Memduh Şevket Esendal’ın 1946 yılında Hikâyeler – Birinci Kitap, 1958’den itibaren ise Otlakçı adıyla yayımlanan öyküleri edebiyatımızın en önemli metinleri arasında yer alırlar.
Sohbet eder gibi anlatan, bazen eğlenceli, bazen sıkıntılı ama her zaman “ince” anları, hayatın baskısı altında ezilmekten şefkatle kurtaran bir kalemin elinden çıkan bu öykülerdeki kişiler ve mekânlar çeşit çeşittir: Bazen Erenköy’deki bir köşke gideriz, bazen Fener’de bir meyhaneye. Bazen keyif çatan iki arkadaşın neşesine tanık oluruz, bazen de haksız kazanç elde etmeye başlayan kocasıyla artık düşlediği evi kuramayacağını anlayan bir kadının buhranına. Ama nerede olursak olalım, hangi duyguyu hissedersek hissedelim, hep insanı merkeze alan bir çemberin etrafında döner dururuz bu öykülerde.
Behçet Çelik’in önsözüyle zenginleşen Otlakçı, hem ilk kez okuyacaklara, hem de yeniden okumayı düşünenlere canlı ve renkli bir dünya sunuyor.
“Öyküleri ve öykü kişileri bugün de capcanlı Esendal’ın.”
BEHÇET ÇELİK
İÇİNDEKİLER
ESENDAL’IN ÖYKÜLERİNİ YAYIMLARKEN 7
ÖNSÖZ
MEMDUH ŞEVKET ESENDAL’IN ÖYKÜLERİ
BEHÇET ÇELİK 9
Otlakçı
Gençlik 43 / Kayışı çeken 49
Arabacı Ali 55 / Bir eğlenti 67
Otlakçı 75 / Döğüş 79
Mülâhazat hanesi 85 / Köye düşmüş 95
Bir kadının mektubu 103 / İki kadın 111
Pazarlık 131 / İki ana iki kız 137
Türbe 143 / Haydar Bey’in sakalı 145
Söylüyor 151 / Deli 155
Yirmi kuruş 159 / Bildim 163
Seni kahve paklar 169 / Ev ona yakıştı 177
Asılsız bir sözün esası 185 / Eşek 191
Hastanenin yemek tablası 195
Düğün dönüşü 203 / İşin bitti 207
Otlakçı
Gençlik
Sıcak yaz günü, evde kim varsa, küçük büyük, çoluk çocuk, toplandılar, öğle yemeğini yediler, sonra da her biri bir yana çekildiler. Şehre inecekler, giyindiler gittiler. İrfan Bey’le Mükerrem futbol maçına gideceklermiş, savuştular. Büyük hanımın, sözüne bakılırsa, bu son günlerde öğle yemeklerini yedikten sonra, büyük efendi, Kerim beylere kaçıyor, orada kanape üstünde uyuklayıp uykusunu alıyor, gece erken yatıp uyuyanlara da kızıyor, söyleniyormuş. Büyük hanım, olduğu bir günden, öğle uykusunu sevmezmiş, ama, gece erken yatıp kocasının çenesini açtırmamak için şimdi öğle yemeklerinden sonra biraz kestiriyormuş! – Gel Kevser, şu koltuğu gölgeye çek! Nerede yastıklarım, getir! Büyük hanım da uyuklamak için yerini, sonra da kendisini hazırladı. İstanbul’un, Erenköy’le Göztepe arasında, bir kaç yıldır bakımsız kalmış, yollarını ot basmış, çamları yükselip saçaklarına el atmış olan bu büyük köşkünü, derin bir sessizlik kapladı.
Hayriye Hanım, bu evin ortanca kızı, daha kız sanılacak kadar taze görünen güzel bir kadın, bir buçuk yıldır evli ise de kocası ilkin fakülteyi, sonra da askerliğini bitirip eve yeni geldiğinden ancak bir buçuk aylık evli bir hanım, yemek odasının yanındaki ufak odada kocası ile kendisinin gömleklerini ütülüyordu. İpek gömleğin kolunu çekip açıyor, düzeltiyor, masanın üstüne seriyor, ütüyü deniyor sonra sürüyor. Yakasını yahut göğsünü açıp ütülüyor, devşiriyor; o bitince, bir başkasını alıyor, bu arada “perdelerin tüllerini de çıkarıp yıkatmalı” diye düşünüyor, sonra bu takım düşünceler arasında dün sütçüye verilen paranın üstü eksik geldiğini de hatırlıyor, daha sonra İstanbul’a inip hem kendine hem de hizmetçisine ayakkabı almağı aklından geçiriyor, bir gömleği bitirip yenisine geçerken sol kaşının ucunu yavaşça kaşıyor, sanki bu güzel kaşı okşuyordu.
