Özgürlük birçok yenilgiye rağmen savaşlar kazanmıştır. Özgür yaşam için ölümü hiçe sayan bir çok insan olmuştur tarih boyunca.. Bu türden bir ölüm o insanın bireyselliğini en açık bir biçimde ortaya koyma şekliydi. Tarih insanoğlunun kendi kendini yönetmesinin kendi adına karar vermesinin ve uygun gördüğü şekilde düşünmesinin ve duymasının olanaklı olduğunu kanıtlıyordu sanki. Toplumsal gelişmenin yolunda hızla ilerlemekte olduğu hedef insanoğlunun Gizli güçlerinin tam anlamıyla ortaya koyuyordu…
***
I. BÖLÜM
ÖZGÜRLÜK BİR RUHBİLİMSEL SORUN MU?
Gerek Avrupa tarihi gerekse Amerika tarihi insanları ekonomik, sosyal ve ruhsal kelepçelerden kurtarmayı anlatır. Ezilenler ve yeni özgürlük arayışı içerisinde olanlar daima özgürlük savaşı vermişlerdir. Ve bu mücadeleyi yapanlar diğerlerine örnek olmuşlardır. Ancak bu uzun ve sürekli savaşta bir dönemdeki baskıya karşı savaşan sınıflar, zafer kazanıldıktan ve savunulacak yeni ayrıcalıklar ortaya çıktıktan sonra, özgürlük düşmanlarının yanında yer almışlardır.
Özgürlük, birçok yenilgiye rağmen, savaşlar kazanmıştır.Özgür yaşam için ölümü hiçe sayan bir çok insan olmuştur tarih boyunca.. Bu türden bir ölüm, o insanın bireyselliğini en açık bir biçimde ortaya koyma şekliydi. Tarih, insanoğlunun kendi kendini yönetmesinin, kendi adına karar vermesinin ve uygun gördüğü şekilde düşünmesinin ve duymasının olanaklı olduğunu kanıtlıyordu sanki. Toplumsal gelişmenin, yolunda hızla ilerlemekte olduğu hedef, insanoğlunun Gizli güçlerinin tam anlamıyla ortaya koyuyordu…
Ekonomik liberalizm, siyasal demokrasi, dinsel özerklik ve kişisel yaşamda bireycilik, özgürlük özleminin anlatımı haline geldi; bunlar aynı zamanda insanoğlunu özgürlüğü gerçekleştirmeye daha çok yaklaştırıyor gibiydi. Her gün yeni bilgiler ortaya çıkıyordu… İnsan, doğanın egemenliğini yıktı ve onun efendisi oldu; kilisenin egemenliğini, mutlakçı devletin egemenliğini yıktı. Dış egemenliğin ortadan kaldırılması, o çok istenen amaca yani bireyin Özgürlüğüne ulaşmak için gereken zeminin oluşmasını sağlamıştır Bireycilik, özgürlük özleminin anlatımı haline geldi; bunlar aynı zamanda insanoğlunu özgürlüğü gerçekleştirmeye daha çok yaklaştırıyor gibiydi.
Çoğu kişi, Birinci Dünya Savaşı’na son savaş, sonucunaysa özgürlüğün kesin zaferi gözüyle bakmıştı. Eski krallıkların yerini yeni demokrasiler aldı. Ne var ki, insanoğlunun, yüzyıllar süren savaş sonucunda kazandığı sandığı şeyi aslında kazanmadığını anlaması çok az sürdü. İnsanların tamamıyla denetimi altına alan bu yeni sistemlerin özü, bir avuç insan dışında herkesin, kendilerinin denetleyemedikleri bir otoriteye boyun eğmelerine dayanıyordu.
