Bu aşk benim sonum olacak
Reed Royal zengindi, yakışıklıydı, güçlüydü. Okuldaki her kız onunla olmaya can atıyor, her erkek onun yerine geçmek istiyordu. Ancak Reed ailesi dışında kimseyi önemsemezdi. Ta ki hayatına Ella Harper girene kadar.
Babasından ve onun yeni oyuncağından intikam almak isterken kendini bambaşka bir çıkmazda bulmuştu. Artık tek arzusu Ella’nın güvende ve yanında olmasıyken, yaptığı bir hatayla her şey elinden kayıp gitmişti. Herkes Royalların zehirli olduğunu söylüyordu ve belki de haklılardı.
Etrafı sırlar, düşmanlar ve ihanetle sarılmışken, Reed gerçek bir Royal olduğunu kanıtlamak ve ailesini korumak zorundaydı.
*
1
Reed
VESTİYERDEN GEÇİP mutfağa girdiğimde ev karanlık ve sessizdi. Neredeyse bin metrekarelik evde kimseler yoktu. Yüzüme bir sırıtış yayıldı. Kardeşlerimin yarattığı kalabalık yoktu, temizlikçi kadın gitmişti ve babam da kim bilir neredeydi, bu da demek oluyordu ki Royal malikânesi bana ve sevgilime kalmıştı.
Oh be.
Hafif koşturarak mutfağı geçtim ve arka merdivenden çıktım. Ella’nın beni yatakta, uyurken giymeyi alışkanlık hâline getirdiği o eski tişörtlerimden birinin içinde, tüm seksiliği ve sevimliliğiyle beklediğini umuyordum. Hatta üzerinde başka bir şey yoksa bu daha da güzel olabilirdi… Adımlarım hızlandı, kendi odamı, Easton’ınkini ve Gid’in eski odasını geçip Ella’nın kapısına vardığımda kapının kapalı olduğunu görünce hayal kırıklığı yaşadım. Hafifçe tıklattım ama cevap gelmedi. Kaşlarımı çatarak cebimden telefonumu çıkarıp hemen mesaj attım.
Nerdesin, bebeğim?
Cevap vermedi. Telefonumu bacağıma vurdum. Muhtemelen bu akşam arkadaşı Valerie ile dışarıya çıkmışlardı ki bu iyi sayılırdı, en azından o gelmeden bir duş alabilirdim. Bu akşam çocuklar Wadelerde çok fazla ot içmişti, Ella’nın odasını kokutmak istemiyordum.
Yeni plan. Duş al, tıraş ol ve Ella’yı bulmaya çalış. Tişörtümü üzerimden çıkarıp elimde top hâline getirdim ve ışıkları açmaya bile zahmet etmeden odama girdim. Ayakkabılarımı savurarak çıkarıp halının üzerinden geçtiğim gibi odadaki banyoya yöneldim.
Daha onu görmeden kokusunu aldım.
Ne oluyor lan?..
Burnuma mide bulandırıcı bir gül kokusu gelince aniden yatağa doğru döndüm. Yataktaki gölgenin kim olduğunu anladığımda sinirle, “Yok artık,” dedim dişlerimin arasından. Sırtımdan aşağıya öfkeli bir sıcaklığın yayıldığını hissedince kapıya doğru geri gidip ışıkları açtım. Bunu yaptığıma ânında pişman oldum çünkü odayı dolduran solgun sarı ışık hiçbir alakamın olmasını istemediğim bir kadının çıplak kıvrımlarını gözler önüne sermişti. “Burada ne yaptığını sanıyorsun lan?” diye bağırdım babamın eski kız arkadaşına. Brooke Davidson cilveli bir şekilde gülümsedi. “Seni özledim.” Ağzım açık kaldı. Benimle taşak mı geçiyordu? Başımı koridora çevirdim ve Ella’nın gelip gelmediğini hızla kontrol ettim. Ardından doğruca yatağa yöneldim. Onu bileğinden tutup yatağımdan kaldırmaya çalışırken, “Çık dışarı,” diye kükredim. Lanet olsun, şimdi çarşafları da değiştirmem gerekecekti çünkü bira ve ottan daha beter kokan bir şey varsa o da Brooke Davidson’dı.
