…bu mektuplar, sahipsiz mektuplar postanesine teslim edildiğinde, ki bunu sen de tercih edersin; yeni bir yerde olacağım, kimseye selam vermek istemiyorum, aşk dediğin ancak tamamen kayıtsız kalınca birine silinir gider; özlemle başa çıkamıyorum, İstanbul seni bana vermiyor, kurşunkalem vefasız, bir türlü istediğimi söylemiyor; neredesin onu bile bilmiyorum…
Ellisine gelen yalnız bir adam beklenmedik bir akşam yemeğinde Güz’le tanışır. Beylerbeyi’nde başlayan, Yoğurtçu Parkı’nda çiçeklenen, hüznü tüm İstanbul’a sinen bir aşkın romanı…
Güz, …beklemek, neyi beklediğini bilmeden, üstelik beklenen her neyse gerçekleşirse eğer korkudan öleceğini fark ederek; en iyi yöntem kimsesizler mezarlığı gibi, üst üste yığılan mektuplara bir yenisini eklemek, biliyorum ki kimse bunları okumak istemeyecek; kendine yaşam kurmuş olma ihtimalin var, oraya bir geveze sızsın istemezsin; mektup kendi kendine konuşmaktır, zırvalamak diyelim… …anımsamaya çalıştıklarım yük oluyor sırtımda, kurşunkaleme dönüyorum hadi yazsana diyorum yolu bildiğini umarak; sevgililer birbirini suçlar, gittikleri için kaldıkları için, dönmedikleri için dönecekleri için; suçlamak isterler, bunun dışında her seçenek hakikati gösterir; filmlerin romanların sonuyla ilgilenmiyorum; mektuplarım sonsuz, okuru olsa da olmasa da… …senin bir şehrin var mı bilmiyorum, buraları terk ettikten sonra; bir şehir edinmeye niyetin var mı, ben sığınağımda dört dönüyorum; çok iyi aşk öyküleri var biliyor musun, ama rüzgâr bana hep yalnız esiyor senle olmaya alıştığım yerleri seviyorum; ikiye ayrıldı yaşam aslında seninle bildiklerim, seninle unuttuklarım… …ciddi meselelerden söz etmek, bunu beceremiyorum; kurşunkalemin boyu kısaldı yenisini verecektin sözünü tutamazsın, aşk esrimedir o koşullarda verilen sözler tutulmak zorunda değildir; yine de kalem, kurşunkalem bitince daha bir yalnız sayacağım kendimi… …İstanbul sessiz, mektuplar yaşsız, gezegen benden ibaret; ben senle konuşuyorum, iki kişi arasında olan bu her neyse yaptığımız senin haberin yok; bunu kime anlatsam saçma bulur, işte tam bunu seviyorum, zihnimin kuytusunda bir yerde uyuyan sen; cam kenarına koyduğun masa hayalimdi, insan neden masa hayal eder ki, ötesine gücü kalmadığı içindir, bazı mektuplar yırtılmalıdır; bu onlardan olabilir… …bazen İstanbul da yetmiyor, mektuplar da, deniz de…
evde.
Evdesin. Pakize ayağının altında dolanıyor, bir süredir kendi başına yanmakta ısrar eden sobaya sığınmış, gerinerek uyukluyor. Soba demekten hoşlanıyorsun, oysa elektrikle çalışan, şu ucuz, sevimsiz her yerde rastlanan ısıtıcılardan biri yanan. Bacakların terliyor, pamuklu pijamandan rahatsızsın, bugünlerde herkes senin gibi, kimsenin kımıldamaya hali yok, salgın var. Sesleniyor Pakize, bakıyor sen oralı değilsin patisiyle yokluyor, olmuyor, mama kabını itip düşürüyor. Çıkan sesle kendine geliyorsun. Sıkıntıyla kalkıyorsun, kabı suyla doldurup koyuyorsun önüne. Evin içini diliyle çıkardığı sesler dolduruyor. Deniz görmek için aylarca aradığın evin penceresinden bakıyorsun aşağı doğru.
