Gözüne çarpan manzara korkunçtu.
Hemen yanı başında kanlar içinde yatan bir kadın cesedi vardı. Gözlerine inanamadı. Yataktaki kadın karısı Sibel değildi ve onu
hiç tanımıyordu.
“Caner panik içinde yatakta cansız yatan çıplak kadına
bir daha baktı. Başı zonklamaya başlamıştı.
Genç adam olanları bir türlü kafasında toparlayamıyordu”
Akıl almaz bir cinayet planı ve gerçeğin izini süren genç bir avukat. Deliller ise tek bir kişiyi işaret ediyor, peki ya
o şüpheli gerçek suçlu değilse…
Temponun hiç düşmediği bu kovalamacada kazanan
kim olacak? Müvekkilinin masumiyetine inanan
genç avukat Feride mi?
Polisiye türünün edebiyatımızdaki usta kalemi Osman Aysu’dan heyecanla okuyacağınız yepyeni bir roman…
***
Birinci Bölüm
1
Caner Erman gözlerini aralamaya çalıştı ama başaramadı. Gözkapakları kurşun gibi ağırlaşmıştı. Bir daha denedi, yine olmadı. Sonunda kendini uykunun tarifsiz ağırlığına bıraktı, fakat biri uyumasını engellemek ister gibi onu sarsıyordu. Ondan bile emin olamadı, belki de ona öyle geliyordu.
Ardından kulağına birtakım seslerin geldiğini duyar gibi oldu. Belki de rüya görüyordu. Hiçbir şeyden emin değildi. Hissettiği tek şey başındaki ağırlıktı. Belki de o yüzden gözlerini açamıyordu; daha sonra bunun dayanılmaz bir ağrı olduğunu fark eder gibi oldu.
Bilinçsizce elini başına doğru götürmeye çalıştı, parmaklarıyla alnını ovmak istemişti ama onu da beceremedi, kalkdırdığı kolu düştü.
Ağrıyla beraber başının şiddetle döndüğünü hissediyor ama göz kapaklarını açamıyordu. İşte tam o sırada birinin, “Galiba ayılıyor,” dediğini duydu. Sesi duyduğuna emindi, yanı başında biri konuşmuştu.
Öyle olmalıydı.Güç de olsa bu kez göz kapaklarını araladı. Hemen yanında hayal meyal seçebildiği iki kişi duruyordu ama görüşü o kadar fluydu ki, adamların boyu minare boyu gibi neredeyse tavana değecekti.
İçinden homurdanmak istediyse de, ağzından tek bir ses dahi çıkmadı.
Birisi yine omzunu dürtmeye başlamıştı. Durumunda bir gariplik olduğunu hissediyordu ama hiçbir şey hatırlamıyordu, hatta nerede olduğunu bile hatırlamıyordu. Yatağında uyuyor olmalıydı, güç bela karısını yardıma çağırmak istedi, “Sibel…” diye inledi.
Az önce alnına götürmek istediği eliyle bu kez o karısını dürtmek ve uykudan uyandırmak istedi. Başardı da, yanında hareketsiz yatan karısını dürttü ama Sibel cevap vermiyordu. O sersem halinde bile onu asıl şaşırtan şey eline bulaşan yoğun sıvıydı.
Yavaş yavaş kendine geliyordu. Beyni hâlâ uyuşuktu ama yatağında yoğun bir sıvı ve yatak odasındaysa bazı insanlar vardı. Ruhunu bir dehşet duygusu kapladı, bu hiç de normal değildi. Nihayet dirseklerinin üzerinde doğruldu ve kulaklarını tırmalayan o sesi yeniden duydu.
Birisi, “Komiserim, sonunda ayıldı,” demişti.
“Aman Allahım! Neler oluyor burada?” diye kekeledi.
Gözüne çarpan manzara korkunçtu.
Hemen yanı başında kanlar içinde yatan bir kadın cesedi vardı. Gözlerine inanamadı. Yataktaki kadın karısı Sibel değildi ve asıl ilginç olansa kadını hiç tanımıyordu. Çığlık atmak istedi, ama çıkan ses şaşkınlığını ifade edecek kadar güçlü değildi.
Artık odadaki insanları görebiliyordu. Burası sanki yatak odası değil sokaktan bir kesitti, odanın içinde hiç tanımadığı insanlar dolaşıyordu. Caner’in asıl kanını donduran şeyse, buranın kendi yatak odası olmadığını anlamasıydı.