“Neden? Daha önce şikâyet etmiyordun ama.” Kırmızı dudaklarını seksi görünmesi gereken bir şekilde yaladı ama benim midemi bulandırmıştı. Geçmişimle ilgili Ella’nın bilmediği bir sürü bokluk vardı. Midesini bulandıracak kadar çok. Önümdeki kadın da bu bokluklardan biriydi. “Net bir şekilde hatırladığım üzere, sana o kokuşmuş kıçına bir daha dokunmayacağım demiştim.”
Brooke’un kendini beğenmiş ifadesi söndü. “Ben de sana bir daha benimle bu şekilde konuşma demiştim.” “Seninle istediğim şekilde konuşurum,” dedim tükürürcesine. Kapıya bir bakış daha attım. Çaresizlik beni terletmeye başlamıştı. Ella eve geldiğinde Brooke’u burada görmemeliydi. Bu durumu ona nasıl açıklardım? Gözüm Brooke’un odaya saçılmış kıyafetlerine takıldı – dar bir mini elbise, dantel iç çamaşırları, bir çift topuklu ayakkabı. Benim ayakkabılarım da onların yanındaydı. Ortalık çok fena görünüyordu. Yerden ayakkabılarını alıp Brooke’a fırlattım. “Ne işler karıştırıyorsun bilmiyorum ama yemezler. Siktir ol git buradan.” Ayakkabıları bana geri fırlattı. Birinin topuğu göğsümü çizerek yere düştü. “Gönder de görelim.” Ensemi ovuşturdum. Onu yakalayıp zorla kapının önüne koymak dışında başka ne seçeneğim vardı bilmiyorum. Brooke’u odamdan yaka paça çıkarışımı Ella görse ona ne diyecektim? Şey, bebeğim, sadece çöpü çıkarıyordum, beni görmezden gel. Bak, babamın kız arkadaşıyla birkaç kez yattım ve şimdi babamla ayrıldılar diye sanırım kadın beni tekrar ağına düşürmek istiyor. Bu mideni falan bulandırmıyor, değil mi? Ardından tuhaf bir şekilde kıkırdardım.
Yumruklarımı sıktım. Gideon hep kendi kendime zarar veren biri olduğumu söylerdi ama var ya, bu defaki yepyeni bir seviyeydi. Bunu bile bile yapmıştım. Babama olan nefretim beni bu sürtükle aynı yatağa girmeye itmişti. Anneme yaptıklarından sonra, arkasından kız arkadaşını becermemi hak ediyor demiştim kendi kendime.
İşte şimdi belamı bulmuştum.
“Kıyafetlerini giy,” diye tısladım.
“Bu mesele kapan–”
Koridordan gelen ayak seslerini duyunca sustum. Adımın seslenildiğini duydum. Brooke başını kaldırdı. O da duymuştu.
Ah, siktir. Siktir. Siktir.
Ella’nın sesi kapımın tam arkasından geliyordu artık.
Kan beynime sıçrarken, “Bak şu işe, Ella dönmüş,” dedi Brooke. “İkinizle paylaşacak harika haberlerim var.” Bu, yapıp yapabileceğim en salakça şey olabilirdi ama aklımdan geçen tek düşünce, bu işi düzelt idi. Kadının buradan gitmesi gerekiyordu. Her şeyi bir kenara bırakıp öne atıldım. Onu yataktan çekip çıkarmak için Brooke’un kolunu yakaladım ama sürtük beni yanına çekti. Çıplak vücuduna temas etmemeye özen göstersem de dengemi kaybettim. Bunu fırsat bilip sırtıma yaslanarak kendini bana bastırdı. Silikon memeleri çıplak tenimi yakarken kulağıma doğru hafifçe güldüğünü duydum. Kapı kolunun çevrilişini panikle izledim. Brooke kulağıma, “Hamileyim ve bebek senin,” diye fısıldadı. Ne? Tüm dünyam donup kaldı. Kapı açıldı. Ella’nın enfes yüzü benimkiyle buluştu. İfadesinin keyiften şoka dönüşmesine tanık oldum.
“Reed?”
Yerimde donup kalmıştım ama Brooke’la en son ne zaman beraber olduğumu hesaplamaya çalışırken beynimde fırtınalar kopuyordu. Aziz Patrick Günü’ndeydi. Gid’le beraber havuzda takılıyorduk. Gid sarhoş olmuştu. Ben sarhoş olmuştum. Gid bir şeylere sinirlenmişti. Babam, Sav, Dinah, Steve. Söylediklerinden hiçbir şey anlamamıştım.