Başlangıçta çoğu kişi, otorite sisteminin zaferinin, birkaç bireycinin çılgınlığı sonucu ortaya çıktığını ve bu çılgınlığın onları zaman içinde kendi düşüşlerine götüreceği düşüncesiyle avundu. Diğerleriyse, kendini beğenmiş aklı havalarda, İtalyanların, ya da Almanların, yeterince uzun bir demokrasi deneyiminden yoksun olduklarını, bu yüzden de Batı demokrasilerinin siyasal olgunluğuna ulaşmalarını beklemek gerektiğini düşündü. Başkalarına göre Hitler gibiler, yalnız ve yalnız kurnazlık ve hileyle devlet aygıtının tümünü ele geçirmişler, onun üzerinde etki ve otoriteye sahibi olmuşlardı; bu insanlar ve onların tarafları düpedüz zor kullanarak yönetiliyorlardı; bütün insanlarsa, ihanet ve terörün iradesiz nesnelerinden başka bir şey değildi. Bugüne gelindiğinde o tezlerin boş sözler olduğu açıkça ortaya çıktı. Almanya’daki milyonların, özgürlüklerini başkalarının eline teslim etmede gösterdikleri istekliliğin, atalarının o özgürlüğü savunmada gösterdikleri isteklilikten az olmadığını kabul etmek zorunda bırakıldık; özgürlük istemek yerine, ondan kaçmanın yollarını aradıklarını gördük; diğer milyonlarca insanın kılını kıpırdatmadığını, özgürlüğü savunmayı, uğrunda savaşmaya ve ölmeye değer bir olgu olarak görmediğini kabul etmek zorunda kaldık. Ayrıca, demokrasi krizinin, yalnız ve yalnız İtalyanlara ya da Alınanlara özgü bir sorun olmadığını, da görüyoruz.
Özgürlük faşizm söz konusu olduğunda tehlike altına girmiş olmaz. Bu hakikat, John Dewey tarafından çok güçlü bir şekilde dile getirilmiştir: «Demokrasimizin karşı karşıya bulunduğu tehlike,» diyor, «yabancı totaliter devletlerin varlığı değildir yabancı ülkelerde, Lider’e bağımlılığa zafer kazandıran ve kendi kişisel davranışlarımızda ve kurumlarımızda var olan koşullar, en ciddi tehlikeyi oluşturmaktadır. Bu durumda savaş alanı da, kendi içimizde ve kendi kurumlarımızda bulunmaktadır.» Faşizmle savaşmak için onu anlamak zorundayız, iyimser hayallerin bize bir Yararı olmaz, iyimser görüşler dile getirmekse, bir Kızılderili yağmur dansı kut töreni kadar yetersiz ve yararsız olacaktır. Faşizmin boy göstermesine ortam hazırlayan ekonomik ve toplumsal koşullar sorunundan başka, anlaşılması gereken bir insansal sorun da var.
Bu kitabın amacı, çağdaş insanın kişilik yapısında bulunan ve faşist ülkelerde onu özgürlüğünden vazgeçirten etmenleri, kendi halkımız arasında da milyonlarca insanda çok belirgin bir şekilde varlık gösteren dinamik etmenleri çözümlemektir. Özgürlüğün insani yönüne ve iktidar hırsına göz attığımızda, ortaya çıkan belli başlı sorular şunlardır: Bir insansal deneyim olarak özgürlük nedir? Özgürlük isteği, insan doğasında var olan bir şey midir? Kişinin içinde yaşadığı kültür ortamı ne olursa olsun, özgürlük, bütün insanlarda benzer şekilde mi yaşanır, yoksa belli bir toplumda ulaşılan bireyciliğin ölçüsüne bağlı olarak farklılık mı gösterir?
Özgürlük, yalnızca dış baskının yokluğu mudur yoksa aynı zamanda bir şeyin varlığı mıdır ve eğer böyleyse, neyin varlığıdır? Toplumda, özgürlüğe kavuşma isteği yaratan toplumsal ve ekonomik etmenler nelerdir? Özgürlük, bir insanın kaldıramayacağı kadar ağır bir yük, kaçmaya çalıştığı bir şey haline gelebilir mi? Faşizm ya da otorite terimini, Alman ya da İtalyan tipi diktatörlük sistemini anlatmak için kullanıyorum. Özellikle Alman sistemini anlatırken Nazizm diyeceğim. Peki, özgürlük, nasıl oluyor da pek çok kişinin ulaşmak için can attığı bir amaç ve çok kişi için de bir tehdit oluşturuyor? Doğuştan gelen bir isteğin yanında, içsel bir boyun eğme isteği de olamaz mı? Eğer bu istek yoksa bugün birçok kişinin gösterdiği, «lidere hayranlık» olgusunu nasıl açıklayacağız?
