız gibi. Boyu çok uzun değil, temiz giyimli. Aniden kaldırıma yaklaşıp biraz önünde durdum. Güneş gözlüğümü çıkarıp, “Buralarda taksi zor bulursunuz, sizi uygun bir yere bırakayım,” diyorum. Kumral saçlarını yüzünden alıp, gözlerini kısıp açık cama eğiliyor, şaşkın şaşkın bana bakıyor, karşı kaldırıma, sağına, soluna göz atıyor, sonra yine bana dönüyor. “Büyükdere Caddesi’ne gidecektim?” “Haydi binin, binin.” Biraz tedirgin, öne yanıma oturdu, bağlandı, yarım yamalak arkasına yaslandı. Konuşmadan gidiyoruz. O, yan yan arabayı inceliyor, etkilendi ama daha istediklerini soramıyor. İnce hatlı, muntazam bir yüz. Birden hatırlamış gibi bana döndü, heyecanlı bir sesle, “Ben Eren,” dedi. Ben de gülerek, “Ben de Yurdanur. Öğrenci misiniz?” dedim. “Üçüncü sınıf, endüstri mühendisliği, ODTÜ’deyim. Staj bakmaya geldim, iki-üç görüşmem var ama İstanbul’u pek bilmiyorum.”
“Demek aynı okuldanız. Bu şehir pek kolay ‘bilinmez’, emek, zaman vermek gerekiyor. Solundaki konsolda iş kartım var, al. Belki yardımcı olabilirim.” “Nasıl olur bilmem ki? Aslında iyi olur, ama şimdi başka işler var, okul filan…” Kartı aldı, şöyle bir bakıp cebine bıraktı. Gözümün kenarı onda, avucu krem rengi deri koltuğu okşuyor. “Arabanız çok güzel. Hem de çok yeni galiba?” “Arabam? Evet yeni, bu yılki… Ehliyetin var mı?” “Kullanmayı biliyorum ama ehliyet almadım daha, zaten araba da yok.” “Olur, olur. Araba da alırsın. Arkana yaslansana, koltuğu da istediğin ayara getir, yanında düğmeler var. Rahat ol… Kullanmak ister misin?” “Yok yok, siz güzel kullanıyorsunuz,” dedi heyecanlanarak. Bu daha çocuk. Yol açık, konuşmuyoruz. Radyo çok kısık Tarkan çalıyor, el parmaklarım direksiyonda kendi iç müziğimin ritminde. Onun gözleri birden eteğimden sıyrılmış arada ayrılan, arada birbirine sürtünen dizlerimi yakalıyor. Sonra bakışları siyah/kırmızı ojeli çıplak ayak parmaklarıma takılıyor, büyülenmiş gibi kalıyor. Nedense benim keyfim yerine geliyor, sabahtan beri ilk kez. Ama o pek rahat değil. Onun nefesindeki ve bedenindeki gerginliğin arttığını hissediyorum. Gülümsüyorum. Araba sessizce kayıyor. Kırmızı ışıkta durduğumda hafifçe öksürdü, bana dönmeden, biraz tereddütle “Siz ne iş yapıyorsunuz?” diye sordu. Kartımı okumamış. Ona doğru döndüm, sağ kolumu oturduğu koltuğa uzattım, parmaklarım hafifçe, bir an için ensesine değdi. Dışarıda, onun hemen yanındaki reklam panosunu gösterip, “Şu buzdolaplarını yapıyoruz. Holding’in genel müdürüyüm,” dedim.