Brooke’un kıkırdamasıyla kendime geldim. Ella’nın yüzüne baktım ama net olarak göremiyordum. Bir şeyler söylemem gerekiyordu ama söyleyemedim. Kafam panik yapmakla ve düşünmekle meşguldü.
Aziz Patrick Günü… Zar zor üst kata çıkmış ve kendimi yatağa atmıştım, uyandığımda ıslak, sıcak bir baskının aletimin etrafında olduğunu fark etmiştim. Abby olmadığını biliyordum çünkü ondan ayrılmıştım ve zaten o kız gizliden odama girecek bir tip değildi. Ve ben kimdim de karşılıksız sunulan bir saksoyu reddecektim?
Ella’nın ağzı açıldı, bir şeyler söyledi. Duyamadım. Suçluluk ve kendinden nefret girdabında kendimi kaybetmiştim ve oradan çıkamıyordum. Tek yapabildiğim Ella’ya bakmaktı. Benim kızıma. Şimdiye kadar gördüğüm en güzel kıza. Bakışlarımı altın sarısı saçlarından ve bir açıklama yapmamı yalvaran iri mavi gözlerinden alamıyordum.
Bir şeyler söyle, diye emrettim ses tellerime. Dudaklarım hareket etmiyordu. Boynumda soğuk bir dokunuş hissettiğimde irkildim. Bir şeyler söyle, lanet olsun. Öylece gitmesine izin verme… Çok geçti. Ella hızla çıkıp gitmişti. Kapının çarpılma sesi beni kendime getirdi, yani bir nevi. Hâlâ hareket edemiyordum. Nefes bile alamıyordum. Aziz Patrick Günü… Bu neredeyse altı ay kadar önceydi. Hamile kadınlar hakkında çok fazla şey bilmiyordum ama Brooke hiç hamile gibi görünmüyordu. Mümkün değildi.
Mümkün. Değil. O. Bebeğin. Benden. Olması. Mümkün. Değil. Yataktan fırladım, kapıya atılırken ellerimin yaprak gibi titremesini görmezden geldim. Brooke keyifli bir sesle, “Ciddi misin?” dedi. “Onun peşinden mi gideceksin? Peki durumu ona nasıl açıklayacaksın, tatlım?” Öfkeyle ona döndüm. “Yemin ederim, kadın, eğer şu anda odamdan çıkmazsan seni kaptığım gibi kapıya koyarım.” Babam her zaman bir kadına el kadırmanın erkeği alçalttığını söylerdi. Bu yüzden hiçbir zaman bir kadına vurmamıştım. Brooke Davidson’la tanışana kadar da içimde böyle bir istek duymamıştım.
Tehdidimi duymazdan gelerek benimle alay etmeye, korkularımı yüzüme vurmaya devam etti. “Ona ne yalan söyleyeceksin? Bana hiç dokunmadığını mı? Beni hiç istemediğini mi? Babanın kız arkadaşını becerdiğini öğrendiğinde ne tepki verecektir sence? Seni hâlâ isteyeceğini mi sanıyorsun?” Artık boş olan kapıya baktım. Ella’nın odasından gelen boğuk sesleri duyabiliyordum. Koridorun karşısına koşmak istedim ama yapamadım. Brooke bu evdeyken bunu yapamazdım. Ya çırılçıplak hâlde dışarıya çıkıp benim çocuğuma hamile olduğunu söylerse? Bunu Ella’ya nasıl açıklardım? Bana inanmasını nasıl sağlardım? Bu yüzden Ella ile yüzleşmeden önce Brooke’un gitmesi gerekiyordu.
“Defol.” Bütün hüsranımı Brooke’a kustum. “Önce bebeğin cinsiyetini öğrenmek istemez misin?” “Hayır. İstemiyorum.” İnce, çıplak vücuduna baktığımda karnında hafif bir şişlik gördüm. Midem ağzıma geldi. Brooke şişmanlayacak bir tip değildi çünkü görünüşü onun tek silahıydı. Yani sürtük hamileyim derken yalan söylemiyordu.