Elbette paran yok, yani belli bir kazancın var ama deniz gören bir eve yetecek kadar değil. O yüzden kendini kandırdığını bilerek, neredeyse dağın başında, gecekonduyu andıran bu berbat beş katlı binanın en üstünde, çatı katı diye avunduğun bu yerde oturuyorsun. Doğru, uzaktan görünüyor deniz. Beylerbeyi sahil şeridinden yukarı önce zenginlerin konaklarına uğruyor, ardından yeni yapım sitelere yolu düşüyor, sonunda manzara sana kalıyor. Şikâyetçi değilsin. Aklına gelmez söylenmek. Hava girsin istiyorsun eve, Pakize yine bacaklarının arasına yerleşiyor, iteliyorsun pencereni, sert soğuk yüzüne çarpıyor, fırtına var. İri yağmur taneleri pencereni dövdü tüm gece. Seslerini işittin, hızlanıp yavaşlamalarına daldın, bölük pörçük uyudun, çeşit çeşit rüya gördün. Gördüklerin içinden kimi imgeleri, simaları, düşünceleri, yerleri, eşyayı ayıklamaya çalıştın, aralarında anlamlı bağ kurmak istedin. Olmadı. Film izler gibi, iştahla daldığın uykularından geriye kalanlar hep eksikti. Beyazperdeye bakarak uyuşanları sevmezdin, sinema karanlığına sığınmanın kaçak dövüşçülük olduğunu düşünürdün, şimdi sinemalar kapalı, evlerde dizi günleri. Sen romanları seversin, öyküleri, yazıyı. Kişiye özel diziler, filmler. Bencilliğin en tiksinti uyandıran hali bu. Rüyaları seviyorsun, iraden dışında oluşan, aralarında ne türden bağ olduğunu bilmediğin kişilerin öykülerine bakıyorsun orada. Hem senden parçalar hem tamamen senin dışında.
Garip geliyor durum sana, eğlenceli, şaşırtıcı buluyorsun. Rüyalarınla aranda sürüp giden kovalamacadan hoşlanıyorsun, olan biteni anımsamayı başarsan, en büyük servetin bu olacak. Oradaki yaratıcılığına güveniyorsun. Belleğini karıştırıp ne aradığını bilmeden dolanıp durduğun çok zaman oldu. Umudu kestiğinde, bir gece, uykunun en derin halinde, aniden bir şimşek çakıyor ve buluveriyorsun aradığın her neyse. Kayda geçirmek için, apar topar uyanıp başucuna koyduğun not defterini, kurşunkalemini alıyorsun eline. Boşluk. Aklına hiçbir şey gelmiyor. Bir renk arıyorsun mesela, bir cümle, herhangi bir görüntü, isim, mekân, koku, ses, yüz. Yok. Boşa uyunmuş gece kalıyor geride. Evdesin. Aileni severdin eskiden, ait hissederdin. Yerli yersiz konuşmaları, boşuna tüketilen nefesleri, kahkahaları, kavgaları, telaşla yapılan işleri, eylemsizliği, sevinçleri, kalabalığı, anlatacak çok öykü bulunan akşam yemeklerini, bir türlü sonu gelmeyen, birinin bıraktığını ötekinin tamamladığını sandığı o akşamları. Herkesin kendini haklı saydığı, kanıt göstermek zorunda olunmayan tartışmaları özlerdin. Havada uçuşan tabakları, terlik şıkırtısı eşliğinde tepside sunulan çayların rengini de. Komşularla dolan misafir odalarına sığınılırdı, olan biteni izlerdin. Artık kimseye katlanamıyorsun. Çok zamandır böyleydi, yeni itiraf ettin kendine. Telefonda anneni geçiştirdiğini fark edip utanıyorsun. İyiyim demeye gücün yok.
Nasılsın diye sormak aklına gelmiyor. Elline vardın. Bu yaz beklenmedik işler açtın başına. Gönül işleriyle meşgul kim varsa alay ediyordun oysa. Şaşkınsın. Haline. İçinde büyüyen, bir süre itiraf etmekten kaçındığın o duyguya. Ellinde, çocukça düşülen telaşa gülerdin. Neresinden tutsan elinde kalacak aşk ilişkisine tahammülün yoktu. Oldu. Üstelik hem sen itiraz ettin, hem o. Sonu berbat biten bir aşk deyip geçmek istiyordun. Eve mahkûmsunuz şimdi, herkes kendiyle baş başa kalmaya alışacak elbette. Telefonlar, bilgisayarlar, arsız iletişim olanağı sunuyor herkese. Sen yazıyı seviyorsun. Yavaşlık istiyorsun. Güz aklında, ona yazdığın mektupların hepsi el yazısı, üst üste zarflar, sıraya konmuş, gönderilmemiş. Kendin için mi yazdın onları, yoksa Güz için mi. Bir yerde okumuştun, genç bir adam günce tutmak için edindiği defteri annesi görüp açınca öfkelenir, açmamalısın, der kadına.