Şaşkın şaşkın mırıldandı: “Neredeyim ben? Neler oluyor burada?”
Sesi korkudan çatlak çıkmıştı. O sırada yanına yaklaşan orta boylu, tıknaz bir adam tiksinti ile onu süzmeye başlamıştı. “Ben, Asayiş Şube Müdürlüğü, Cinayet Masası’ndan Komiser Nihat,” demişti. “Sizi cinayet suçundan tutukluyoruz Caner Erman.”
Caner korkuyla kekeledi: “Ne? Cinayet mi? Ama ben kimseyi öldürmedim ki…”
“Kör müsün? Yanında yatan cesedi görmüyor musun?”
Caner tam bir panik içinde yatakta cansız yatan çıplak kadına bir daha baktı. Başı zonklamaya başlamıştı. Genç adam olanları bir türlü kafasında toparlayamıyordu.
“Yemin ederim, bu kadını tanımıyorum. Buranın da neresi olduğunu bilmiyorum…” diye kekelemeye devam etti.
Komiser sırıtıyordu. “Bana bak Caner Efendi. Biz bu numaraları yemeyiz. Hep aynı teraneleri söylersiniz; çok sarhoştum, neler olduğunu bilmiyorum, kendimi kaybetmişim falan filan. Derdini artık mahkemede anlatırsın. Tutuklusun.”
Caner inledi: “Kim… Kim bu kadın?”
“Senin onu daha iyi tanıman lazım. Ama yine de söyleyeyim. Adı
Serap… Serap Üçok. Şimdi hatırladın mı?”
Caner dona kalmıştı. Dişleri titreyerek yanı başında kanlar içinde yatan kadına ürpererek bir daha baktı. Onu ilk defa gördüğüne yemin edebilirdi, ayrıca Serap Üçok diye birinin adını daha önce hiç duymamıştı.
Midesi kalkararak kadını inceledi. Yaşını kestiremedi, kadının üzerinde külotu ve sutyeni vardı, uzun siyah saçları yer yer kanlanarak yüzünü örttüğünden simasını net olarak göremiyordu, fakat en korkuncu kadının üzerindeki sayısız bıçak darbesinin açtığı yaralardı.
“Olamaz… İmkânsız… Ben böyle bir şey yapmış olamam. Vahşet bu…”
“Lanet olsun!” diye homurdandı Komiser.
“Ayılınca hepiniz böyle söylersiniz zaten. Madem kadını sen öldürmedin, üstündeki bu kan lekeleri de ne? Parmağındaki şu kesik nasıl olmuş?”
Caner hayretle üstüne baktı. Bir don, bir de atletle duruyordu ve çamaşırlarına kan bulaşmıştı. Ayrıca sağ elinin serçe parmağında da acıyan bir kesik vardı.
İlk defa kendinden kuşkulandı.
Dün geceyi hatırlamaya çalıştı. Fakat bir şey anımsayamıyordu. Çok saçmaydı ama bu cinayeti gerçekten işlemiş olabilir miydi? Komiserin sesiyle irkildi.
Komiser, “Bu herifi giydirin ve müdüriyete götürün. İlk sorgusunu ben yapacağım,” demişti.
***
“Sigara içebilir miyim?” diye sordu Caner. Asayiş Şube Müdürlüğü’nün zemin katındaki sorgulama odalarından birindeydiler. Caner’in başındaki ağrı henüz geçmemişti ama başına gelenleri anlayabilmesi için o an en ihtiyaç duyduğu şey nikotindi.
Olanlara ancak yakacağı bir sigaradan sonra anlam verebilirdi, şimdilik kendini büyük bir boşlukta hissediyordu. Belki de bir rüyadaydı, az sonra uyanıp kurtulacağı bir kâbusun tam odağında.
Kaba tahta masanın tam karşısında duran sandalyede oturan Komiser Nihat, yan duvara sırtını dayamış sorgulamanın başlamasını bekleyen muavinine dönerek, “Şuna bir sigara ver Basri,” dedi. Muavin isteksizce cebinden bir paket çıkararak Caner’e uzattı, masanın üzerine de bir çakmak bıraktı. Genç adam minnettar bir edayla,
“Teşekkür ederim,” diye fısıldamıştı.
