Umut etmek ilginç bir şey, evet çok tuhaf bir şey. İnsan bir sabah bir yola çıkabilir, o yolda sevdiği biriyle karşılaşmayı umut edebilir. Peki onunla karşılaşır mı? Hayır.
Norveç’in en kuzeyinde, uçsuz bucaksız bir ormanın kıyısında, derme çatma bir kulübe kiralayıp burada sadık köpeği Ezop’la dinlenmeyi uman Teğmen Thomas Glahn günlerini tam da istediği gibi geçirmeye başlar. Ava çıkarak, balık tutarak, vahşi doğayla ahenk içinde münzevi bir yaşam süren bu genç adamın basit hayatı, yörenin en varlıklı adamlarından birinin kızı olan Edvarda’yla tanışınca tümden değişecektir.
Açlık’tan dört yıl sonra yayımlanan ve Hamsun’un en ünlü romanlarından biri olan Pan büyüleyici ve yıkıcı bir aşk hikâyesi olmasının yanı sıra doğaya adanmış müthiş bir doğa övgüsü.
“Benim kuşağımın Dickens’ı, Knut Hamsun’dur.”
Henry Miller
KNUT HAMSUN, 1859’da Norveç’te doğdu. Asıl adı Knut Pedersen’dir. Yazarlıkta kullandığı Hamsun adını, babasının 1863’te yerleştiği Hamsund köyünden aldı. Çocukluğu ve gençliği kırsal bölgede geçti. Hemen hemen hiç resmî eğitim görmedi. Genç yaşta çeşitli işlerde çalışmaya, bir yandan da yazmaya başladı. 1890’da yayımladığı ilk romanı Açlık’ın büyük başarı elde etmesinden sonra, hayatını yazarlıkla kazanmaya başladı. Hamsun, Göçebe adlı romanıyla 1920’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı. 1930’larda ülkesindeki faşist partiye katıldı. İkinci Dünya Savaşı’nda Norveç’in işgali sırasında Almanları destekledi. Savaştan sonra bu nedenle tutuklandı, ancak ileri yaşı dolayısıyla yalnızca para cezasına çarptırıldı. Hamsun’un yalın ve çocuksu üslubu incelikle örülmüş bir düzyazı şiirini andırır. Yapıtlarında Rus yazarlarının, özellikle de Dostoyevski’nin ruhsal yaklaşımı ile Amerikan edebiyatının etkilerini taşıyan kara mizahı birleştirmiştir. Romanlarındaki neşeli hava, insanın çevresini saran boşluğu gizlemekten uzaktır. 20. yüzyıl başında gelişen yeni-romantizmin edebiyattaki öncüsü olmuş ve romanı aşırı bir doğalcılığa kaymaktan kurtarmıştır. Yapıtları ancak ölümünden sonra ilgi görmüştür. Göçebe, Viktorya, Pan, Hüzünlü Havalar, İstanbul’da İki İskandinav Seyyah, Son Mutluluk başlıca yapıtlarıdır. Hamsun 1952’de Norveç’te öldü.
I
Nordland yazının hiç bitmeyen gününü düşünüp duruyorum son günlerde. Kaldığım küçük kulübede oturmuş buna kafa yorarken arkadaki orman zamanımı hoşça geçirmek için yazabileceğim şeyler sunuyor. Kederli değildim ve keyifli bir yaşam sürüyordum; ama uzayıp giden zamanı bir türlü istediğim kadar çabuk geçiremiyorum. Her şeyden hoşnutum ve daha otuz yaşındayım. Birkaç gün önce uzaklardan, bana hiçbir şey borçlu olmayan birinden bir çift kuştüyü geldi. Damgalı bir posta kâğıdına sarılıp mühürlenmiş iki yeşil tüy. Bu şeytansı yeşil kuştüylerini görmek hoşuma gitti. Bunun dışında sol ayağımdaki yıllar önce iyileşmiş kurşun yarasının arada sırada ağrımasından başka hiçbir sıkıntım yok.
İki yıl önce zaman çok çabuk geçiyordu, şimdiyle karşılaştırılamayacak kadar hızlıydı, bütün bir yaz ben hiçbir şeyin farkına varmadan bitivermişti. İki yıl önce, 1855’te başımdan geçenleri ya da düşümde gördüklerimi yazmak istiyor canım. Sonraları üzerinde neredeyse hiç düşünmediğim için bu yaşadıklarıma ilişkin pek çok ayrıntıyı unuttum; gecelerin çok aydınlık olduğunu hatırlıyorum. Unutmadıklarımın çoğu tanınmayacak ölçüde değişmiş biçimde geliyor aklıma. Yılın on iki ayı vardı ama geceler gündüze dönüştüğünde gökyüzünde tek bir yıldız görünmezdi. Ve karşılaştığım insanlar çok özeldi, mizaçları önceden tanıdığım insanlardan farklıydı; o tatlı çocukluklarından çıkıp olgunlaşmaları, yetişkin insanlara dönüşmeleri için bir gece yeterdi. Bunda büyülü bir yan yoktu, ama daha önce hiç başıma gelmemişti. Ah, hayır.