Boyun eğme, daima kamu önüne çıkmış, elle tutulur bir otoriteye mi yönelik, yoksa görev bilinci gibi içselleşmiş otoritelere, içsel zorlamalara ya da kamuoyu gibi anonim otoriteye boyun eğme de söz konusu mu? Boyun eğmek, kabullenmek davranışında gizli bir doyum var mı, varsa bunun özü nedir? İnsanoğlunda, doymak bilmez bir iktidar hırsı yaratan şey nedir? Yaşamsal enerjilerinin gücü mü, yoksa temelde yaşamı kendiliğindenliği içinde, sevgiyle yaşama yetersizliği ve zayıflığı mı? Bu karşı durulması güç isteklerin gücünü oluşturan ruhbilimsel koşullar nelerdir? Bu ruhbilimsel koşulların dayandığı toplumsal koşullar nelerdir?
Özgürlüğün ve otoritecilik güçlerinin insansal yönlerinin çözümlenmesi, genel bir sorunu, yani ruhbilimsel etmenlerin, toplumsal süreç içersinde etkin güçler olarak oynadığı rolü ele almamızı gerektirmektedir; bu da sonunda bizi, toplumsal süreçteki ruhbilimsel, ekonomik ve ideolojik etmenler arasındaki karşılıklı etkileşim sorununa götürür. Aslında faşizmin büyük uluslar üzerindeki çekicilik etkisini anlamak yönündeki her girişim, bizi, ruhbilimsel etmenlerin rolünü kabul etmek zorunda bırakacaktır. Çünkü burada, temelde kişisel çıkar güçlerini değil, insanoğlunda var olmadığını ya da en azından uzun zaman önce ölmüş bulunduğunu sandığımız şeytani güçleri harekete geçiren bir siyasal sistem söz konusudur.
Son yüzyıllar içinde, insanoğlunu, etkinlikleri, kişisel çıkarları ve bu çıkarlara uygun hareket etme yeteneğiyle belirlenmiş mantıksal bir varlık olarak gördük. İktidar hırsıyla düşmanlığı, insanoğlunun itici güçleri olarak kabul eden Hobbes gibi yazarlar bile, bu güçlerin varlığını kişisel çıkarların mantıksal bir sonucu olarak açıkladılar. Onlara göre, insanlar eşit olduğundan ve dolayısıyla aynı mutluluk anlayışını beslediklerinden ve de herkesi aynı ölçüde doyurmaya yetecek kadar servet bulunmadığından, şuan da sahip olduklarının mutluluğunu gelecekte de yaşamayı güvence altına alma gücünü elde etmek amacıyla kaçınılmaz olarak birbirlerine karşı savaşacaklardı. Ancak Hobbes’un Bu tezi çürütülmüştür. Orta sınıf bir önceki siyasal ya da dinsel yöneticilerin iktidarını yıkmada başarıya ulaştıkça, insanlar doğaya egemen olmada daha büyük adımlar atmışlar ve milyonlarca birey ekonomik bağımsızlığına kavuştukça, daha çok sayıda insan, dünyayı mantıksal bir dünya ve insanı, temel mantıksal varlık olarak görmeye başlamıştır. İnsan doğasının karanlık ve şeytansı güçleri, ortaçağların ve hatta tarihin daha da eski dönemlerinin sayfalarında bırakılmış, bu güçler, bilgisizlikle, ya da hain kralların ve rahiplerin kurnaz entrikalarıyla açıklanmıştır. İnsan bu zamanlarda tehlike olmaktan çıkan bir yanardağa bakar gibi bakıyordu.
