Modern teknoloji ve internetin yaygınlaşması insanoğluna inanılmaz büyük bir fırsat sunmuştur. Onlarca yıldır sadece belli kurumların ve ayrıcalıklı kişilerin elinin altında bulunan “bilimsel bilgi” artık isteyen herkes tarafından ulaşılabilir durumdadır. Bilgiye ulaşabilme özgürlüğü açısından ortaya çıkan bu eşitlik, insanlık için muazzam bir fırsat olmasına rağmen çok büyük bir tehlikeyi de yanında getirmiştir. Zira insanlığın ortaya çıkışından beri var olmaya devam eden sahtekarlık ve yalan bilgiler de aynı teknolojiyi ve bunun yarattığı özgürlüğü sonuna kadar kullanarak çok fazla kişiye ulaşabilmektedir.
…
Ellerinizin arasında durmakta olan bu kitap bilimi bilenlerin, bilmeyenlere akıl verdiği bir kitap değildir. Hazır cevap kalıplarına sıkışmak yerine sorularla çözüm arayan ve sözde olana kolayca inanmak yerine zaman ve emek harcayarak özde olanı anlamaya çalışan insanlarla buluşmak isteyen bir kitaptır.
İÇİNDEKİLER
GİRİŞ • 7
BİLİM NEYİ BİLİR NEYİ BİLMEZ? • 13
AKLIMIZI BULANDIRAN SÖZDE BILIM • 36
SÖZDE BILIME ÖRNEKLER:
TIBBIN SINIRLARI NEREDE BAŞLAR NEREDE BİTER? • 46
NE YİYELİM, NE İÇELİM? • 74
PİRAMİTLERİ KİM YAPTI? ANTİK ASTRONOT TEORİLERİ • 91
ASTROLOJİ • 108
GÖKTEN GELEN TEHLİKE KİMYASAL İZLER-CHEMTRAILS • 123
COVİD SALGINI VE AŞI KARŞITLIĞI • 130
DÜZ DÜNYACILAR HÂLÂ VARLAR • 144
İKLİMİ KİM DEĞİŞTİRDİ? • 148
SÖZDE BILIME NEDEN DÜŞERİZ? • 151
PROFESYONELLER SÖZDE BILIME NEDEN DÜŞER? • 190
KURTULUŞ REÇETESİ • 213
SONSÖZ • 226
TEŞEKKÜR • 229
KAYNAKÇA • 230
GİRİŞ
Hypatia’yı kim öldürdü?
O sabah güneş sanki her zamankinden daha önce doğmuştu. Alışıldık sıcaklığı ve parlaklığı ile Nil Deltasının sularını ışıl ışıl parlatan, piramitlerin üstündeki kireçtaşına beyaz ışıklarını düşüren güneş, Mısır’ın Güneş Tanrısı Ra o gün daha da parlak gibiydi. Binlerce Mısırlı, bereketiyle insanları besleyen Nil Deltasındaki tarlalarında çalışıyorlardı. Biriken büyük tarımsal üretimi kaydetmek, tüm bu tarımsal sistemi organize etmek için geliştirdikleri yazı aracılığıyla kâtipler, o günkü üretimi not ediyordu. Tarımın bereketinin üzerine kurulan sosyal, ekonomik güç, toplumsal katmanlaşmayı, yanı sıra bilgi üretimini ve bu üretilen bilginin korunmasını da beraberinde getirmişti.
Mısır’ın fikirsel alandaki üstünlüğünün doruk noktasında ise İskenderiye Kütüphanesi yer alıyordu. Bu kütüphanenin kurucuları ve destekleyicileri olan Ptolemy’ler, Rönesans döneminin bilginleri ve sanatçıları destekleyen Medici Ailesi gibi bu kütüphanenin bilgi ikliminin koruyucularıydılar. Tüm antik dünyadan bilgiler, parşömenler İskenderiye’ye getirtiliyor ve böylece büyük bir bilgi merkezi oluşturuluyordu.