Deniz kıyısında büyük, beyaz boyalı bir evde kısa bir süre için düşüncelerimi dolduran biriyle karşılaştım. Şimdilerde sürekli onu düşünmeyi bıraktım, neredeyse unuttum gitti; buna karşın başka her şeyi, deniz kuşlarının çığlıklarını, ormanda avlanışımı, gecelerimi, yaz günlerinin sıcak saatlerini düşünüyorum. Ayrıca tanışmamız tümüyle rastlantıydı ve bu rastlantı olmasaydı düşüncelerime bir gün bile girmeyecekti.
Kulübemden bir adacıklar, koylar, kayalıklar karmaşası, birazcık deniz, birkaç mavi dağ doruğu görebiliyordum ve kulübenin arkası ormandı, devasa bir orman. Kök ve yaprak kokuları, çamların kaygan ıslaklıklarının iliği andıran kokusu içimi sevince ve coşkuya boğardı; yalnızca ormanda içimdeki her şey sessizleşir, ruhum denge bulur ve güç dolardı. Günler boyu yanımda Ezop’la tepelerde dolaşırdım, burada kalmak ve ömrümü burada geçirmekten başka bir şey istemezdim, oysa henüz karlar kalkmamıştı, çayırların yarısı ıslak kar kaplıydı. Tek dostum Ezop’tu, şimdi Cora var; ama o zamanlar Ezop vardı, sonradan vurduğum köpeğim…
Akşamları avdan sonra kulübeye döndüğümde eve gelmenin huzuru beni genellikle tepeden tırnağa sarsardı, evet, içimde hoş titreşimlerle ortalıkta dolaşır, Ezop’la konuşup ne kadar güzel bir yaşamımız olduğunu söylerdim. Şimdi ateşi yakıp sobanın üzerinde bir kuş kızartmaya ne dersin, derdim ona. Bu iş aradan çıkınca ve ikimiz de karnımızı doyurunca Ezop sobanın arkasındaki yerine kıvrılır, ben de pipomu yakıp kanepeye uzanırdım ve ormanın ölüm sessizliğini dinlerdim bir süre. Havada hafif bir esinti olurdu; rüzgâr ormandan aşağı, kulübeye doğru eser ve uzaklardan, tepenin arkasından orman tavuğunun gıdaklaması duyulurdu. Bunun dışında çıt çıkmazdı.
Pek çok kez içeride, yattığım yerde, dışarıda dolaşırken giydiğim giysilerle uyuyakaldım, deniz kuşları çığlık atmaya başlayana kadar da uyanmadım. Uyanıp pencereden baktığımda pazaryerinin büyük, beyaz yapılarını seçebiliyordum. Sirilund Birahanesi, ekmeğimi satın aldığım köy bakkalı. Nordland’da, bir ormanın kıyısında bir kulübede olduğumu anlamanın şaşkınlığıyla bir süre öylece yatardım.
Sonra Ezop sobanın arkasında ince uzun bedeniyle silkinip tasmasının zincirini şıngırdatır, ağzını kocaman açıp kuyruğunu salladığında ben de üç-dört saatlik uykunun ardından dinlenmiş, mutlulukla dolup taşmış olarak ayağa fırlardım.
Pek çok gece böyle geçerdi.
II
Yağmur yağabilir, fırtına çıkabilir, konu bu değil, kişiyi sevince boğan küçük mutluluklar sıklıkla yağmurlu günlere denk gelir. Böyle anlarda ayağa kalkılır, ilkin dosdoğru önüne bakıp sessizce güler insan, ardından çevreye bir göz atılır. Peki akıldan neler geçer? Pencerelerden birinin tertemiz camı, camdan yansıyan güneş ışığı, dışarıda küçük bir dere ve belki de gökyüzünde küçük, mavi bir açıklık vardır. Bundan fazlası da gerekmez.
Başka zamanlar olağanüstü şeyler yaşamak bile donuk, durgun bir ruhu sarsmaya yetmeyebilir; bir balo salonunun ortasında hiçbir şeyi umursamadan, hiçbir şeyden etkilenmeden oturmayı sürdürebilir insan. Çünkü kederin ve mutluluğun kaynağı kişinin kendi içindedir.
Özel bir gün geliyor aklıma. Kıyıya inmiştim. Beklenmedik yağmur yüzünden açık bir kayıkhaneye girdim, oturup yağmurun dinmesini bekledim. Hafiften bir şarkı mırıldanıyordum ama neşeyle değil, canım istediği için değil, yalnızca zaman geçirmek için. Ezop yanımdaydı, dinlemek için yere oturmuştu, içeride şarkı mırıldanırken dışarıyı da dinliyordum, sesler geliyordu, birileri yaklaşıyordu. Bir rastlantı, çok doğal bir rastlantı! İki erkek ve bir kız doğruca içeri daldılar. Gülerek birbirlerine sesleniyorlardı.
“Çabuk çabuk! Bir süreliğine buraya sığınabiliriz!”
Ayağa kalktım.