Şaşkındır anne, iyi de defter bomboş, içinde yazı yok ki, diye yanıtlar. Genç adam inatla, boş evet ama o bir günce ve yalnız bana ait, der. Mektuplar sende oldukça sorun yok, değiştirebilirsin, hatta yok edebilirsin de, Güz’e ulaştığında artık senden çıkmış olacaklar, sonra düşünecek, duygulanacak ya da kim bilir belki umursamayacak. Televizyon hep açık. Haberler hep var. Ölümler her an güncelleniyor. Yoğun bakımlar çoktan doldu. Evde kalmak zorunlu. Yokluyorsun kendini, daha kaç gün dayanabileceğini hesaplıyorsun dışarı çıkmadan. İçinde beliren sevince hayret ediyorsun. Acı içinde kıvranan insanların çaresizliğinden memnunsun. Biliyordum, diye mırıldanıyorsun, ben biliyordum olacakları. Pakize halinden hoşnut. Mart bitti. Nisan gelince havalar yumuşar diye bekliyordu herkes, kimi sıcaklarla salgının son bulacağına inanıyordu, oysa fırtına var. Elli yaşına gireceğin hafta için vermiştin kararını sen. Eve kapanacaktın, ilk romanını yazacaktın, ölmeden, ki hep yakın hissederdin kendini ölüme, yazmak istiyordun. İlk roman, en iyi bildiğin yerden başlamalıydı. O zaman bilemezdin senin bu gönüllü tutsaklığının herkes için yazgıya döneceğini. Kısa zaman sonra sokağa çıkma yasakları başladı. Şimdi eve sığamıyordun işte.
veba.
Yirmili yaşlarının henüz başında okumuştun romanı. Veba’ya gelmeden önce, sen de herkes gibi Yabancı’yı okumuştun. Camus’yü Sartre’a yeğlerdin. Neden diye sorulsa, açık bir yanıt vermen mümkün değildi. Fotoğraflarından olsa gerek, Camus’nün ağzında yarım sigarası, serseri görünen, umursamaz hali çekmişti seni. Genç insanın ölüm üstüne düşünmesi, yaşamına anlam uydurma çabasındandı. Rafları altüst ettin. Geçen sene sahafa verdiklerin arasına karışmış olmasından endişeliydin. Acil okuman gerekiyordu Veba’yı. Neden acildi diye soruyordun kendine. Kapılar kapanmış, zorunlu ev hali başlamıştı. Belleğinde bir yerde, altını çizdiğin satırların yararlı olacağını düşünüyordun. Gençliğinden beri sevdiğin romanlardan alıntılar yapar, o defterleri özenle saklardın. Bir gün cinnet geçirip hepsini yok etmek istemiştin, yapamadın, sonra yeniden büyük özenle ceviz sandığa yerleştirdin. Moda’da bir mezattan satın almıştın sandığı. Sandık, defterler, notlar, böyle geniş zamanlarda hepsi üstüne düşünmeye zamanı olurdu insanın. Oysa sadece yazmak istiyordun, utanmadan kendinden söz etmek niyetindeydin. Katı kurallarla bezeli zihninin kilidini açmak, başarsan tüm zincirlerini kırıp düşünceni özgür bırakmak istiyordun. Oysa kendinden söz açmak ayıptı. Harita metot defterinde yazanlara baktın. Okumak ve bakmak arasında çok acayip, başkasına tarif edemeyeceğin fark vardı.
Şehrin tüm kapıları kapanmıştı, son ziyaretçinin ardından kilit asılmıştı. Sokaklarda kan kokusu vardı, insanlar burunlarını tıkıyordu, öldürücü mikrobu kapmamak için hızla evlerine yol alıyorlardı. Yüzlerde kuşku vardı, herkes bir diğerinin suçlu olduğunu düşünüyor, konuşmak zorunda olanlar kısa kesiyordu. Evlerin bir odası depo görevi üstlenmişti, elden geldiğince dışarı çıkmadan ayakta kalmaya çabalıyordu herkes. Büyüyen kuşku, korku at başı gidiyordu, düne dek birbirini görmeden günü geçirmeyen insanlar, kafasını kaldırıp diğerine selam bile vermiyordu. Önce birkaç fare ölüsüydü görünen. Merakla kaynağını bulmaya çalışıyordu bir doktor. Farelere şehrin kalabalık yerlerinde pek rastlanmazdı. Daha çok kanalizasyon sorunu olan yerlerde, eski binaların altlarında, bir de nemli ortamlarda bulunurdu fareler. Oysa şimdi garip biçimde, ilk gün bir iki tanesine rastlamıştı, her gün sayıları artan biçimde denk geliyordu ölülerine farelerin.