Polislerden ses çıkmadı. Karşılarındaki zanlıya, sanki nefretle bakıyorlardı ya da Caner öyle bir hisse kapılmıştı. Sigarasını yakan genç adam dumanı ciğerlerinin en derin noktasına kadar çekip dışarıya verdi.
Hızla kendisini toparlaması gerekiyordu.
Komiser Nihat birkaç saniye daha bekledi. Sonra tok ve etkileyici sesiyle konuşmaya başladı:
“Şimdi, en başından başlayacağız. Her soruma doğru ve düzgün cevaplar istiyorum. Sakın yalan yanlış karşılıklar vermeye kalkışma. Bu aleyhine olur ve başın daha da
derde girer. Zaten her şey ortada, bu rutin bir sorgulama olacak.”
Caner zor da olsa düşünmeye başlamıştı. Komiser her şey ortada demişti ama o ortada olan şeyin ne olduğunu bilmiyordu.
“önce kimlik tespiti yapacağız. Adın Caner Erman, değil mi?” dedi
Komiser.
“Evet, efendim.”
“1975 İstanbul, Üsküdar doğumlusun.’’
“Doğru.”
“Kadıköy, Göztepe, Hamam Sokak’ta oturuyorsun.”
“Evet.”
“Evlisin ve çocuğunuz yok, doğru mu?”
Son soru yeniden karısı Sibel’i hatırlamasına yol açmıştı. Caner’in tüyleri birden diken diken oldu. Halen daha doğru düzgün muhakeme yürütemiyordu ve bu olup bitenleri karısına nasıl açıklayacaktı. Kendisi bile şu ana kadar neler olup bittiğini bilmiyordu ve eşi Sibel o sahneyi nasıl kabullenirdi.
Cevabı gecikince komiser sinirlenmiş gibi sorusunu yineledi.
“Doğru mu?”
“Doğru, efendim.”
“İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi’nden mezunsun ve özel bir şirkette mali müşavir olarak çalışıyorsun, değil mi?”
Caner tasdik edercesine başını salladı.
“Şimdi söyle bakalım, Serap Üçok’u neden öldürdün?” Yerinde titreyen genç adam inledi. “Büyük bir yanlışlık olmalı Komiserim. Onu ben öldürmedim. Ayrıca o kadını ömrü hayatımda hiç görmedim, adını bile şimdi sizden duyuyorum.”
Komiser sırıttı. “Demek inkâr ediyorsun, bu çok komik. Cinayet aleti hemen yatağın kenarında bulundu ve ilk laboratuvar incelemesi dahi yapıldı. Hançerde parmak izlerin var. İç çamaşırlarını da alıp tetkike gönderdik.
Eminim kan lekeleri maktule aittir. Bunun ne anlama geldiğini biliyor musun? Biz cinayet sebebini ortaya çıkarınca alacağın ceza taammüden adam öldürmekten ömür boyu hapis olacaktır. Sana bunun garantisini verebilirim.”
Caner bir kere daha titredi.Böyle bir şey olamazdı, imkânsızdı, bunu hayal bile etmek güçtü. Tavuk bile kesemezdi; tanımadığı bir kadını delik deşik etmesi ise mantığının asla kabul edemeyeceği bir şeydi.
Durumdaki tersliği şimdi biraz daha iyi görmeye başlamıştı.Yakalandığı andaki garipliği anımsadı, kadın da kendisi de bir yatağın içinde yarı çıplak haldeydi, sanki ya bir sevişme öncesi ya da sonrası gibi.
Altı yıllık evliydi ve şimdiye kadar dünyalar güzeli karısı Sibel’in üzerine gül bile koklamamıştı, karısına hâlâ tanıştıktan ilk günlerdeki kadar âşıktı.
Bu sonucu kabul edemezdi. Bu işte mutlaka bir yanlışlık vardı. Tarif edilemeyecek kadar büyük bir hata. “Bakın Komiser Bey,” dedi. “Çok samimiyim ve tekrar ediyorum, sözünü ettiğiniz o kadını tanımıyorum ve onu ben öldürmedim.”
“Yaa… Demek sen öldürmedin. O zaman sana biraz yardımcı olayım ve o kadının kim olduğunu sana söyleyeyim. Belki o zaman hatırlarsın.”
Caner merakla Komiser’in gözlerinin içine baktı. “Kim?”
“Fazıl Üçok’un karısı.”
“Yani şu ünlü zengin Muhittin Üçok’un oğlunun kansı mı?”