İleride Bağdat’ta Abbasi halifelerinin kuracakları ve her türlü bilgiyi toplayabilmek için büyük paralar harcayacakları Beytü’l-Hikme’nin (yani hikmetler-bilgiler evi) öncülü burası denilebilirdi. Avrupa medeniyetinin kendisini temellendirdiği ve fikirsel birikimiyle övündüğü Antik Yunan medeniyetinin düşünürlerinin pek çoğunun da gelerek bilgi ve eğitim aldığı, Nil Deltasındaki İskenderiye’de yer alan bu kurum çok önemliydi. İlk filozof olarak kabul edilen Thales’in, Platon ve Pisagor gibi düşünürlerin Mısır medeniyetine seyahatleri ve oradan pek çok bilgiyi almaları, dünyanın yuvarlak olduğunu kanıtlamak için Mısır’da bir deney yapan Eratosten’in, bu deneyleri niye Mısır’da yaptığı, bu kütüphane ve bu bilgi merkezi düşünülmeden anlamsız kalıyor.
Yunan medeniyetinin Mısır’dan ne kadar çok etkilenmiş olduğu Kara Atina gibi kitaplarda ve daha pek çok kaynakta görülebilir. Günümüzde tıp alanında en saygın üniversitelerin başında gelen Harvard Tıp Fakültesi, nasıl her yıl bilgi birikimlerini ve deneyimlerini artırmak için çok sayıda uluslararası öğrenciyi kendisine çekiyorsa Antik Mısır tıbbı da Yunan, Roma gibi farklı toplumlardan bilgi edinmek isteyen insanları kendisine çekiyordu. Hipokrat’a (Hippocrates) atfedilen Hipokratik Korpus (tıbbi konular külliyatı) dahi İskenderiye’de bir araya getirilmiştir.
Sadece tıp alanında değil, astronomi, düşünce iklimi gibi farklı alanlarda Mısır o dönemin yıldızıydı. Herhangi bir kurumsal ideolojinin baskısından ve filtresinden geçmeden bilgiye odaklanmış bu merkez; Eratosten, Öklid, Hipparkos gibi pek çok bilginin eserlerinin çıktığı bir kaynak haline gelmişti. Dünyada sayısız vadi varken neden sarsıcı buluşların Silikon Vadisi’nden çıktığını bir düşünelim. Henüz teknolojiye yansımasa da fikirsel düzlemde dünyanın ilk Silikon Vadisi bu kütüphaneydi. İşte bu överek anlattığımız Mısır medeniyeti, geçen yüzyıllar içinde o eski bilgelik merkezi özelliğini kaybetmeye başlamıştı. Tarihin MS 400’leri gösterdiği günlerden birinde Hypatia adındaki bir kadın filozof, her gün çalıştığı İskenderiye Kütüphanesi’nden çıkıp geniş ovaya baktı. Artık bilgeliğin kıymetinin yitirilmeye başlandığı bir dönemde yaşıyorlardı.
MÖ 3. yüzyılın başlarında kurulan bu kütüphane geçmişte hakettiği ilgiyi o günlerde görmekten oldukça uzaktı ve bilginin, bilgeliğin kaynağındaki bu kütüphaneye ve kendisine karşı kin giderek artıyordu. Roma’nın resmi din olarak Hristiyanlığı seçmesi, İskenderiye piskoposu Cyril’in pagan inançlara yaklaşımı ve Mısır Valisi Orestes ile İskenderiye Piskoposu Cyril arasındaki siyasi gerilim, İskenderiye Kütüphanesi’nin değerli bilgini Hypatia’yı uzun süredir toplumda giderek artan nefretin odağına yerleştirmişti. Toplumsal ve siyasal desteğini kaybeden bilim merkezini korumak konusunda, o merkezin yıldızı olan kadın filozof, matematikçi ve astronom Hypatia da yeterli güçten yoksundu.
Sonunda kalabalık, fikri önderlerinin komutlarıyla harekete geçti. Hypatia sokakta at arabasıyla kütüphaneye giderken arabadan indirildi, soyulduktan sonra taşlanarak vahşice öldürüldü ve yakıldı. Bu saldırgan tutumdan zarar gören sadece Hypatia değildi. İlerleyen yıllarda antik bilginin harddiski kabul edebileceğimiz bu değerli veri deposu, parşömenler, fragmanlar farklı saldırılar sonucunda tahrip edildi. Şehrin, tüm antik dünyanın düşünürlerini ve araştırmacılarını kendisine çeken fikirsel hoşgörü ortamı ortadan kayboldu.
Felsefenin temelindeki sorgulama, her fikre açık olma ve öğrenmeye merak atmosferi İskenderiye’den silindi. Adını bildiğimiz pek çok antik filozofun yazıları, fikirleri, bilmediklerimiz de dahil olmak üzere sayısız bilgi bir daha geri gelmemek üzere yok edildi. Toplumsal dengelerin bozulmasıyla kütüphaneyi ve bu bilim merkezini koruyan kimse kalmadığında, insanlık çok değerli hafızasını acıklı bir şekilde kaybetmiştir. Söz uçar yazı kalır (verba volant, scripta manent) sözünde denildiği gibi sözler uçmuş, yazılmış olanlar da imha edilmişti.