Başlarda bu duruma ciddiyetle yaklaşmayan şehrin insanları, gün geçtikçe tedirgin olmuşlardı. Derken her evden bir hasta sesi yükselmeye başladı. Doktor benzer şikâyetlere tanık oluyor, elden geldiğince tedavi uyguluyordu. Öyle bir an geldi ki, artık ciddi önlem almak için şehir yönetimini göreve çağırmak zorundaydı. Önce adı konmalıydı. Bu bir salgındı. Bir zaman sonra ölümler başlayacak, hızlanacak, artık eski günler tatlı bir anı halini alacaktı. Veba’dan söz ediyordu Camus, senin şehrin aynı durumdaydı şimdi. Henüz olan bitenin farkına varmayanlar ötekilerle alay ediyordu, bir an gelip herkes kendini tecrit etmek zorunda kalacaktı. Doktor durumun farkındaydı. Yaşadığına dair kanıt bırakmak için günlük tutuyordu. İhtiyaçlar artıyor, olanaklar azalıyordu. Hastalar arasında tercih yapmak zorunda kalınca vicdan azabı çekmeye başlamıştı. Birine yetmek için diğerinden vazgeçiyordu. Yardım isteyenler bencildiler. Kimse bir diğerini düşünmez haldeydi. Ölüler arasında dolaşıyor, akşam eve yorgun geldiğinde kafasını defterine gömerek notlar alıyordu. Ailesi kapılar kapanmadan az önce şehri terk etmişti. Onlara mektup yazıyordu, ellerine ulaşacağını umuyordu, bir zaman sonra yazdıklarının ne anlama geleceğini de önemsemeyecekti. Ölüler herhangi bir duygu hissedemez.
Doktorlar da ölür. Suçlu bulmak gerekliydi. Kaygılar artıyor, ölüler çoğalıyordu, bir şehrin sonu geliyordu. Artık günlük konuşmalar tamamen bu salgınla ilgiliydi. Salgınla birlikte, doğruluğu kuşkulu onlarca haber de yayılıyordu çevreye. Büyüyen korku mu daha tehlikeliydi, salgının kendisi mi, kestirmekte güçlük çekiyordu doktor. Artık hiçbir şey eskisi olmayacaktı, veba yepyeni bir başlangıç demekti. Veba isim değiştirmiş covid olmuştu şimdi. Allah’ın belası sosyal medyada, hangi toplumsal cinayet işlense, birileri çıkıp ezberden, insanların nasıl öldüğüne bakın, diyordu. Yalanlar, yanlışlar paylaştıkça büyüyordu. Nerede bu sözü etmişti Camus, nasılsa soracak kimse yoktu. İyi de, sen insanlardan elini eteğini çekip münzevi yaşama hasret değil miydin. Sokağa çıkmayın çağrısı yapılmadan sen kendi karantinanı oluşturmuştun işte. Sana neydi ki sosyal medyada büyüyen dedikodulardan. Sıkıntılı zamanlarda kim romanlara gereksinim duyacaktı ki senden başka. Çok zamanını almadı, buldun. Ne çok altını çizdiğin yer vardı. Doktor Bernard Rieux apartman girişinde cansız yatan fareyi görünce, önce anlam veremez. Sonra her yerde rastlamaya başlar kanlı fare ölülerine. Artık şehir yavaş yavaş teslim olmaktadır, Camus kahramanının yaşadığı şehri şöyle tanımlayacaktır,
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıÖyle Bir Eylül Yok Artık
- Sayfa Sayısı256
- YazarEnver Aysever
- ISBN9786050984019
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviDoğan Kitap / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bin Yüz Bir Giz ~ M. Sadık Aslankara
Bin Yüz Bir Giz
M. Sadık Aslankara
Bin Yüz Bir Giz, Salihli’nin idealist belediye başkanı Zarif Bey’in sanata yönelik bir düşüyle başlıyor; Zarif Bey, göreve gelir gelmez, Salihli’ye bir tiyatro kazandırmak...
- Süveyda 2 Medcezir ~ Cemal Latifoğlu
Süveyda 2 Medcezir
Cemal Latifoğlu
Yarım bir kalp kaç defa vurur bir göğse? Acı bir çığlık döndürür mü deniz kızını evine? Yaşananların ardından Karan ve Karya kendilerini sırt sırta...
- 7 ~ Cem Akaş
7
Cem Akaş
… yaşam anlamlı ya da anlamsız değildir yaşam yalnızca vardır o kadar dolayısıyla siz insansınız kafanız çalışıyor gelişiyor(muş)sunuz ilerliyor(muş)sunuz günün birinde büyük harfle adam...