Kendini güvencede hissediyor, çağdaş demokrasinin başarılarının, bütün kötü güçleri silip süpürdüğüne inanıyordu; dünya, çağdaş bir kentin iyi aydınlatılmış sokakları gibi pırıl pırıl ve güvenliydi. Savaşlar, eski zamanların son kalıntıları olarak görülüyordu, savaşı sona erdirmek için bir tanecik savaş daha yapmak yeterliydi; ekonomik bunalımlar, düzenli olarak belli aralıklarla başa gelen kazalardı ama gene de yalnızca birer kazaydı. Faşizm iktidara geldiğinde, insanlar ona her konuda hazırlıksızdı. İnsanoğlunun böylesine derin kötülük eğilimleri, böylesine büyük iktidar hırsı, zayıfın haklarını böylesine yok sayma eğilimi, ya da böylesine büyük bir boyun eğme özlemi taşıdığına inanamıyorlardı. Patlayacak olan volkanın homurtularının farkında olan sadece birkaç kişiydi.
Nietzsche, on dokuzuncu yüzyılın tatlı iyimserliğini dürtükledi; Marx da bir başka yönde aynı işi yaptı. Bir başka uyarı daha sonra Freud’dan geldi. Aslına bakılırsa, Freud da çoğu izleyicileri de, toplumda olup bitenler konusunda çok saf düşünce ve görüşlere sahiptiler, ruhbilimin toplumsal sorunlara uygulanması konusundaki çoğu çalışmaları yanıltıcı çerçevelere oturtulmuştu; ama gene de, Freud, ilgisini tümüyle bireyin coşkusal ve zihinsel rahatsızlıkları görüngüsüne yöneltmekle, bizi volkanın tepesine götürdü ve bize, kaynamakta olan krateri gösterdi. Freud, ilgileri, insan davranışının bazı bölümlerini oluşturan akıl dışı ve bilinç dışı güçlerin gözlenmesi ve çözümlenmesine yöneltmede kendisinden önce gelen herkesten daha derinlere indi. O ve onun çağdaş ruhbilimdeki izleyicileri, insan doğasının akıl dışı ve bilinçdışı bölümünü örten perdeyi kaldırmakla kalmadılar; bu akıl dışı durumun, belli yasalara uyduğunu, dolayısıyla mantıksal olarak anlaşılabileceğini gösterdiler…
Freud. Bize düşlerin dilini anlamayı ve daha birçok şeyi öğretti. Ama Freud, kendi kültürünün ruhuna öylesine gömülmüştü ki, o kültürün koyduğu belli sınırların ötesine gidemezdi. Onun, hasta bireyi bile kavramasına engel oluşturan sınırlar, onu bazı şeyleri anlama da ve gerçekleştirmede alı koymuştu. Bu kitap, ruhbilimsel etmenlerin, toplumsal sürecin tamamı üzerindeki rolünü öne çıkardığından ve bu çözümleme, Freud’un temel buluşlarından bazılarına, özellikle de insan kişiliğinde bilinçaltı güçlerin işleyişi ve bunların dış etkilere bağlı oluşuyla ilgili buluşlara dayandırıldığından, okurun, daha işin başında yaklaşımımızın genel ilkelerinden bazılarıyla, bu yaklaşımla klasik Freud’a ait kavramları arasındaki belli başlı farkları bilmesi yararlı olacak sanıyorum.
Freud, insan doğasının kötülüğünü savunan geleneksel öğretiden başka, insanla toplum arasında bir temel karşıtlık olduğu yönündeki geleneksel inancı da kabul etmiştir. Ona göre insan, temelde toplum karşıtıdır. Toplum, onu sakinleştirmeli, yok edilmesi olanaksız dürtülerin şu ya da bu şekilde dolaysız olarak doyurulmasına izin vermelidir; ama toplumun asıl görevi, insanın temel tepilerini arıtmak ve bunları ustaca denetlemektir. Toplumun doğal tepileri bu şekilde baskı altına almasının sonucu olarak mucizevi bir durum ortaya çıkar: baskı altına alınan istekler , kültürel açıdan değer taşıyan ve gerçekleştirilmesi şiddetle arzulanan özlemlere dönüşür ve Freud’un kuramının temel sonuçlarına dayandırılmış olmakla birlikte, ondan pek çok önemli yönde ayrılan bir ruh çözümsel yaklaşım, Karen Homey’nin bir yazısında dile getirilmiştir.. Bu iki yazar birçok yönden birbirinden ayrılsa da, bu kitabımda sunulan görüş, her ikisinin görüşüne birçok yönden benzemektedir. Ve bu görüş insanın kültür temeli haline gelir. Bu garip dönüşüm için Freud, yücelme sözcüğünü seçmiştir. Baskı, yücelme özelliğinden daha fazlaysa bireyler sinir hastası olmaktadır. Ancak genelde, insan isteklerinin doyurulması ve kültür arasında çelişkili bir ilişki söz konusudur: baskı arttıkça kültür artar.