Ama o çocuk benim değildi. Babamın olabilirdi ama kesinlikle benim değildi. Kapıyı açıp dışarı koştum ve “Ella,” diye seslendim. Ona ne söyleyeceğimi bilmiyordum ama bu, hiçbir şey söylememekten daha iyiydi. Öylece donup kaldığım için hâlâ kendime küfrediyordum. Tanrım, ben ne boktan bir adamdım böyle. Ella’nın kapısının önünde hızımı alamayarak durdum. Hızlı bir inceleme bana hiçbir şey kazandırmadı. Sonra bir ses duydum – bir spor araba motorundan çıkabilecek alçak, boğuk o sesi. Ben ani bir panikle ön merdivenden aşağıya koşarken Brooke, bir cadı gibi arkamdan kıs kıs gülüyordu. Kilitli olduğunu unutarak ön kapıya atıldım, kapıyı açmayı başardığımda dışarıda Ella’ya dair hiçbir iz kalmamıştı. Araba yolundan tam gaz çıkmış olmalıydı. Kahretsin. Ayaklarımın altındaki taşlar bana üzerimde kot pantolon dışında başka bir şey olmadığını hatırlattı. Topuklarımın üzerinde dönerek merdivenleri üçer üçer çıktım ve Brooke’u sahanlıkta görünce durakladım. “Bu bebeğin benden olması mümkün değil,” diye hırladım. Gerçekten benim olsaydı, Brooke sıkı sıkı tutunmak yerine bu kartı şimdiye kadar çoktan oynardı. “Babamdan olduğuna da şüpheliyim yoksa ucuz bir fahişe gibi odamda öyle soyunmazdın.” Soğuk bir şekilde, “Ben kimindir diyorsam onundur,” dedi.
“Kanıtın nerede?” “Kanıta ihtiyacım yok. Benim sözüme karşı senin sözün, babalık testinin zamanı gelene kadar ben çoktan parmağıma yüzüğü takmış olacağım.” “İyi şanslar sana.” Yanından geçmeye çalıştığımda kolumu tuttu. “Şansa ihtiyacım yok. Sen zaten benimsin.” “Hayır. Ben hiçbir zaman senin olmadım.” Elinden kurtuldum. “Ben Ella’yı bulmaya gidiyorum. Burada istediğin kadar kalabilirsin, Brooke ama senin oyunlarını oynamayı bıraktım.” Odama ulaşamadan buz gibi sesi beni durdurdu. “Callum’un bana evlenme teklif etmesini sağlarsan, herkese çocuğun ondan olduğunu söylerim. Bana yardım etmezsen eğer herkesi çocuğun senden olduğuna inandırırım.” Kapıda durdum, “DNA testi bebeğin benden olmadığını gösterecektir.” “Belki,” dedi neşeyle şakıdı, “ama DNA testi onun bir Royal’a ait olduğunu gösterecektir. Bu testler her zaman akrabalar, özellikle babalar ve oğullar arasında ayrım yapmaz. Ella’nın zihnine şüphe düşürmeye yetecektir. Bu yüzden sana şunu soruyorum, Reed: Dünyaya –özellikle Ella’ya– baba olacağını söylememi ister misin? Çünkü yaparım. Ya da şartlarımı kabul edersin ve bunu asla kimse öğrenmez.” Tereddüte düştüm. “Anlaştık mı?” Dişlerimi gıcırdatarak, “Bunu yaparsam eğer bu… bu” –doğru kelimeyi bulmak için çabaladım– “eğer senin yerine bu fikri babama aşırlarsam, Ella’yı rahat bırakacak mısın?” dedim. “Ne demek istiyorsun?” Yavaşça döndüm. “Demek istediğim şu, seni kaltak, saçmalıklarınla Ella’ya yaklaşmayacaksın. Onunla konuşmayacaksın, bunu açıklamak için bile…” Elimle artık giyinmiş olan vücudunu gösterdim. “Gülümseyebilirsin, merhabalaşabilirsin ama onunla muhabbeti keseceksin.”
Bu kadına güvenmiyordum ama Ella için –ve evet, kendim için de– bir pazarlık yapma şansım varsa bunu kullanacaktım. Babam kendi mezarını zaten kazmıştı. Tekrar o çukurda debelenebilirdi. “Anlaştık. Babanı ikna edersen sen ve Ella mutlu sonunuza kavuşursunuz.” Brooke ayakkabılarını almak için eğilirken güldü. “Tabii eğer kızı geri kazanabilirsen.”
2
İKI SAAT SONRA paniklemeye başladım. Gece yarısını geçmiş olmasına rağmen Ella hâlâ geri dönmemişti. Eve gelip bana bağırsa olmaz mıydı? Bana, vakit kaybından öte olmayan bir pislik olduğumu söylemesine ihtiyacım vardı. Karşımda durup ateş püskürmesine ihtiyacım vardı. Bana bağırmasına, tekmelemesine, yumruk atmasına ihtiyacım vardı. Kahretsin, ona ihtiyacım vardı. Telefonumu kontrol ettim. Ayrılalı saatler olmuştu. Onu aradım ama sadece çaldı, çaldı… Bir kez daha aradım ve bu kez sesli mesaja yönlendirildim. Mesaj yazdım, Nerdesin? Cevap yok. Babam endişelendi.