“Tam üstüne bastın, ahbap.”
Caner şaşkınlıktan neredeyse küçük dilini yutacaktı. Sonra soğuk bir şekilde gülümsedi. “Herhalde şaka yapıyorsunuz, değil mi? Benim gibi sıradan birinin o ailenin bir ferdiyle ne ilişkisi olabilir ki? Bunun düşüncesi bile komik.”
“Komik mi değil mi, orasını bilmem artık. Bunu sen açıklayacaksın.”
“Yapmayın Komiser Bey. Lütfen biraz makul olun. Ben o aileyi sadece gazete sütunlarından tanırım. Onlarla hiçbir Cinsiyetim olamaz, yok da zaten.”
Komiser ters ters Caner’i süzdü,
“Yani hâlâ itiraftan kaçınıyorsun, öyle mi?”
“Ne itirafı Komiser Bey, yapmadığım bir şeyi nasıl üstlenebilirim?”
“Pekâlâ… O zaman şimdi soracağım suallere cevap ver. Dün kaçta işten ayrıldın?”
Genç mali müşavir bir an dün akşam saat kaçta işten ayrıldığını düşündü. “Saat altı da herhalde,” dedi.
“Genellikle akşam altıda işten çıkarım.”
“Ne demek herhalde? Kaçta çıktığını bilmiyor musun?”
işte, şimdi işin en zor kısmına geliyorlardı, zira dün akşam olanları hatırlamıyor sayılırdı.
“Yani altıdan önce işten ayrılmam,” diye kekeledi Caner.
“Sonra? Sonra ne yaptın?”
“Şey… Genellikle evime dönerim. Göztepe’ye”
“Çalıştığın firma Mecidiyeköy’de, değil mi?”
“Evet, efendim.”
“Ama dün gece evine dönmemişsin. Bunu nasıl açıklayacaksın?”
Bu suale verecek cevabı yoktu Caner’in. Saf saf mırıldandı: “Dönmemiş miyim?”
Komiser alaycı bir şekilde güldü. “Haberin yok mu?”
Caner utanmış gibi önüne baktı. Gerçekten de hiçbir şey bilmiyordu, daha doğrusu beyninde büyük bir boşluk vardı.
İşten çıktığını, işyerinin bahçesindeki Honda’sına bindiğini hayal meyal hatırlıyordu ama sonrası kopmuş bir film gibi karanlıktı.
“Hatırlamıyorum,” diye kekeledi.
“Tamam, sana yine yardımcı olmaya çalışayım. Bebek’teki daireye kaçta gittin?”
“Bebek’teki daire mi? Hangi daireden bahsediyorsunuz?”
Komiser Nihat birden köpürerek elini hızla önündeki masaya vurdu.“Eee, yeter artık! İşin cılkını çıkarma ulan! Seni nerede yakaladığımızdan da mı haberin yok?”
Caner’in beyni duracak gibiydi. Her zaman övündüğü kafası o an sanki durmuştu. Komiser haklıydı, bu sabah hiç bilmediği bir evin yatak odasında yanında çıplak bir kadın cesediyle bulunmuştu ve sözünü ettiği daire de orası olmalıydı.
“Benim o daireden haberim yok,” diyebildi.
“Ama Honda’nı evin kapısında bulduk. Hâlâ da orada duruyor. Gerçekleri saklamaya devam edecek misin?”
Aman Allahım! diye fısıldadı içinden. Her şey aleyhineydi. Tanımadığı, hatta yüzünü hiç görmediği bir kadınla, bilmediği bir evde, uygunsuz vaziyette bulunmuştu ve yataktaki kadın öldürülmüştü. Ne söylese boştu. Vereceği ifadeye haklı olarak kimse inanmazdı.
Çaresizliğin acısı içine çöktü. Kendisini müdafaadan bile acizdi. Daha çok karısı Sibel’i düşünüyordu. Şimdi onun yüzüne nasıl bakardı, o çok sevdiği karısına durumu nasıl açıklardı.
Yüzü ekşidi. “Karımla görüşmek istiyorum,” diye inledi.
“Şimdi olmaz. Önce ifade verip zaptı imzalayacaksın, ancak ondan sonra izin verebiliriz.”
“Hayır!” diye kükredi Caner. “Yasal haklarımı biliyorum. Beni ifade vermeye zorlayamazsınız. Avukatım yanımda olmadan hiçbir şeye imza atmam.”
