Kartallar ve Melekler ile tanıdığımız Juli Zeh bu romanında Bonn’da bir özel okulda birbiriyle karşılaşan iki sıradışı öğrencinin, fikirlerin, ideo-lojilerin, dinlerin, barışa inancın, insan haklarının ve demokrasinin yerine pragmatizmi koymuş olan Ada ile Alev’in öyküsünü anlatıyor. Babasından, insanların kararlarının aslında mükemmel prova edilmiş bir oyun olduğunu öğrenmiş olan ve oyunun, kendisine kalan son varoluş şekli olduğunu düşünen yarı Mısırlı Alev ile kendi kendini yaratmanın o yalancı, çekici, kolaycı yolu olan nitelik edinmeyi gereksiz bulan, aptallığa duyduğu nefreti zehir gibi sözlerle dile getiren Ada’nın öyküsünü… Kendilerini nihilistlerin torunlarının çocukları olarak tanımlayan bu ikili, tüm değer yargıları ellerinden alınmış olanların elinde kalan tek şey olan oyun dürtülerini Polonya’dan iltica etmiş olan öğretmenleri üzerinde tatmin etmeye karar vererek Ada’ya olan ilgisini kötüye kullandıkları Smutek’e şantaj yapmaya başlar.
**
s. 11-14.
Eğer bütün bunlar bir oyundan ibaretse, mahvolduk
Ya nihilistlerin torunlarının çocukları, adına dünya görüşü dediğimiz, ibadet malzemesi satan tozlu dükkândan çoktan çekip gitmişlerse? Ya av hayvanlarının patikaları üzerinden ormana, ulaşmak şöyle dursun, onları görmemizin bile mümkün olmadığı bir yere geri dönmek üzere kıymet ve önemin, faydalı ve gereklinin, gerçek ve doğrunun yarısı çoktan boşaltılmış ambarlarını terk etmişlerse? Ya İncil, anayasa ve ceza hukuku onlar için asla bir salon oyununun kural kitapçığından daha geçerli olmamışsa? Ya onlar siyaseti, aşkı ve ekonomiyi rekabet olarak kavramışlarsa? Ya “iyi” onlar için asgari zarar riski taşıyan azami randıman, “kötü” ise sadece kabul edilebilir uygunlukta bir sonuçsa? Ya yaptıklarının sebeplerini anlamamamızın nedeni hiçbir sebebin olmaması ise?
O zaman, yargılama, mahkûm etme hakkımız olur muydu? Her şeyden önce, kimi? Oyunun mağlubunu mu– yoksa galibini mi? Hâkim hakeme dönüşmek zorunda kalırdı. Öğrendiklerini uygulamaya çalıştığı ve hukuku adalete tercüme etmeye çalıştığı her denemede son kalan büyük günahı işlemiş olurdu: İkiyüzlülük.
Bütün bunları hükmün gerekçelerine yazdım. Hüküm kaleme verildi; taraflara resmen tebliğ edildi. Adli tatili, düşüncelerimi toparlamak için kullanabilirim. Olayı kaleme alabilirim; hem de hükmün gerektirdiği gibi kısa şekliyle değil, olayların gerçekten cereyan etmiş olması gereken şekliyle.
Ancak bizzat dahil olmadığım, kahramanlarını pek tanımadığım ve hakkında sadece mesleki sebeplerden ötürü bilgi sahibi olmak zorunda kaldığım olaylardan bahsetmeye karar verdiğimde, bu hikâyenin anlatıcısının kim olacağı sorusunu göz ardı edemem. Bir “Ben” mi, dünya ruhu mu, adalet mi, yoksa hayal kuran yazar ile karakterlerinden oluşan ve anlatmanın gerçekliğine en yakın düşen çoğul “biz” mi? Hiçbiri hoşuma gitmiyor. Bunlar, cevaplanamaz bir soruya zoraki verilen bir cevap kadar yapay olurdu. “Ben” kim ki? “Biz” kim? Bu sorun insanları binlerce yıldır meşgul ediyor. Sorunu çözmeye yeltenen bir bilgisayar sonsuza doğru giden bir denklem geliştirmek zorunda kalırdı. “Sen kimsin?” onun için şu anlama gelir: Şu an senin içinde kaç adet uygulama işliyor? – Soruya “X” cevabını verecek olsaydı, bu cevap verme işlemi uygulamalara bir tane daha eklemiş olurdu ki o zaman da doğru cevabın şöyle olması gerekirdi: “X artı bir.” Böylece cevabı yanlış olurdu. Hatasını görüp cevabını düzeltmek isteseydi ve cevabı “X artı bir” olsaydı, işlem toplamı çoktan “X artı iki”ye eşit olurdu ve bu böylece devam ederdi; bilgisayar, sonsuzluk işareti yatay sekiz rakamına takılıp, kim olduğunu söylemekten aciz, paramparça olup çökerdi. İnsanı bilgisayardan ayıran, savsaklama kabiliyeti, sonsuzlukla baş etmesi gerektiğini içgüdüleriyle kavradığında sorunu göz ardı edebilme hüneridir. Bilgisayar çökerken, insan kafasını sallar, güler ya da ağlar ve yoluna devam eder. En temiz çözümü onu unutmak olan bir sorunla karşılaşmıştır yine. Kim olduğum sorusunu cevapsız bırakıyorum. Anlayışınıza sığınıyor ve yarattığım rahatsızlıklardan dolayı affınızı diliyorum.