Bu ütü işi belki bir saat sürdü. Hepsi bitince ütülediklerini sıralamağa başladı. Kocasının gömleklerini üstüste korken kendi iç yeleği eline geçti. Bu yeleği erkek gömlekleri arasına koymak istemiyormuş gibi durdu. Sonra yüzünde ince bir pembelik, dudaklarında bir gülümseme ile bu yeleği kocasının iki gömleğinin arasına soktu, sonra da kocasını hatırlayıp: “o nerede?” diye düşündü. “Nasıl oldu da nereye savuştuğunu göremedim?” diye kendine şaştı. “Adamın dalgın bulunup kocasını da unuttuğu oluyormuş!” Evdekileri birer birer göz önünden geçirdi. Kimler köşkte, kimler çıktılar, biliyordu. Kocası dışarı çıkacak değildi: “Sakın Beybaba ile gitmiş olmasın?..” çamaşırları odasına bırakıp kocasını aramak istedi. Ütülediklerini iki kolunun üstüne alıp odasına çıktı. Kapıdan girdi, dolaba doğru gidecekti, orada, kanapenin üstüne yatmış. Uyuya kalmış olan kocasını gördü. Beklemediği için irkildi, sanki odada bir yabancı erkek görmüş gibi durdu. Sonra yaklaşıp kocasının uyuyuşuna baktı.
Gülümsedi. “Dolabı açsam, belki uyanır” diye düşünerek gömlekleri piyanonun üstüne bıraktı. Ayaklarının ucuna basarak kocasına doğru gitti. Kumral bir delikanlı, tenis kılığına benzer bir kılıkta kanapenin üstüne uzanmış, derin derin uyuyordu. Hayriye, başkalarını çağırıp onun uyuyuşunu göstermek isteğini duydu. “Ne kadar da rahatsız yatıyor!” diye düşündü. Oradaki sandalyenin ucuna ilişti. Yakından bakınca, delikanlının gözlerinin altında ufak ufak ter damlacıkları görünüyordu. “Ne kadar da rahatsız yatıyor, başını kaldırıp bir yastık koysam! Uyanır! Yeniden uyusa, iyi ama, hiç uyur mu!” Hayriye gülümseyerek başını salladı, ancak kendi işitebileceği kadar yavaş sesle de “yaramaz!” dedi. “Bu kolu da uyuşacak!.. Yere diz çöktü. Kocasının kolunu kaldırıp yanına koyacakmış gibi ellerini uzattı, ancak dokunamadı.
Evlilik ne tuhaf! Kızlıkta, erkek düşünmek yasak, erkek yasak. Sonra günün birinde bir erkeği getirip adamın odasına bırakıyorlar! İşte bu oda onun kızlık odası. Kanapenin üstünde bir de erkek uyuyor, herkes de biliyor! Bu odanın nesi değişmiş? Yalnız şu perdenin arkasında, eskiden bir yatak vardı, şimdi iki! Başka? Hiç. Ya bu adam kim? Kafasının içini sevinçli bir duman bürüdü. Diz üstü, parmakları birbirine kilitlenmiş, elleri kucağına düşmüş, öyle kaldı. “Kanapenin kenarında başı acıyacak, ne yapmalı?..” Bakındı, gözleri ile orada bir yastık aradı. Yatakta var. Yataklarını örten perdeyi açarken içinde tatlı bir utangaçlık duydu. Sanki, kendilerini orada görecekti. Elini uzatıp yastıklardan birini çekti. Bu yastıklar büyük, hem de kalın. “Daha ince bir yüz yastığı olsa!” Annesinin yeni yaptırdığı yastıkları hatırladı. Yavaşça çıkıp orta salonu, merdiven aralığını geçti, annesinin odasına girip yastıkları aradı. Yok. Sormak için aşağı indi. Büyük hanım, camekânın önünde, koltuğunun üstünde uyuyordu. Hayriye yavaşça:
– Anne! diye seslendi.
– …
– Anne!
– Ne var?
– Sizin yeni yüz yastıklarınız nerede?
– Nasıl yastık?
