Galaksinin Batı Sarmal Kolu’nun bir ucunda, haritası bile çıkarılmamış ücra bir köşesinde, gözlerden uzak, küçük ve sarı bir güneş vardır. Bu güneşin yörüngesinde, tamamıyla önemsiz ve mavi-yeşil renkli, küçük bir gezegen döner. Gezegenin maymun soyundan gelen canlıları öyle ilkeldir ki dijital kol saatinin hâlâ çok etkileyici bir buluş olduğunu düşünürler. Bu gezegenin şöyle bir sorunu vardı: Üzerinde yaşayan halkın büyük bölümü çoğu zaman mutsuzdu.
Bu sorun için pek çok çözüm önerilmişti, ama bunların çoğu genellikle yeşil renkli küçük kâğıt parçalarının hareketleriyle ilgiliydi. Bu da tuhaftı, çünkü aslında mutsuz olanlar yeşil renkli küçük kâğıt parçaları değildi. Bu nedenle sorun varlığını sürdürdü; halkın çoğunun durumu kötüydü ve onların büyük bölümüyse sefildi, dijital kol saatleri olanlar bile. Her şeyden önce, ağaçlardan inmekle büyük bir hata ettiklerini düşünenlerin sayısı gün geçtikçe artıyordu. Yaklaşık iki bin yıl sonra, bir perşembe günü korkunç, aptal bir felaket meydana geldi. İşte bu kitap o felaketin doğurduğu bazı sonuçların öyküsüdür.
Üstelik unutulmaması gereken şu ki: Dizinin daha ilk kitabındasınız ve yine bir perşembe yaklaşıyor, hafta sonuna az kaldı.
***
Önsöz
REHBER İÇİN HAZIRLANMIŞ BİR REHBER
YAZARINDAN BİRTAKIM İŞE YARAR NOTLAR
Otostopçunun Galaksi Rehberi mevzusu artık o kadar karmaşık bir hale geldi ki, bu konudan ne zaman bahsetsem ve bu işi hakkıyla doğru dürüst becermeye çalışsam kendimle çelişmeye, birtakım hatalar yapmaya başlıyordum. Sonuçta bu toplu edisyonun ortaya çıkması, bana kayıtlan düzgün bir hale getirmek -ya da en azından sahtekârlığı sağlamlaştırmak- için iyi bir fırsat gibi geldi. Burada yapılmış herhangi bir yanlışlık, bana sorarsanız, tamamen iyi bir amaçla yapılmıştır.
Galaksi Rehberi fikri aklıma ilk kez 1971 yılında Avusturya Innsbruck’ta bir tarlanın ortasında sarhoş bir halde yatarken gelmişti. Öyle çok da leyla değildim, yalnızca beş parasız bir otostopçu olarak iki gündür doğru dürüst bir şey yemeden bir çift sert Gösser1 içtiğiniz zaman olacağınız gibi bir sarhoşluktu. Yani ayakta durma konusunda eğlenceli bir beceriksizlik halinden bahsediyoruz.
Yanımda Ken Walsh’m yazdığı Hıtch Hıker’s Guide to Europe (Otostopçunun Avrupa Rehberi] adlı bir kitap vardı; birisinden ödünç aldığım ve epey yıpranmış bir kitaptı. Aslında o günlerden, yani 1971 yılından beri hâlâ bende olduğuna göre artık çalıntı mal sayılabilir. Europe on Fiue Dollars a Day [Günde Beş Dolara Avrupa] (o zamanlar öyleydi) adlı kitaba sahip değildim, çünkü parasal durumum o kadar iyi değildi.
Gecenin karanlığı, altımda tembelce dönmekte olan tarlanın üstüne çökmeye başlıyordu. Bense yalnızca gidebileceğim ve Innsbruck’tan daha ucuz bir yerin neresi olduğunu merak etmekteydim; aslında düşünüyorum da Innsbruck’ta o öğleden sonra başıma gelenler konusunda yapabileceğim bir şey yoktu.