İskenderiye Kütüphanesi’nde kaybolan bilgiler, geçmişin polymat’larının (poly: çoklu, mathes: öğrenmek) yazdıklarıydı. Aynı anda pek çok konuda yetkinliği olan kişilere verilen bir unvan olan polymat kelimesi, geçmişin filozoflarını, düşünürlerini ve araştırmacılarını tanımlayan bir ifadedir. Bizim dilimizde polymat kelimesinin karşılığı daha aşina olduğumuz bir sıfat olan “hezarfen”dir. Bu sıfatın sanki sadece Galata Kulesi’nden kendi yaptığı kanatlarla atlayıp süzülerek yere inmeyi başardığı iddia edilen Hezarfen Ahmet Çelebi’ye ait olduğunu düşünsek de bu ifade polymath’ın bizim coğrafyadaki kelimesel karşılığıdır (Farsça hezar: bin, Arapça fen: ilim).
Yani bizim coğrafyamızda “Bin ilim bilen kişi” gibi bir anlam verilmiştir bu kişilere. Özetle bu hezarfenler ve polimat’lar; aynı anda tıp, felsefe, yer bilimleri ve astronomi gibi çok farklı konularda bilgi, görgü ve deneyime sahip kişilerdir. Leonardo da Vinci ve İbn-i Sina’yı farklı medeniyetlerden hezarfen örnekleri olarak gözümüzün önüne getirebiliriz. Ancak bizim hezarfen diyince ilk aklımıza gelen Hezarfen Ahmet Çelebi’nin de sonu pek iyi olmadı. Cezayir’e sürgün edildi ve bir daha da geri dönemedi. Bir başka hezarfen olan Ali Kuşçu’nun astronomi faaliyetleri ve sonrasında Takiyüddin’in kurmuş olduğu rasathanenin sonu da Hypatia kadar kanlı şekilde olmasa da dramatik bir yıkım ile sonuçlandı. Peki, tüm bu yaşananlar engellenebilir miydi? Hypatia’yı kim neden öldürdü?
Hypatia’ya ve sonraki yıllarda İskenderiye Kütüphanesi’ne karşı o bölgenin halkı neden bu kadar kızgın hale gelmişlerdi? Bu yazdıklarımız keşke sadece tarihin tozlu sayfalarından üzücü hikâyeler olsaydı. Ancak günümüzde de bilim ve bilim insanları, gerçek sonrası veya hakikat sonrası (post truth) denilen çağın ruhundan zarar görmektedir. Her gün aşı karşıtlığı, bilimin reddi, kabulü mümkün olmayan sözde bilim iddiaları, uydurma komplo teorileri gözlerimizi, kulaklarımızı, sosyal medyayı ve akraba sohbetlerimizi doldurup durmakta.
Aşıyı savunan insanlara nefret ve hakaret söylemleri, sosyal medyada artık sıradanlaştı. Günümüz bilimine güvensizlik, onun bulgularına karşı çıkmak günümüzde de pek çok insan için kendilerini ayrıcalıklı hissettiren, kendi seçimlerini bilimin ve bilim insanlarının üzerinde görmelerini sağlayan bir yaklaşım olarak yükselmekte. Hypatia’nın, Ali Kuşçu’nun, Hezarfen Ahmet Çelebi’nin ve kurumlarının başına gelenler, günümüz bilim insanlarının ve bilim kurumlarının başına tekrar gelebilir. Hypatia’yı ve İskenderiye Kütüphanesi’ni ortadan kaldıran, kalabalıkların temelsiz önyargılarının öfkesiydi. Günümüzde hakikate değer vermeyen post truth çağının düşünce yapısı da ilk fırsatta bilimin düşünce metotlarına, bulgularına ve bilim insanlarına saldırmayı hedefliyor. Aşı karşıtlarının 2021 yılı Ağustos ayında İngiliz yayın kuruluşu BBC’yi, aşı yanlısı yayın yaptıkları gerekçesiyle basmaları ve her yere zarar vermeleri, Hypatia’nın hikâyesinin çok da eskilerde kalmış antik bir öykü olmadığını bizlere ayan beyan göstermektedir.