En azından hava kendinden bekleneni yerine getiriyor. Bu mevsim için ne sıcak ne de soğuk sayılır ve bu, ağustos ayında bu şehirde sadece şu anlama gelebilir: Hava sıcak ve nemli. Ren Baba’nın nehirsi terleri buharlaşıyor, Köln-Bonn-Körfezi bunları topluyor ve bundan evlerin, arabaların, omuzların ve düşüncelerin üzerine çöken koyu bir bulamaç pişiriyor. Kuzey’den gelip Ren’i yukarı doğru tırmanarak ferahlık getiren, denizi hissettiren taze bir soluk, ufacık bir esinti için neler vermezdik! Bu hava bulamacı insanların ciğerlerine ve kafalarına ıslak kum gibi doluyor. Serinliği, bu son hükümden sonra başka hükümlere kadir olup olmadığımı denemek için işime geri döndüğümde, eylülde bir zaman, çiseleyen yağmur getirecek.
İlk kattaki çalışma odam sokağa bakıyor. Bisikletlilerin, koşanların, paten kayanların ve köpek sahiplerinin arasında sade bir yayanın değersizliğini hissetmek için otuz dakikalık bir yürüyüşle Ren kıyısındaki asfalt gezinti yoluna ulaşabilirdim. Başımı kaldırıp boş pencereleriyle nehri seyreden, terk edilmiş konsolosluk malikânelerine bakabilirdim. Cilveli bir tarzda bir Fransız sarayını taklit eden Kahn Villası’nı ziyaret edebilir ya da Bonn’daki sayısız yatılı okuldan, neredeyse nehre kadar inen arazisi bir parkın içine yerleştirilmiş kuruluş dönemi tarzı binalarla tıka basa dolu olan birinin çevresini dolaşabilirdim. Bütün bu yerlere her gün kolaylıkla ulaşabilirdim, ama yine de görülecek bir şey olmazdı. Bunun yerine pencereden dışarıya bakıyorum.
Bina ile yolu, demir parmaklığı tamamen sarmaşık gülleriyle kaplı geniş bir ön bahçe birbirinden ayırıyor; güllerin etli yaprakları, mahkûmların parmakları gibi parmaklığın arasından uzanarak yoldan geçen yayaların omuzlarına dilenircesine dokunuyor. Demir parmaklığın uçlarının üzerinden bakıyor ve bir şeyin yolundan çıkmasını, yan yan kaymasını ya da şeridini terk edip olduğu yerde dönmesini bekliyorum. Ani fren yapmış ağır bir kamyon örneğin, eğilmiş gövdesiyle ancak durabilmiş; bir tekeri kaldırımın üzerinde, sokak lambasının dibinde arka bacağını kaldırmaya çalışırmış gibi. Bu sırada burnunun ucunda yayalardan bir kara bulut toplaşırdı sinek sürüsü gibi. Asfaltta uzanan hareketsiz ve şekilsiz bir şey olurdu. Eski giyeceklerin atıldığı kumbaraya sığmamış bir palto yığını mı? Yakından bakmadan dahi bunun doğru olmadığını bilirdim. Ambulans sirenlerinin yaklaşmasıyla olay teknik bir soruna dönüşürdü. Yanar döner mavi tepe lambası, bir hemcinsin usul dışı ölümünün düzende açmış olduğu deliği çabucacık dikip kapatırdı; koşup gelen insan kalabalığının altta yatan kaosa dehşet dolu bir bakış atmak için üzerine eğildiği delikti bu. İnsanlar geri itilirdi. Ambulansın arka kapıları kapanırdı. Gün sarsılır, inler ve tekrar harekete geçerdi. Bir insan eksik olacaktı, sonsuza dek. Belki sanıklarımdan biri. Belki de bir tanığım. Ya da neredeyse beraat eden üç kişimden biri. Ama onların şehir, hatta ülke sınırları içinde olmadıklarından eminim. Davaları bir hukuki merciden diğerine geçerken seyahate çıkmayı sever insanlar.
Savcılık hukuki yola başvurdu. Kararım üst mercilere gidecek. Bu dava Federal Anayasa Mahkemesi’ne kadar çıkar. Hukukun muvaffak olamadığının resmen kayda geçilmesi talebini içeriyor, çünkü insan onuru böyle gerektiriyor. Biz hukukçular, Federal Anayasa Mahkemesi’nin üzerinde bir tek mavi gökyüzü vardır deriz.
Mavi gökyüzü, bir oyun kutusunun renkli karton kapağına dönüştü. Bütün bunlar bir oyunsa, mahvolduk. Eğer değilse – işte o zaman hepten mahvolduk.
(…)
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıOyun Dürtüsü
- Sayfa Sayısı480
- YazarJuli Zeh
- ISBN9789753426107
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviMetis Yayınları / 2007
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Teyzem Görünmez Oluyor ~ Salah Naoura
Teyzem Görünmez Oluyor
Salah Naoura
Keşke herkesin görünmez bir teyzesi olsa! Kaleme aldığı bol şamatalı aile hikâyeleriyle gönüllerde taht kuran ödüllü yazar Salah Naoura’dan, görünenlerle görünmeyenleri sevgi yolunda buluşturan katıksız bir aile güldürüsü...
- Cemile ~ Cengiz Aytmatov
Cemile
Cengiz Aytmatov
Aytmatov, ikinci dünya savaşı yıllarında geçen bu hikayede, Cemile adlı evli genç bir kadının yaşadığı aşkı, kayınbiraderinin dilinden anlatır. Cemile kocası Sadık?la yeni evlenmiş,...
- Acı Otlar ~ Marga Minco
Acı Otlar
Marga Minco
Hollanda Nazi işgali altında, kendi halinde bir Yahudi ailesi kaygısız bir iyimserlikle, “Burada bir şey olmaz” diyerek olan biteni izliyor. İkinci Dünya Savaşı birçok...