Yanıt alacağımı umarak bu yalanı uydurmuştum ama telefonum sessiz kalmaya devam etti. Belki numaramı engellemişti? Bu düşünce canımı acıtsa da saçma değildi, bu yüzden içeriye koşup kardeşimin odasına çıktım. Ella hepimizi engellemiş olamazdı ya.
Easton hâlâ uyuyordu ama telefonu başucundaki komodinde şarjdaydı. Hemen açıp başka bir mesaj yazdım. Ella, Easton’ı severdi. Onun borcunu bile ödemişti. Easton’a cevap verirdi, değil mi?
Hey. Reed bana bir şey olduğunu söyledi. İYİ MİSİN? Yanıt gelmedi. Belki yolun aşağısına park etmiş, sahilde yürüyordu? Ella onunla iletişme geçmeye karar verir diye kardeşimin telefonunu cebime attım ve aceleyle arka bahçeye koştum. Sahil şeridi tamamen boştu, bu yüzden dört ev ilerideki Worthington malikânesine doğru koştum. Orada da değildi. Etrafa, kayalık sahil şeridinden aşağıya ve okyanusa baktım ama hiçbir şey görmedim. Hiç kimse yoktu. Kumda hiçbir iz, hiçbir şey yoktu. Hızla eve geri dönüp Range Rover’ıma atlarken hayal kırıklığı paniğe dönüşmeye başlamıştı. Parmağım başlatma düğmesindeyken, yumruğumu seri bir şekilde kontrol paneline vurmaya başladım. Düşün. Düşün. Düşün. Valerie. Valerie’de olmalı. On dakikadan daha kısa bir süre sonra Val’in evinin önünde arabayı kenara çektim ama sokakta Ella’nın üstü açık, mavi spor arabasından hiçbir iz yoktu. Rover’ın motorunu çalışır vaziyette bırakıp dışarı çıktım ve aceleyle garaj yoluna yöneldim. Ella’nın arabası orada da değildi.
Telefonuma tekrar baktım. Mesaj yoktu. Easton’ın telefonunda da hiçbir şey yoktu. Ekrandaki hatırlatma bana yirmi dakika içinde futbol antrenmanım olduğunu söylüyordu ki bu da Ella’nın pastanedeki vardiyasının başladığı anlamına geliyordu. Genelde beraber giderdik. Arabası olduktan sonra bile –babamdan bir hediye– birlikte gitmeye devam etmiştik.
Ella, araba sürmeyi sevmediği için bunu tercih ettiğini söylemişti. Bense ona sabahları araba kullanmanın tehlikeli olduğunu söylemiştim. Birbirimize yalan söylemiştik. Kendimizi kandırmıştık çünkü ikimiz de birbirimize karşı koyamadığımız gerçeğini kabul etmeye istekli değildik. En azından benim için öyleydi. İri, umut dolu gözleriyle kapıdan içeri girdiği ilk andan itibaren ondan uzak duramamıştım. İçgüdülerim onun başıma bela olacağını haykırmıştı. Ama içgüdülerim yanılıyordu. Başıma bela olmamıştı. Asıl bela olan bendim. Öyle olmaya da devam ediyordum. Yok edici Reed. Paramparça ettiğim şey onun hayatı ya da benimki olmasaydı, bu, havalı bir lakap olabilirdi. Gittiğimde pastanenin otoparkı boştu. Beş dakika boyunca aralıksız olarak kapıyı çaldıktan sonra sahibi –sanırım Lucy– çatılmış kaşlarıyla kapıda belirdi. “Açılışa bir saat var,” diye bilgilendirdi beni. “Ben Reed Royal, Ella’nın…” Neyiydim? Erkek arkadaşı mı? Üvey kardeşi mi? Neyi? “Arkadaşıyım.” Kahretsin, arkadaşı bile değildim. “O burada mı? Ailevi bir durum var da.” “Hayır, hiç gelmedi.” Lucy’nin kaşları endişeyle çatıldı. “Onu aradım ama cevap vermedi. İyi bir çalışandır, hastalandığı için haber veremediğini düşünmüştüm.” Kalbim sıkıştı. Ella pastanedeki işini bir gün bile ihmal etmemişti, sabahın köründe kalkması ve dersler başlamadan önce neredeyse üç saat çalışması gerekmesine rağmen. Geri çekilerek, “Ah, tamam o zaman, evde uyuyor olmalı,” diye mırıldandım. Lucy arkamdan, “Bekle bir dakika,” diye seslendi. “Neler oluyor? Baban Ella’nın kayıp olduğunu biliyor mu?” Arabama ulaşmak üzereyken dönüp, “Kayıp değil, hanımefendi,” dedim. “Evde ve dediğiniz gibi hasta yatıyor.” Otoparktan patinaj atarak çıkıp Koç’u aradım, “Antrenmana katılamayacağım. Ailevi bir durum var,” diye yineledim. Koç Lewis’in bağırarak sarf ettiği küfürlere kulağımı tıkadım. Birkaç dakika sonra sakinleşti. “Pekâlâ, evlat. Ama yarın sabahın köründe kıçını kaldırıp formanı giymiş olmanı bekliyorum.” “Tamam, efendim.”