Sözde bilim (pseudoscience) bu saldırganlığı besleyen temel yaklaşımlardan bir tanesidir ve ne yazık ki bilim insanı sıfatı taşıyan bazı insanlar tarafından da körüklenmektedir. Sözde bilim, bireysel ve dünya ölçeğinde yaşanan olaylarla ilgili kafamızı karıştıran söylemlerle zihnimizi bulandırıyor. Bu kitapta sözde bilime, sözde bilime düşme nedenlerimize ve bilimin bu karanlıklar içinde bize gösterdiği ışıklı yola bakmaya çalışacağız. Elinizde tuttuğunuz kitap, yeni Hypatia’lar olmasın, binlerce yılda geliştirdiğimiz bilimin aydınlık ışığı sönmesin, neye ne için karşı olduğunu bilmeyen temelsiz fikirlerle galeyana gelmiş kalabalıklar oluşmasın ve insanlık olarak yeni kafa travmaları yaşamayalım diye sorular soran bir düşünce kitabıdır.
Okan Arıhan, Ankara 2021
BİLİM NEYİ BİLİR NEYİ BİLMEZ?
Mars’ta uçan helikopteri ya da Türk bilim insanlarının geliştirdikleri aşıları duymuşsunuzdur. Günümüz dünyasında bilimin girmediği hiçbir yer yok. Bilgisayarlar, uçaklar, akıllı telefonlar, başka gezegenlerde bizim için araştırma yapan robotlar, giyilebilir teknolojiler, sağlık alanında büyük gelişmeler, insan beyninin işleyişiyle ilgili keşifler ve her gün bizi hayranlığa düşüren bilimsel buluşlar… Ünlü bilimkurgu yazarı Arthur C. Clarke’ın deyimiyle “Yeterince gelişmiş bir teknoloji, sihirden ayırt edilemez”. Başka bir kıtadaki akrabamızla telefon aracılığıyla konuşmamız sırasında ne bir kablo ne görünür bir bağlantı var ama o tanıdığımızın sesi ve görüntüsü hemen yanı başımızda. Sadece bu teknoloji dahi mucize gibi gözükmüyor mu? Bilim ve teknolojinin bu baş döndüren gelişmelerinin yanı sıra bu kadar çok bilgi akışı içinde kafamızı karıştıran iddialar da duyuyoruz. Özellikle sağlık alanında öne sürülen pek çok garip fikir bizi bir ayrıma getiriyor; bilim ve sözde bilim. Dünyanın düz olduğuna inananlar, 5 milyondan fazla insanın öldüğü Covid salgınının bir senaryo olduğunu söyleyenler, tüm kanserleri elindeki mucize bitkisel bir hapla iyileştirdiğini iddia edenler, iklim değişikliği uyarılarının bir komplo olduğunu söyleyenler sözde bilimin en güzel örneklerini sergiliyorlar. Sözde bilim ya da diğer bir ifadeyle yalancı bilime, hayatımızın her alanında rastlayabiliriz. Peki, kandırılmamak için bilimi, sözde olanından nasıl ayırt edeceğiz? Sözde bilimi tanımak için önce bilim nasıl çalışır diye kısaca bir bakalım.
Bilim nedir?
Bilim denilince aklımıza ne geliyor? Geceden sabahlara kadar ışıkları açık olan laboratuvarlarda çalışan beyaz önlüklü insanlar ve karmaşık cihazlar mı? Türkçede bilim, bilmek kökünden gelir ama yine de bu terim pek bir şey ifade etmiyor gibi. Binlerce yıldır insanlar tekneler yapıyor, yıldızların hareketlerini izliyor, piramitler dahi yapabiliyor ama biz o zamana ait bilgilere bugünün bakış açısıyla “bilimsel bilgi” demiyoruz. Bilim kavramının içini doldurmamız gerekirse Carl Sagan’ın deyişiyle “Modern bilim sadece bir bilgi topluluğundan daha fazlasıdır.
Bir düşünme şeklidir, evreni şüphecilikle sorgulamanın bir yoludur” diyebiliriz. Hazırladığı belgesel programlarla bilimi geniş kitlelere sevdiren bu bilim insanının dediği gibi, bilim sadece bilgileri üst üste yığmak değil bir düşünme şeklidir ve her şeye şüphe ile yaklaşmayı gerektiren bir metottur. Eski bir Latince deyiş şöyle der, “Ubi dubium, ibi libertas” yani “Nerede şüphe varsa orada özgürlük vardır”. Bilim her konudaki iddiaya şüpheyle yaklaşır ama bununla yetinmeyip kendi bulgularından da şüphe eder ve her yeni bulguyla önceki teorilerini test eder. Yanlış gördüklerinden vazgeçer, doğru çıkanları teori içinde tutmaya devam eder ama bu şüphecilik, her şeyi inkâr etmek gibi bir tutum değildir. Şüphe, bilimsel bilgiye ulaşma süreci içinde yer alan çok değerli bir güvencedir.