Freud’a göre bireyle toplum arasındaki ilişki temelde durağandır: birey hemen hemen aynı bireydir; ancak toplumun, doğal dürtülerine daha büyük baskı yaptığı ya da daha fazla doyuma izin verdiği oranda değişebilir. Kendisinden önce gelen ruhbilimcilerin kabul ettiği, insanın, temel dürtüleri denilen şey gibi, Freud’un insan doğası kavramı da temel olarak, çağdaş insanda görülecek olan en önemli isteklerin bir yansımasıydı. Freud’a göre kendi kültürünün bireyi «insan»ı temsil ediyordu; çağdaş toplum insanının belirleyici özelliği olan tutkulara ve kaygılaraysa, insanın biyolojik yapısında kök salmış ezeli güçler gözüyle bakılıyordu. Bu düşünceyi kanıtlayacak pek çok örnek gösterilebilir, ama ben, bir toplumsal varlık olarak bütün bir insan kavramını ilgilendirmesi açısından özellikle önemli bulduğum tek bir örnek vereceğim. Freud, daima bireyi başkalarıyla ilişkisi içinde ele alır. Ancak Freud’un anlattığı bu ilişkiler, kapitalist toplum bireyine özgü olan, kişinin başkalarıyla ekonomik ilişkileri olgusuna çok benzer.
Her bir kişi her şeyden önce başkaları ile işbirliği içinde değil, bireysel olarak, kendisi için çalışır. Ama kişi, bir Robinson Crusoe değildir; müşteri gibi, işçi ya da işveren gibi başka kişilere gereksinimi vardır. Satın almak ve satmak durumundadır; almalı, vermelidir ve ne olursa olsun, bu ilişkileri pazar düzenler. Dolayısıyla, her şeyden önce yalnız ve kendine yeterli olan birey, bir araç olarak, satın alma ve satma aracı olarak başkalarıyla ekonomik ilişkiye girer.
Freud’un insan ilişkileri kavramı da temelde aynıdır: Birey, doğuştan sahip olduğu ve Doyurulmak gereksinimi içinde bulunan isteklerle donanmış görünmektedir. Bunları doyurmak için, birey, diğer «nesneler» ile ilişkiye girer. Dolayısıyla diğer bireyler, her zaman için kişinin amacına ulaşmada kullanılan araçtır, amaç dediğimizse, bireyde, başkalarıyla temasa geçmeden önce doğan yoğun isteklerin doyurulmasıdır. Freud’un anladığı anlamda insan ilişkileri alanı, pazara benzemektedir biyolojik olarak var olan gereksinimlerin doyurulması yönünde yapılan bir değiş tokuştur bu ve bu değiş tokuşta, bir başka bireyle olan ilişki, hiçbir zaman için bir amaç değil, her zaman için bir araçtır.
Bu kitapta ki çözümleme, Freud’un görüşünün tersine, ruhbilimin temel sorununun, farklı güdüsel gereksinimin doyurulması ya da ortadan kaldırılması soru-
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) İnceleme Psikoloji
- Kitap AdıÖzgürleşme Olgusu
- Sayfa Sayısı300
- YazarErich Fromm
- ÇevirmenSedat Erdemli
- ISBN9786055248604
- Boyutlar, Kapak14x20, Karton Kapak
- YayıneviALTINPOST YAYINCILIK / 2012