Başıma neler mi gelmişti? Bir adresi bulmaya uğraşarak kentin içinde yürüyordum ve sokağın ortasında durup adamın birine gideceğim yönü sorduğumda tamamen kaybolmuş durumdaydım. Bu işin hiç de kolay olmayacağını biliyordum, çünkü ben Almanca konuşamam; ama özellikle de bu adamla bir iletişim kurabilmemin böylesine zor olacağını keşfettiğim zaman yine de şaşırıyordum. Gerçek yavaş yavaş kafama dank ederken biz hâlâ boşu boşuna birbirimizi anlamaya çalışıyorduk, ki Innsbruck’ta durdurup bir şeyler sorabileceğim onca insan varken ben tutup İngilizce konuşamayan, Fransızca konuşamayan, üstelik sağır ve dilsiz birini seçmiştim. Gerçekten samimi duygularla özür dileme amaçlı bir dizi el hareketinin ardından tamamen dağılmış durumdaydım ve birkaç daloka sonra başka bir sokakta dikiliyordum; durdum ve başka bir adama sormaya kalktım, ama o da sağır ve dilsiz çıkınca ben de hemen gidip biraları satın aldım.
Ardından maceraya devam etmek için sokağa döndüm ve tekrar denedim.
Bir şeyler sormaya kalkıştığım üçüncü adam da sağır ve dilsiz, üstelik de kör çıkınca omuzlanma dehşet verici bir ağırlığın yerleştiğini hissetmeye başladım; baktığım her yerde ağaçlar ve binalar karanlık ve tehlikeli görünüyordu. Paltoma sıla sıkıya sanndım ve sokaktan aşağıya sendeleyerek aceleyle yürümeye başladım, üstelik aniden ortaya çıkan şiddetli bir rüzgâr yüzümde kırbaç gibi şaklıyordu. Adamın birine çarptım ve özür sözcükleri kekeledim, ama o da sağır ve dilsizdi ve beni anlayamıyordu. Gökyüzü karanp korkutucu bir hal almıştı. Kaldırımlar yan yatarak dönüyor gibiydi. Eğer o anda başım öne eğik bir şekilde yan sokaklardan birine sapıp sağırlar için bir kongrenin düzenlendiği otelin önünden geçmemiş olsaydım, aklımı tamamen kaçırarak hayatımın kalanını Kafka’nın ününü borçlu olduğu tarzda kitaplar yazarak geçirebilirdim.
Ama sonuçta yanımda Hitch Hiker’s Guide to Europe adlı kitabımla birlikte o tarlada yatıyordum ve yıldızlar ortaya çıktığında şöyle düşündüm: Birisi oturup Otostopçunun Galaksi Rehberi’ni yazsa kendi adıma hemen vınlar giderdim. Kafamda bu düşünceyle uykuya daldım ve ardından mevzuyu altı yıl boyunca unuttum.
Cambridge Üniversitesine gittim. Bir sürü banyo yaptım ve İngiliz dilinden mezun oldum. Bu arada kınlar hakkında ve bisikletime ne olduğu üzerine epey kafa yordum. Daha sonrasında yazar oldum ve neredeyse inanılmaz başarılı, ama aslında gün ışığına çıkmayı becerememiş bir sürü şey üzerinde çalıştım. Diğer yazarlar ne demek istediğimi anlayacaktır.
En gözde projem komediyi ve bilimkurguyu birleştiren bir şeyler yazabilmekti, ki beni bir borç batağının ve umutsuzluğun derinliklerine sürükleyen şey de bu saplantıydı. Çevremde, sahip olduğum bu dertle ilgilenen kimse yoktu, tek bir kişi dışında: BBC’den Simon Brett adlı bir radyo yapımcısı da benimle aynı fikri paylaşıyordu, komedi ve bilimkurgu. Her ne kadar Simon yalnızca ilk bölümün yapımcılığını üstlenip ardından kendi yazılarına (Amerika’da en çok o mükemmel Charles Paris dedektif romanlarıyla tanınır) yoğunlaşmak için BBC’den ayrılmış olsa da ona çok büyük bir şükran borçluyum. Onun yerini efsanevi Geoffrey Perkins aldı.
Programın ilk biçimi biraz farklıydı. O zamanlar dünyanın gidişatına biraz canım sıkılıyordu; her biri dünyanın farklı bir nedenle ve farklı bir biçimde yıkılmasıyla sonuçlanan altı farklı öykü hazırlamıştım. Adı “Yerküre’nin Sonları” olacaktı.