Bilim ve felsefenin paylaştığı ortak noktalardan birisi de herhangi bir konuda “Ben biliyorum ve bilinebilecekler bu kadar” diyerek noktayı koymamış olmalarıdır. Her zaman “biliyorum” dediğimiz şeyler sorgulamaya açıktır. Şüphe ile sorgulamaya devam etmeye bir örnek verelim. Bugün tıp fakültesinde hocalık yapan birçok öğretim üyesi, öğrencilik yıllarında tıbbi fizyoloji kitaplarında suyun hücre zarından kendiliğinden geçebildiğini okumuşlardı. Bu görüş doğru kabul ediliyordu ve su moleküllerinin çok küçük olması, hücre zarlarından geçebilmesinin nedeni olarak anlatılıyordu. O dönemde tıp öğrencileri olan hocalarımız bu bilgilerden sınava girdiler ve bu bilgiyi doğru olarak kabul ettikleri zaman ancak geçerli puanı aldılar.
Geçen yıllar içinde bilim insanları bu konuda araştırmalar yaptıkça hücre zarından suyun geçişinin tahmin edildiği kadar kolay olmadığı ve suyun, hücre içinden geçmesinde aquaporin adı verilen su kanallarının büyük önemi olduğu ortaya çıktı. Bu örnekte gördüğümüz gibi bilim kendi yanlışını kendi metotlarıyla bularak düzeltti. Bu nedenle bugün tıp kitaplarında anlatılan ve doğru kabul edilen tüm bilgilere “eldeki veriler ışığında şimdilik doğru” demeyi tercih etmemiz gerekiyor. Benzer bir durum yumurtanın sağlık üzerine etkileri konusundaki tartışmalardır. Yıllarca, yumurtanın içerdiği kolesterol nedeniyle kalp damar hastalıklarındaki zararlı etkilerinden bahsedilmekteydi. Bu iddialar da yine bilimin metotlarıyla o güne kadar yapılan araştırmaların sonuçlarına göre söylenmekteydi.
Araştırmalar biriktikçe yumurtanın bahsedildiği kadar zararlı olmadığı ve makul ölçülerde yenilebileceği sonucu ağırlık kazanmaya başladı. Benzer durumlar kahve için de söz konusudur. Bir gün karaciğer kanserine karşı koruyucu etkileri tespit edilen kahvenin, diğer bir gün bazı araştırmalarda sağlığa zararlı yönlerinin de olabileceği iddia edilebilmektedir. Benzer şekilde süt içmek bazı çalışmalarda olumsuz etkilere neden olan bir besin olarak değerlendirilirken diğerlerinde faydalı etkileri ile karşımıza çıkmaktadır. Bilim, ılımlı dogmalarla şüpheciliğin iç içe olduğu bir süreçtir. Yani bilimde bazı kabullerimiz vardır ama onlar da her zaman sınanmaya ve değiştirilmeye açıktır.
Bazı düşünürlerin fikirleri “Evrenin düzenine dair tüm iddialar, kesinlikten uzak çıkarımlar olmanın ötesine geçemezler” noktasına gelmektedir. Yani bugüne kadar bir konuda elde ettiğimiz sonuçlar yarın da aynı şekilde devam edecek diye bize bir garanti vermezler. Bu nedenle bilim ılımlı dogmalarla (ılımlı tutuculuk düzeyinde) ve şüphe payını her zaman barındıran bir süreçle ilerler. Bu tür bir ılımlı tutuculuğun faydası, tutarlı ve istikrarlı bir zihinselliğe sahip olmaktır.
Çünkü eğer hiçbir şeyin bilinemeyeceği ve her şeyin muğlak olduğu gibi bir düşünce yapısına sahip olursak üzerine inşa edebileceğimiz hiçbir bilim disiplini ortaya çıkmaz. Antik Yunan dünyasındaki sofistlerin dediği gibi “Her şey kanılardan oluşur ve biz aslında hiçbir şeyi ortak bir kavram düzeyinde bilemeyiz” şeklinde bir sonuca varırız. O zaman da ne mikrop kavramını ve onunla ilgili tüm önlemlerimizi zihnimizde tasarlayabiliriz ne hareket yasaları ile uzaya gidip dönen araçlar üretebiliriz ne de bir düşünce sistemi inşa edebiliriz.