Erkeklerden birinin beyaz gömleğinin göğüslüğü kolasızdı, üstelik de yağmurdan ıslanmış, torba gibi sarkmıştı; bu ıslak göğüslükte elmas bir broş vardı. Sivri burunlu, uzun ayakkabıları biraz zevksiz görünüyordu. Onunla selamlaştım, tüccar Bay Mack’tı bu. Ekmeğimi aldığım köy bakkalında tanışmıştık. Üstelik beni ailesini ziyaret etmeye davet etmişti, ama henüz gitmemiştim.
“Ah, tanıdık biri!” dedi beni görünce. “Değirmene gidiyorduk, geri dönmek zorunda kaldık. Ne biçim hava bu! Ama siz ne zaman Sirilund’a geleceksiniz teğmen bey?” Yanındaki siyah keçisakallı adamı tanıştırdı, kilisenin müştemilatında oturan bir doktordu.
Kız peçesini hafifçe burnunun üzerine kaldırıp kısık sesle Ezop’la konuşmaya başladı. Astarından ve düğme deliklerinden ceketinin sonradan boyanmış olduğunu görebiliyordum. Bay Mack onu da tanıştırdı; kızıydı ve adı Edvarda’ydı.
Edvarda peçesinin ardından bana bir bakış attı, sonra fısıldayarak köpekle konuşmayı sürdürdü ve tasmasında yazanı okudu:
“Bak sen, demek adın Ezop… Doktor, Ezop kimdi? Tek hatırladığım fabllar yazdığı. Frigyalı değil miydi? Yok, bilemedim.”
Bir çocuk, okullu bir kız. Onu inceledim, uzun boyluydu ama bedeni dolmamıştı, on beş-on altı yaşlarındaydı, uzun, esmer ellerinde eldiven yoktu. Belki de daha o gün gerekirse hazırlıksız yakalanmamak için ansiklopedide Ezop’a bakmıştı.
Bay Mack avımın nasıl geçtiğini sordu. En çok neler avlıyordum? Ne zaman istersem onun teknelerinden birini kullanabilirdim, söylemem yeterdi. Doktor tek söz etmedi. Giderlerken doktorun topalladığını ve baston kullandığını fark ettim.
Aynı donuk ruhla eve yürürken umursamadan bir şarkı mırıldanıyordum. Kayıkhanedeki karşılaşma üzerimde bir etki bırakmamıştı; en iyi hatırladığım şey Bay Mack’ın sırılsıklam gömleğinin göğüslüğündeki elmas broşun da ıslak olduğu ve pek parlamadığıydı.
III
Kulübemin önünde iri ve boz bir kaya duruyordu. Dostça bir görünüşü vardı, sanki geldiğimi görür ve beni tanırdı. Sabahları dışarı çıktığımda onun önünden geçmeyi severdim, orada durup geri dönmemi bekleyen bir dostumu bırakmışım gibi gelirdi bana.
Derken ormanın derinliklerinde ava başlardım. Bir şeyler vurduğum da olurdu, eli boş döndüğüm de…
Adaların açığında deniz genellikle ağır ve sessizdi. Yukarılara çıktığımda sık sık tepelerde durup manzarayı izlerdim; rüzgârsız günlerde yelkenliler neredeyse yerlerinden kımıldamazdı, denizde bir martıyı andıran küçük, beyaz bir yelkenliyi üç gün boyunca aynı yerde görmüştüm. Gelin görün ki o gün olduğu gibi bazen hava bozar, bir güneybatı fırtınası tüm şiddetiyle eserek ufuktaki dağları görünmez kılarsa izlemeye değer gösteri başlardı. Her yan toz duman içinde kalırdı. Yer gök birbirine karışırdı ve deniz çılgın bir dans tutturup kabararak insanları, atları, dalgalanan bayrakları andıran biçimlere bürünürdü. Yamaçta bir kayanın arkasında saklanmış türlü çeşitli şeyler düşünüyordum, ruhum coşmuştu. Bugün neye tanıklık ettiğimi, denizin gözlerimin önünde niye açılıverdiğini ancak Tanrı bilir, diye düşündüm. Belki de o anda yeryüzünün içlerini, nasıl işlediğini, içe…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıPan
- Sayfa Sayısı176
- YazarKnut Hamsun
- ISBN9789750760600
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Anton’un Maceraları: Arkadaş Canlısı ~ Meike Haberstock
Anton’un Maceraları: Arkadaş Canlısı
Meike Haberstock
Ortalık oldu yine sütliman Zaman alır dost dediğini bulman Bir kere bulduğunu bile sansan En çok iki saat yanında durur, inan! Gerçek arkadaşlar hep...
- Beyaz Diş ~ Jack London
Beyaz Diş
Jack London
Beyaz Diş vahşi bir hayvanın gözünden, hem doğal hayata hem de insanların acımasız dün yasına eleştirel bir bakış… Beyaz Diş Alaska’nın sert doğa koşullarında...
- Nisan Yağmurları ~ Lisa Kleypas
Nisan Yağmurları
Lisa Kleypas
Uygun bir koca arayışıyla geçen üç Londra sezonunun ardından Daisy Bowman’ın babası, kızına kesin bir dille koca bulması gerektiğini söyler. Hem de hemen. Ve...