“Demek avukatını istiyorsun. Tamam, bizim acelemiz yok. Sen zaten boku yemişsin evlat. Avukatların feriştahı gelse, seni bu durumdan kurtaramaz. Boşuna ümitlenme. Ayrıca şunu da kafana iyice sok, önünde sonunda seni bülbül gibi konuşturacağız.”
Komiser ayağa kalkarken yardımcısı Basri’ye dönüp, “Şu herifi nezarethaneye tıkın!” diye söylendi.
***
Bu imtiyazlı bir durum herhalde, diye içinden geçirdi Caner. Kalabalık bir hücreye sokulacağını sanırken, onu tek başına bir yere tıkmışlardı. Ne de olsa, memleketin ünlü şahsiyetlerinden birinin karısını öldürmekle suçlanıyordu. Muavin Basri’ye avukatının adını vermişti ama telefon numarasını hatırlaması imkânsızdı, daha doğrusu bilmiyordu.
Avukat Mehmet Ali Bey, rahmetli babasının çok yakın bir arkadaşıydı ama uzun zamandır onunla görüşmüyordu. Babasının vefatından sonra haliyle geliş gidişler azalmış, sonra da tamamen kopmuştu.
Bir zamanlar Mehmet Ali Beyin Karaköy’de bir yazıhanesi vardı, hâlâ çalışıp çalışmadığı hakkında da bir fikri yoktu; kaldı ki, çalışsa bile yaşı bir hayli ilerlemiş olmalıydı. Hukukta da şiddetli bir ihtisaslaşma vardı ve şimdi kendisine ceza hukukundan çok iyi anlayan bir avukat gerekiyordu, oysa babasının kadim dostunun ihtisas sahası hakkında da bir fikri yoktu.
Çalıştığı şirketin hukuk müşavirinin telefonunu da verebilirdi ama bundan özellikle kaçınmıştı. Bir anlamda bu son derece rezil bir olaydı, kim bilir şirkettekiler şimdi kendisi hakkında neler düşünecekti.
Utanmış ve şirket avukatının aranmasını istememişti.Aklı fikri karısı Sibel’deydi.
Önünde sonunda karısıyla karşılaşacakta. Ona durumu nasıl açıklayacağını hiç bilmiyordu. Kendisinin dahi akıl erdiremediği bir olayı sevdiği kadına izah etmenin hiçbir yolu yoktu. Nezarette yalnız kalınca düşünmeye başladı. Dün gece işten ayrıldıktan sonra neler olduğunu hatırlamalıydı. Hafıza kaybı yaşamadığına emindi. Duvara merbut oturağa ilişerek düşünmeye başladı.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Polisiye Roman (Yerli)
- Kitap AdıÖzgürlük Tuzağı
- Sayfa Sayısı248
- YazarOsman Aysu
- ISBN 9789751032959
- Boyutlar, Kapak14x22, Karton Kapak
- YayıneviSayfa6 Yayınları / 2013
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Pîrî – Kayıp Denizler Üzerine Bir Anımsama ~ Faruk Duman
Pîrî – Kayıp Denizler Üzerine Bir Anımsama
Faruk Duman
“Pîrî – Kayıp Denizler Üzerine Bir Anımsama”da Osmanlı Paşası Yusuf’un, komutasındaki gemiyle görevlendirildiği bir kuşatmaya giderken, Karanlık Deniz’de yaptığı gerçeküstü yolculuk anlatılıyor. Masalsı, fantastik...
- Billur Köşk Hikâyeleri ~ Kollektif
Billur Köşk Hikâyeleri
Kollektif
Bir varmış, bir yokmuş, Allahın kulu çokmuş tekerlemesiyle başlayıp, arada çekilen onca ızdıraba, ayrılığa, haksızlığa rağmen sonu hep Onlar ermiş muradlarına, darısı bizlerin başına....
- Üç Tarihi Roman / Beyaz Kale – Benim Adım Kırmızı – Veba Geceleri ~ Orhan Pamuk
Üç Tarihi Roman / Beyaz Kale – Benim Adım Kırmızı – Veba Geceleri
Orhan Pamuk
“Tarihi roman yazmayı seviyorsunuz, neden?” sorusuna, “19. yüzyıl Romantiklerinde olduğu gibi, şu anki dünyaya bir tür tepki, insanın bu yüzyılda yaşamaktan duyduğu bir tür hoşnutsuzluk...