Bilim sofistlerin yaptığı gibi retorik (belagat) kullanmaz yani kelimelerin etkisiyle karşı tarafa bir baskı oluşturup karşıdakini ikna etmeye çalışmaz. Kanıt ve metodolojisini, şüphe payını hep akılda tutarak ortaya koyar. Yani özetle bilimde inanç olarak kabul edebileceğimiz kabullerden bahsedebiliriz ama bunlar değişmez, taşa yazılmış gerçekler gibi kabul edilmez. Tüm bu anlattıklarımızdan görüleceği üzere bugün bilimsel olarak “biliyoruz” dediğimiz pek çok şey aslında tam olarak doğru olmayabilir.
Paradigma kayarsa düşünce dünyamız da kayar mı?
Güncel dönemde bilimsel olarak geçerli olan ve “paradigma” adını verdiğimiz “kabul ediş”, zaman içinde yeni bulguların ışığında değişime uğrayabilir ve yeni kabullere doğru bir paradigma kayması meydana gelebilir. Paradigma; “bir bilimsel topluluk tarafından paylaşılan inanç ve değerleri, buna ek olarak araştırma teknikleri, sorular ve cevaplar bütününü” ifade eder. “Bir bilim çevresine belli bir süre için egemen olan model anlamını verir.” Bu terim Thomas Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı kitabında ilk kez verilmiştir. Kıtaların sabit olduğu ve hiç hareket etmediği düşüncesi bir zamanlar genel kabul gören bir paradigmaydı. Ancak jeolojik, bitki ve hayvan dağılım örüntüleri ile ilgili bulgular bir paradigma kayması meydana getirmiş ve kıtaların bir zaman Pangea adındaki bir süper kıta halinde bir arada olduğu ve zaman içinde birbirlerinden ayrıldıkları artık kabul gören paradigma haline gelmiştir. Paradigma kayması, belirli bir süreliğine insanların gerçek kabul ettiği ve hayata bakışlarını şekillendiren düşüncelerden birinin yıkılıp bunun yerine bir başkasının gelmesidir. Bilimdeki devrimsel ve sıçramalı pek çok gelişme bu şekilde olmuştur. Bir süreliğine bilimsel çevrelere hâkim olan paradigmaların geliştirilmesi, hipotez-gözlem birlikteliği ile söz konusu olmaktadır. Elde edilen veriler, kabul görmüş bir paradigmaya doğru dönüşmektedir.
Uçakları mermilere karşı zırhla nasıl kaplayalım?
2. Dünya Savaşında muharebeden dönen uçakların üstündeki mermi deliklerine bakarak uçakların zırhla güçlendirilmesi düşünülmüştü. Ancak uçağın tümünü zırhla kaplanması durumunda çok ağır bir uçağınız olurdu ve bu da artan yakıt harcaması, azalan manevra kabiliyeti, daha az silah ya da personel taşıma kapasitesi gibi pek çok açıdan sorunlar çıkartırdı. O nedenle uçağın sadece bazı yerlerini güçlendirmek daha mantıklı gözüküyordu ama nereyi zırhla güçlendirmek lazımdı? Muharebeden dönen uçaklardaki mermi izlerinin daha çok olduğu tespit edilen kanat arkası gibi yerleri zırhla güçlendirmek mantıklı gibi gözüküyordu. Ancak yanlıştı. Çünkü bu kısımlardan vurulan uçaklar üsse geri dönebilmişken motor ve pilotların oturduğu kokpit kısmına gelen mermiler uçağın düşmesi ile sonuçlandığı için bu kısımlardan vurulan uçaklar üslere geri dönemiyorlardı. Bu nedenle aslında bir yerlerde düşen ve bizlerin görmediği uçakların nasıl vuruldukları hakkında bir fikir yürütülememiş oluyordu. Eldeki verilerle sadece vurulan ama üsse dönebilen uçaklar üzerinden fikir yürütülebilmişti. Bu ise olayın tamamen yanlış yorumlanmasına neden olmaktaydı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Popüler Bilim
- Kitap AdıÖzde Bilim
- Sayfa Sayısı232
- YazarOkan Arıhan
- ISBN9786057144607
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviOrtapia / 2022