– Canım, Kevser’in yeni yaptıkları.
– Köşedeki odaya bak. Ne yapacaksın?
Hayriye, köşedeki odaya doğru giderken:
– Lâzım, dedi.
– Lâzım olduğunu anladık, ne yapacaksın, söylesene!
– Kanapenin üstünde uyumuş, başının altına koyacağım.
– Kim uyumuş?
– Hayriye, karşılık vermedi. Odaya girdi. Biraz sonra odadan çıkarak:
– Yok orada, dedi.
– Kim uyumuş, söylesene, baban mı?
– Canım, babamın benim odamda ne işi var?
– E kim? Kocan mı?
– Canım kim olur, anne!.. Yastığı babamın odasına götürmüş olmasınlar?
– Kevser’e sor! Senin yastığın yok mu?
– Benim yastıklarım hem kalın, hem büyük.
Büyük hanım kızdı. Hayriye’nin arkasından söylendi:
– Yediği naneye bak! Hanımın kocası uyanmasın diye gelip beni uyandırıyor.
Kocan uyanırsa benim çok umurumdadır! Şımart bakalım, sonra çok karşılığını görürsün! Hiçbir şey bilmiyorsan, babana bak! Benim ona yaptıklarımın acaba yüzde birini bana yaptı mı? Burada ölsem, başını çevirip bakmaz.
Hayriye dinlemedi bile. Kevser’den yastığın birini alıp odasına çıktı. Kocası uyuyordu. Yeniden kanapenin önüne diz, çöktü. “Elimle başını kaldırıp yastığı koysam!” diye düşünüyordu. “Ya uyanırsa!” Onu uyandırmadan başını nasıl kaldırıp bu yastığı nasıl koyacağını bilemedi. Kocasının şimdi alnında, boynunda artan tere bakarken, sanki biraz ateşi varmış gibi gördü. “Hiç böyle yattığı yoktu” diye düşündü. Elini onun alnına koymak istedi. Sonra uyanır diye korktu. “Neden hasta olsun, uyuyor.” Bir kere böyle bir koca bulduktan sonra, onu kendi odasında, kendinin olmuş gördükten, onu sevdikten sonra onu –kim görse beğeniyor– kaybetmek… ondan sonra gene yaşamak var mı? Kocası kımıldandı.
Hayriye’nin göz yaşları gözlerini bulandırmış iken kurudu. Başının içindeki duman silindi. Kocası da gözlerini açtı. İlkin anlamıyarak karısına baktı. Hayriye kızararak, gülümsiyerek: – Uyuyordun, dedi. Boynun ağrıyacak. Hasta değilsin ya? İstersen, bak yastık getirdim. Gene uyu! Delikanlı biraz doğrulup, karısının elinden tuttu, çekip kanapeye oturttu: –Yok, dedi. Sen buraya otur, ben dizine başımı koyup uyuyayım. Hayriye kanapenin ucuna oturdu, o da başını koydu. Ancak, hayatlarının o çağında idiler ki, biri ötekinin dizine başını koyduktan sonra uyumak olmazdı!
29 Ocak 1924
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı
- Kitap AdıOtlakçı
- Sayfa Sayısı212
- YazarMemduh Şevket Esendal
- ISBN9789750534522
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kendi Hayatında Ölme Vakti ~ Mehmet Eroğlu
Kendi Hayatında Ölme Vakti
Mehmet Eroğlu
“Düşünce, aydınlatıcı kahkahamla sona erdi: İnsan kolaycı bir varlıktı, kendisinin mimarı olmayı öğrenmeye çalışmak yerine, sorunlarına başkasının hayatında cevap arıyordu. İnsanın kendi hayatında yaşaması...
- Belleğin Girdapları ~ Behçet Çelik
Belleğin Girdapları
Behçet Çelik
Yaban ya da yabancı değildim… Arada bir yer – onlardan olmadığım gibi büsbütün eloğlu da sayılmazdım. Bir şeyin kendi olmaktan çıkıp karşıtına dönüşme anında...
- Jül Vern Seyahat Acentesi ~ İlhami Algör
Jül Vern Seyahat Acentesi
İlhami Algör
“Bence Dedektif Fix figürü, monotonlaşma ihtimali olan bir hikâyeye kaç-kovala dinamizmi getirmesi için düşünülmüştü. Monotonlaşması kaçınılmazdı çünkü hikâyenin kahramanı Bay Fogg oturduğu yerden kalkmayan,...