İnanmayan gözlerle bir bana, sonra yan kaldırımdaki reklam panosuna baktı, sonra yine bana. “Nasıl olur? Çok gençsiniz…” Gözlerim yola çevrili, “Oldu işte,” dedim. Sonra ona döndüm, onun genç, meraklı gözleri şimdi benim gözlerimde. “Yurdanur Hanım, anlatsanıza, zor değil mi?” “Zor? Hangisi zor… Neyi soruyorsun?” “Şirketleri yönetmek, hem de kadınsınız.” İyice geriye yaslandım, düşünüyorum. Ne anlatsam buna şimdi? Toy ama sevimli de. “İşi mi merak ediyorsun? Bir yığın toplantı, okunması gereken raporlar, yurtdışı iş gezileri. Dünyanın neresinde neler oluyor hep takip et, kararlarını ona göre ayarla. İş dünyası aslında kapalı kapıların ardında peş peşe sürdürülen bir erk savaşı… Saatsiz bir yaşam, günlerin pek senin değil. Sonra…” “Sonra?” “Sonra… Ailen, ev, kenarda kalıyor, öyle yorumluyorlar, kaçınılmaz bir sıyrılma yaşanıyor. Duygularını, özel düşüncelerini dizgine alıyorsun… Seni kaygısız, duyarsız zannediyorlar. Sen de görmezden gelmek için uğraşıyorsun, tedbir alıyorsun. Böyle bir şeyler işte.” Vitesi değiştirip arabaya hız verdim. “Seviyorsunuz işinizi.” “…İşte olmayı tercih ediyorum diyelim.” “Mutlu musunuz?” Onunla göz gözeyiz. “Mutluluk nedir ki? Mutluluk bir an, gelip geçer. Çok üstünde durmuyorum. Ama başka önemli edinimlerim oldu… Talep etmesini öğrendim, her konuda. Hiç de kolay değildir.” Sonra gözlerimi tekrar yola çevirip, “Sen, söyle bakalım. Sen aklından geçenleri, arzularını dile getirebiliyor musun?” diye soruyorum.
Bir anda kıpkırmızı oldu. Başını olumsuz anlamda salladı. Ne yapacağını bilemiyor, yerinde huzursuzca hareket ediyor. Sonra sağa doğru kaydı, kapıya yaslandı, benden uzaklaşmaya çalışıyor. Sessizce yol alıyoruz, solumda yeni çiçeklenen kestane ağaçlarını bir bir geçiyorum. Gözüm yolda. “Biraz ileride güzel bir yer var, tenhadır, rahattır. Girelim, bir şeyler yer, içeriz, konuşuruz. Olur mu?” Genç adamın nefesi sıklaştı, yutkundu, bir kez daha yutkundu. Bana döndü ama bana bakamıyor, sonra sağa döndü, sonra tekrar bana, kısık, boğuk bir sesle “Olabilir…” dedi. Hemen sonra da, “Ben en iyisi ineyim, ileride taksi gördüm,” diye ekledi. Acele etmeden arabayı sağa çektim, durdum. Hemen dışarı atladı, kaldırımdan ileriye doğru kaçarcasına hızla yürüyor ama onun yolu uzun daha, o yolda da beni unutacağını hiç sanmıyorum. Dirseklerim direksiyonda, çenem avuçlarımda arkasından dalgın dalgın bakıyorum. Neden sonra hareket ettim, ağır ağır sol şeride geçtim, sonuna kadar gaz verdim, ilk sapaktan sola döndüm. Bu yol denizde biter, biliyorum. Güneş yumuşamış, tepelerin arkasına doğru kaçıyor. Etrafta kimsecikler yok. Arabanın burnu neredeyse suda. Koltuğumu geriye aldım, bacaklarımı uzattım. Deniz ve ben şimdi karşı karşıyayız. Tuzlu kokusu genzimde, iki üç martı sesi kulağımda, önümde suyu ağır ağır yaran, yükünü almış, boyası akmış bir gemi. Arkasındaki dümen köpüğüne şöyle dalsam diyorum, beni gerilere doğru kaydırsa. Sonra dalgalar beni karşı kıyıya atsa, bir yalının içinde ıslak ıslak dolansam, sonra da mesela mutfakta patlıcan kızartsam…
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı Roman (Yerli)
- Kitap AdıParçalar ve Zerreler
- Sayfa Sayısı122
- YazarSedef Betil
- ISBN9789750527340
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2019
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Hasret – Hasret En Büyük Esarettir ~ Canan Tan
Hasret – Hasret En Büyük Esarettir
Canan Tan
Gittin… Bir yemin kaldı aramızda Yarısı senin Yarısı benim… Hasret, izleri Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet öncesi döneme uzanan, gerçek yaşamdan alınmış kırık bir aşkın...
- Mahrem ~ Elif Şafak
Mahrem
Elif Şafak
Görmeye ve görülmeye dair bir roman… “Öyle güzel ki uçmak… Öyle güzel ki tüyden hafif, uçurtmadan serseri, buhardan oynak, toz zerresinden kıvrak, kar tanesinden...
- Taş Havan ~ Memduh Şevket Esendal
Taş Havan
Memduh Şevket Esendal
“Taş Havan” adını verdiğimiz elinizdeki kitapta, 1949-1960 yılları arasında süreli yayınlarda çıktıktan sonra çeşitli kitaplarına dağılmış Esendal öykülerini bir arada okuyacaksınız. “Memduh Şevket Esendal’ı...