İlk öykünün aynntılannı tamamlarken -Yerküre yeni bir hiperuzay ekspres yolunun yapımı için yok ediliyordu- okurlara ne olup bittiğini söyleyip öyküye gereksinim duyduğu bağlamı sağlayacak birine, başka bir gezegenden gelmiş birine ihtiyacım olduğunu fark ettim. Sonuçta onun kim olduğu ve Yerküre’de ne yaptığı hakkında çalışmaya koyuldum.
Ona Ford Prefect adını vermeye karar verdim. (Bu Amerikalı okurların genellikle fark etmediği bir şakaydı, çünkü onlar bu tuhaf isimli küçük araba hakkında hiçbir şey duymamışlardı ve içlerinden çoğu bunun “Perfect” [kusursuz] sözcüğünün yanlış yazılmış hali olduğunu düşünüyorlardı.) Metinde uzaylı karakterimin gezegene gelmeden önce baştan savma bir araştırma yaptığını ve bu araştırmanın onu bu ismi seçerse “pek de göze çarpmayacağım” düşünmeye yönelttiğini yazmıştım. Ama üzerinde araştırma yaptığı egemen canlı türünün seçimi hakkında hata yapmıştı.
Peki, ama öyküyü karmaşıklaştıracak sorunları nasıl ortaya çıkartacaktım? Derken Avrupa’nın çeşitli yerlerine otostop yaparken sık sık başvurduğum bilgilerin ya da öğütlerin eskimiş veya bir şekilde yanıltıcı olduğunu hatırladım. Büyük bir bölümü böyleydi, çünkü bunlar genellikle yalnızca diğer yolcuların seyahat deneyimlerine ait öykülerden derlenmişti.
İşte tam bu noktada Otostopçunun Galaksi Rehberi fikri aniden zihnimin derinliklerinden, onca zamandır saklandığı yerden çıkıverdi. Ford Rehber için bilgi toplayan bir araştırmacı olacaktı. Ama kurguyu geliştirmeye başlar başlamaz engellenemez bir şekilde öykünün merkezi haline geldi ve geri kalanı da -özgün Ford Prefect’in yaratıcısının söyleyeceği gibi- boş laftı.
Öykünün tamamen iç içe girip olabileceği en sarmal halde büyüdüğünü öğrenmek pek çok kişiyi şaşırtabilir. Bölümler halinde yazmanın anlamı şudur: Bölümün birini bitirdiğimde bir sonraki bölümde ne olacağı hakkında hiçbir fikrim olmuyordu, öykünün kıvniıp yön değiştirdiği noktalarda birtakım olaylar daha önce olup bitmiş bir şeyleri aniden aydmlatıvenrken ben de herkes kadar şaşırıyordum.
BBC’nin program henüz yapım aşamasındayken gösterdiği tutumun Macbeth’in insanları öldürürken sergilediğiyle çok benzer olduğunu düşünüyorum – önce birtakım şüpheler, ardından gelen temkinli bir coşku, sonrasında girişilen işin büyük boyutları ve hâlâ görünürde bir bitiş belirtisinin görülmemesi yüzünden giderek daha da büyüyen bir telaş hissi. Geoffrey’nin, benim ve ses mühendislerinin yeraltındaki bir stüdyoya haftalarca kapanıp diğerlerinin koca bir diziyi üretebilecekleri sürede tek bir ses efektini üretmek için uğraştığımız söylentilerini (bu arada bir sürü insanın stüdyo zamanını çalıyorduk) çok sert ve coşkulu bir şekilde inkâr ettik, ama kesinlikle doğruydu.
Bu noktaya varıldığında dizinin bütçesi epeyce yükselmişti, ama pratikte Dallas’ın birkaç saniyesini üretmek için gerekenle aynıydı. Ya bu radyo programı başarılı olamasaydı …
İlk bölüm 8 Mart 1978’de, bir çarşamba günü, BBC Radio 4’te gece 22:30’da yayınlandı. Hiç de öyle büyük bir tanıtım filan yapılmamıştı. Sadece yarasalar dinlemiş ve bir iki köpek havlamıştı.