Tekrar eve döndüğümde, hizmetçimiz Sandra’nın geldiğini ve kahvaltı hazırlamaya başladığını gördüm. Tombul, esmer kadına, “Ella’yı gördün mü?” diye sordum. “Gördüğümü sanmıyorum.” Sandra saate baktı. “Bu saatlerde genelde çıkmış oluyor. Gerçi sen de öyle. Neler oluyor? Antrenmanın yok mu?” “Koç’un ailevi bir durumu varmış,” diye yalan söyledim. Yalan söylemekte çok iyiydim. Bu, her günün her saati gerçekleri saklamak zorunda kalınca karakterinizin bir parçası hâline geliyordu. Sandra cıkcıkladı. “Umarım çok ciddi bir şey değildir.” “Umarım,” diye cevapladım. “Umarım.” Üst kata çıktığımda, aceleyle dışarı fırlamadan önce kontrol etmem gereken odaya girdim. Belki ben onu bulmaya çalışırken eve gelmişti. Ama Ella’nın odası tamamen sessizdi. Yatağı hâlâ bozulmamış, masası tertemizdi. El değmemiş gibi görünen banyosunu ve sonra da dolabını kontrol ettim. Tüm kıyafetleri uyumlu ahşap askılara asılıydı. Ayakkabıları da yere düzenli bir sıra hâlinde dizilmişti. Muhtemelen Brooke’un onun için seçtiği kıyafetlerle dolu açılmamış kutular ve çantalar hâlâ öylece duruyordu.
Mahremiyetini ihlal ettiğim için kendimi kötü hissetmemeye çalışarak komodininin içine baktım; boştu. Ona henüz güvenmediğim zamanlarda odasını bir kez kolaçan etmiştim ve o zaman komodininde bir şiir kitabıyla bir erkek saati vardı. Saat babamınkinin bir kopyasıydı. Ella’nınki biyolojik babasına, yani babamın dostu Steve’e aitti. Odanın ortasında durup etrafa baktım. Burada onun varlığını gösteren hiçbir şey yoktu. Telefonu yoktu. Kitabı yoktu. Ve… Ah, kahretsin, sırt çantası da gitmişti. Hışımla odadan çıktım, koridoru aşıp Easton’ın odasına daldım. “East, uyan. East!” diye bağırdım. “Ne oldu?” diye homurdandı. “Kalkma zamanı geldi mi?”