Birkaç hafta sonra bir ya da iki tane mektup geldi. Yani oralarda bir yerde dinleyen binleri vardı. Konuştuğum insanlar -tek sahnelik bir şaka olarak yazdığım ve yalnızca Geoffrey’in ıs- ranyla geliştirdiğim- Paranoyak Android Marvin karakterinden hoşlanmış gibiydi.
Derken birtakım yayımcılar ilgilenmeye başlıyordu ve İngiltere’deki Pan Books tarafından diziyi kitap biçiminde yazmakla görevlendirildim. Bir sürü geciktirmenin, saklanmanın, bahaneler üretmenin ve banyonun ardından işin üçte ikisini tamamlamayı başardım. İşte bu noktada en az on son teslim tarihini geçtikten sonra bana çok nazik ve kibarca şöyle dediler: Lütfen, tam o anda üstünde çalıştığım sayfayı bitirerek şu lanet şeyi hemen onlara verebilir miydim.
Bu arada başka bir dizi yazmaya uğraşmakla meşguldüm, aynca Dr. Who adlı televizyon dizisinin senaryosunu yazıp düzeltmekle de boğuşuyordum; çünkü size ait radyo dizilerine, özellikle de binlerinin dinlediklerini yazdıklan bir programa sahip olmanız çok keyif vericidir, ama bu keyif öğlen yemeklerinizin parasını kesinlikle karşılamaz.
Yani Otostopçunun Galaksi Rehberi Eylül 1979’da İngiltere’de yayımlanıp Sunday Times’ın çok satanlar listesinde bir numaraya çıktığında, hatta yerini korumayı başardığında durum aşağı yuka- n böyleydi. Açıkça görünüyordu ki. birileri radyo programını dinlemişti.
Bu noktadan sonra işler daha da kanşmaya başladı ve işte bu yüzden de olup bitenleri açıklamak için bu giriş bölümünü yazmam istendi. Rehber insanların karşısına bir sürü biçimde çıktı: Kitaplar, radyo programı, televizyon dizisi, plaklar ve bir süre sonra gösterime girecek olan büyük bir sinema filmi. Ama bütün bunlar her seferinde farklı bir öyküyle ortaya çıkıyor ve en açıkgöz izleyicinin bile zaman zaman şaşırmasına yol açıyordu.
İşte karşınızda farklı versiyonların ayrıntılı bir dökümü, ama meseleyi yalnızca daha da karmaşıklaştıran ve Amerika’da sergilenmeyen çeşitli
1) Gösser: Oldukça köklü bir Avusturya birası. Nette rastladığım sloganı: Gut… Besser… Gösser-ed.n.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Bilimkurgu-Fantazya Edebiyat
- Kitap AdıOtostopçunun Galaksi Rehberi
- Sayfa Sayısı228
- YazarDouglas Adams
- ÇevirmenNil Alt
- ISBN9786051715124
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviAlfa Yayınları / 2017
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ejderhaların Dansı – Kısım: 2 – Buz ve Ateşin Şarkısı 5 ~ George R. R. Martin
Ejderhaların Dansı – Kısım: 2 – Buz ve Ateşin Şarkısı 5
George R. R. Martin
Kötülüğün yükseldiği bir vakitte olaylar; kanunsuzların, rahiplerin, askerlerin, derideğiştirenlerin, asillerin ve kölelerin büyük roller oynadığı bir sahnede geçmektedir. En zorlu dans, Ejderhaların Dansı başlamaktadır....
- Hortum – Kod Adı C.e.y.d.a – 4 ~ Müzeyyen Yılmaz
Hortum – Kod Adı C.e.y.d.a – 4
Müzeyyen Yılmaz
“Neler oluyor?” diye sordu. Bu kez sesi yitik çıkmıştı. Umarsız ve dibi boylamış gibi. Kemal rahat konuşabilmek için duvarın kenarına çekti. Onun da ruh...
- Yıldırım Nikâhı ~ Cathy Maxwell
Yıldırım Nikâhı
Cathy Maxwell
Tutkular Aşka, Yalanlar sevgi dolu sözcüklere dönüşebilir mi? Her genç kız Londra sosyetesine tanıtılmanın, en özel balolara gitmenin, muhteşem elbiseler giyerek pırıltılı mücevherler takmanın...