Gözleri titreyerek açıldı ve kısıldı. “Siktir. Antrenmana geç kaldım. Sen neden antrenmanda değilsin?” Hızla yataktan kalktı ama fırlayıp gitmeden önce onu kolundan yakaladım. “Antrenmana gitmiyoruz. Koç’un haberi var.” “Ne? Neden…” “Boş ver şimdi bunu. Borcun ne kadardı?” “Neyim?” “Bahisçiye ne kadar borcun vardı diyorum?” Bana şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı. “Sekiz bin. Neden?” Kafamda hızlıca bir matematik yaptım. “Bu, Ella’nın yaklaşık iki bini kaldığı anlamına geliyor, değil mi?” “Ella mı?” Kaşlarını çattı. “Ne olmuş ona?” “Sanırım kaçtı.” “Nereye kaçtı?” “Kaçtı. Gitti,” diye homurdandım. Yataktan uzaklaşıp ağır adımlarla pencereye doğru yürüdüm. “Babam burada kalması için ona para vermişti. On bin dolar. Düşünsene, East, geçinmek için striptiz yapan bir yetime bizimle yaşaması için on bin dolar vermek zorunda kaldı. Ve muhtemelen ona her ay bir o kadar daha verecekti.” Hâlâ yarı uykulu bir hâlde, “Neden gitti?” diye sordu şaşkınlıkla. Pencereden dışarı bakmaya devam ettim. Sersemliği geçince olayı çözecekti. “Ne yaptın?” Evet, işte başlıyorduk. Easton odada hızlıca hareket ederken zemin gıcırdadı. Arkamda giyinirken kısık sesle küfürler mırıldandığını duyabiliyordum. “Bir önemi yok,” dedim sabırsızlıkla. Arkamı dönüp ona Ella’yı aradığım yerleri özet geçtim. “Sence nerededir?” “Uçak bileti alacak kadar parası var.” “Ama parasını dikkatli harcıyor. Buradayken neredeyse hiç harcama yapmadı.”
Easton düşünceli bir şekilde başını salladı. Sonra gözlerimiz buluştu ve aynı anda, “GPS,” dedik, sanki Royal hanesinin ikizleri Sawyer ve Sebastian değil de bizmişiz gibi. Atlantik Havacılık’a ait olan ve babamın satın aldığı her arabaya kurduğu GPS servisini aradık. Yardımsever asistan bize yeni Audi S5’ın otobüs durağına park edildiğini söyledi. Daha adresi okumaya başlamadan biz kapıdan çıkmıştık.
Gişe görevlisine, “On yedi yaşında ve şu boylarda…” dedim, elimi çenemin altına götürerek Ella’nın boyunu tarif ederken. “Sarışın. Mavi gözlü.” Atlantik Okyanusu gibi gözler; fersahlarca derin, fırtınalı bir gri, soğuk bir mavi. Birçok kez içinde kaybolduğum gözler. “Telefonunu unutmuş,” dedim telefonumu havaya kaldırarak. “Bunu ona ulaştırmamız lazım.” Bilet görevlisi cıkcıklayarak, “Ah, tabii ya. Gitmek için acele ediyordu. Gainesville’e bir bilet aldı. Büyükannesi ölmüş, biliyorsunuzdur,” dedi. East’le başımızı salladık. “Otobüs ne zaman kalktı?” “Ah, saatler oldu. Şu an oraya ulaşmış olmalı.” Görevli kadın üzgün bir şekilde başını salladı. “Kalbi parçalara ayrılmış gibi ağlıyordu. Gençlerin yaşlı insanları bu kadar umursaması pek sık gördüğümüz şeyler değil artık. Onun için çok üzüldüm.” East yanımda yumruklarını sıktı. Öfkesi dalgalar hâlinde yükseliyordu. Yalnız olsaydık, o yumruklardan biri yüzüme inerdi. “Teşekkürler, hanımefendi.” “Önemli değil, canım,” dedi ve başını sallayarak işine döndü. Binadan çıkıp Ella’nın arabasının yanında durduk. Elimi uzattığımda Easton arabanın yedek anahtarlarını avucuma fırlattı.
Orta konsolda arabanın anahtarlarıyla beraber Ella’nın şiir kitabını ve sayfaların arasına sıkıştırılmış araba evrakları gibi görünen şeyleri buldum. Torpido gözüneyse cep telefonunu saklamıştı, gönderdiğim mesajlar okunmamış hâlde ekranda duruyordu.
Her şeyi ardında bırakmıştı. Royallarla ilgili her şeyi. Easton duygusuz bir şekilde, “Gainesville’e gitmeliyiz,” dedi. “Biliyorum.” “Babama söyleyecek miyiz?” Callum Royal’ı haberdar etmek onun uçağını alabileceğimiz anlamına geliyordu. Bir saate Gainesville’de olabilirdik. Aksi takdirde altı buçuk saatlik bir yolculuk yapmamız gerekecekti. “Bilmiyorum.” Nerede olduğunu bildiğimden, Ella’yı bulmanın aciliyeti azalmıştı artık. Ona ulaşabilirdim. Sadece hangi açıdan ulaşmam gerektiğini bulmam gerekiyordu. Kardeşim, “Ne yaptın?” diye tekrar sordu. Nefretini üzerime kusmasına hazır olmadığım için sessiz kaldım. “Reed.” “Beni Brooke’la yakaladı,” dedim boğuk bir sesle. Ağzı şaşkınlıkla açıldı. “Brooke mu? Babamın Brooke’u mu?” “Evet.” Kendimi onunla yüzleşmeye zorladım. “Nasıl lan? Brooke’la kaç kez birlikte oldunuz?” “Birkaç kez,” diyerek itiraf ettim. “Yakın zamanda olmadık ama. Ve kesinlikle dün gece de olmadık. Ona dokunmadım bile, East.” Çenesi kasıldı. Bana vurmak için can atıyordu ama yapmayacaktı. Sokak ortasında yapmazdı. Annem onu bu konuda hep uyarırdı. Royal adını kirletmeyin, çocuklar. Bir ismi yıkmak kolaydır ama inşa etmek zordur. “Taşaklarından sallandırılmalı ve ölmeye bırakılmalısın,” dedi ayaklarımın önüne tükürerek. “Ella’yı bulup geri getirmezsen, bunun yapıldığından emin olacağım.”
“Haklısın,” dedim sakin olmaya çalışarak. Sinirlenmenin bir anlamı yoktu. Arabaya saldırmanın anlamı da yoktu. Ağzımı açıp tüm öfkemi ve kendime olan nefretimi gökyüzüne haykırmak için can atıyor olsam da esip gürlemenin bir anlamı yoktu.
“Haklı mıyım?” dedi tiksintiyle homurdanarak. “Yani Ella’nın bir üniversite bölgesinde sarhoşlar tarafından taciz edilmesi umurunda değil mi?”
“O başının çaresine bakabilecek biri. Güvende olduğuna eminim.” Bu kelimeler o kadar saçma geliyordu ki neredeyse ağzımdan çıkarlarken öğürdüm. Ella göz kamaştırıcıydı ve şu an tek başınaydı. Başına gelebileceklerden kimse emin olamazdı. “Gainesville’e yola çıkmadan önce Ella’nın arabasını eve bırakmak ister misin?”
Easton bana şaşkınlıkla baktı.
“Ee?” diye sordum sabırsızca.
“Tabii. Neden olmasın?”
Anahtarları elimden kaptı. “Demek istediğim, neredeyse iki bin dolar nakit taşıyan, on yedi yaşındaki oldukça seksi görünen bir kız olması kimin umurunda ki?” Yumruklarımı sıktım. “Uyuşturucu bağımlısı bir keş Ella’ya bakıp, ‘İşte bu kolay lokma. Bacağımdan bile hafif, bir elli küsurluk bu hatun beni pataklayamaz,’ diyecek değil ya” –nefes almakta zorlanmaya başlamıştım– “ve eminim ki karşılaştığı her adam iyi niyetli çıkacaktır. Hiçbiri onu karanlık bir ara sokağa çekmek istemeyecek ya da birkaç kişi tarafından tecavüze uğramayacak ta ki…”
“Siktiğimin çeneni kapa!” diye kükredim. East ellerini havaya kaldırarak, “Nihayet,” dedi.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Genç Yetişkin Romantik
- Kitap AdıParamparça Prens – Royal Serisi 2. Kitap
- Sayfa Sayısı320
- YazarErin Watt
- ÇevirmenAydan Yalçın
- ISBN9786257973883
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYabancı Yayınevi / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Gelinler Gemisi ~ Jojo Moyes
Gelinler Gemisi
Jojo Moyes
Dünyanın öbür ucundaki bilinmeyen bir geleceğe güvenebilecek kadar cesur olan gencecik kızların, savaş gelinlerinin muhteşem öyküsü Yıl 1946, 2. Dünya Savaşı sona erince tüm...
- Zirvenin Dibindeki Çocuk ~ John Boyne
Zirvenin Dibindeki Çocuk
John Boyne
Ve en sonunda Paris’in olduğu yöne baktı; doğduğu şehre, her şeye sahip olduğu şehre… Ne var ki, önemli biri olma arzusu yüzünden hepsini reddetmişti....
- Yasak Aşkın Kanıtı ~ Taylor Jenkins Reid
Yasak Aşkın Kanıtı
Taylor Jenkins Reid
Bu hikâyede kim haklı? Sevgili yabancı… Eşiyle beraber Güney Kaliforniya’da yaşayan çaresiz genç bir kadın, hiç tanımadığı bir adama bir mektup yazar ve ikisinin...