Türbanlı bir kız, öteki kesimden kız arkadaşına ilgi duyarsa…
Aşk evliliği sürdüren, parlak bir kariyere sahip güzel sunucu Esin ile babasının şirketinde çalışan, İslami değerlere bağlı tesettürlü Kübra, önce karşılıklı olarak ötekini, sonra da kendi benliklerini keşfediyorlar. Aralarındaki ilişki, hiç tahmin edilemeyen yerlere doğru sürüklüyor onları…
Öteki, Esin ve Kübra’nın sıra dışı dostlukları üzerinden, Türkiye’deki modern ve muhafazakâr bölünmüşlüğün kıvrımlarında dolaşıyor.
Ece Vahapoğlu’ndan, aşk, ihanet, önyargılar, din, cinsellik, tabular ve bastırılmış duygular üzerine sarsıcı bir roman…
“Sanki ruhunu kazıyor, gizli kalmış duyguları açığa çıkarıyordu… İki kızın gözleri buluştu.”
“Bir kızla öpüştün mü hiç?”
Kübra irkildi. Beklemediği bir soruydu. Esin’in dini hayata dair meraklarına alışkındı, ama böyle bir konunun dile getirilmesinden tedirgin olmuştu.
“Ha… hayır” diyebildi.
Esin bakışlarını kaydırdı, muzipçe ama biraz da davetkâr bir tavırla tavana doğru baktı.
“Hımm… Ben de hiç denemedim. Hemcinsinle öpüşmek nasıl bir duygu acaba?”
Neler söylüyordu Esin böyle!
Kübra’yı ateş bastı. Belki de hayatında ilk kez duyguların dan korkuyordu. Vicdan azabıyla karışık bir utanç içindeydi Esin’in tenini hissetmek, nefesini duymak, yanına uzanmak istiyordu.
Bu düşüncelerinden dolayı kaç gece uykusu kaçmıştı. Ama o masumca sevmek istiyordu. Kimseler bilmeden… Esin bile bilmesin. Utanıyordu çünkü.
Esin de kendisine farklı yerlerden bakmayı öğreten, bilmediği bir yaşam tarzından gelen bu kızla arasında gizemli bir bağ kurulduğunu seziyordu. İçinde gizlenen ama belki de hiçbir zaman ortaya çıkmayacak kadını Kübra sayesinde bulmuştu, öteki’ni önyargısız sevebilen, hayatına sokabilen, ibadet ve inanca çok daha sıcak bakabilen, başka bir kadın…
Esin’e benzeyen, ama o zamana kadar hiç farkına varmadığı bir kadındı bu.
İkisi de daha önce hiç tanımadığı duygular yaşıyor, birlikte vakit geçirmekten hoşlanıyorlardı. Birbirlerinin eksik yanlarını tamamlıyorlardı.
Birkaç ay önce bir ödül töreninde karşılaşmışlar, bu küçük rastlantı onları hiç tahmin etmedikleri bir noktaya getirmişti.
Altı ay önce
Patlak spotlarla aydınlatılmış aynaya son kez baktı. Düz sarı saçları ve iri gözlerini ortaya çıkaran makyajı düzgündü. Birazdan 500 kişilik seçkin bir topluluğun karşınına çıkacaktı.
Kaderini, kendi elleriyle yoğurmayı seven, emir almayı reddeden, kimseye kolay pabuç bırakmayan, kalabalığın içinde kaybolup gitmeyen genç bir kadındı.
Yaşamın akışına kapılıp gitmekten hoşlanmazdı. Başkalarının isteklerine göre yaşayanlardan değildi. Çocukluğu, anne baba sözü dinleyerek seçmişti ama yetişkinliğinde sevgililerinin dayatmalarına aldırmadığı gibi şimdi de kocasının egemenliğinde değildi. İleride, eğer ulursa, çocuklu yaşamın belirleyeceği sınırların içinde de kalmayacaktı. Batı’dan edinilmiş modellere uygun “özgür kadın” ile Doğu özellikleri taşıyan erkeğin birlikteliği, henüz tam rayına oturmasa da umut vaat ediyordu.
Batılılaşmış ailelerin yurtdışında okumuş kızları gibi o da toplumun geneliyle kıyaslandığında daha rahat bir yaşam sürüyordu. Esin’in evlenmeden önce sevgilileri olmuş, serbestçe gezmiş, seyahat etmiş, aktif bir sosyal yaşam sürmüş, güz önünde olduğu işler yapmıştı. Gerçi diğer kesimlerdeki kızlar da artık flörtlerini cinselliklerini daha Özgür yaşıyor, mesleklerini kendi iradeleriyle belirlemeye çalışıyorlardı.
ABD’de okuduktan sonra İstanbul’a dönmüş, birkaç şirketin iletişim, pazarlama bölümlerinde çalıştım?, sonra bir televizyon kanalında dış haberler servisinde görevliyken diksiyon dersi alarak iş dünyasının gecelerinde, ödül törenlerinde, seçkin toplantılarda sunuculuğa başlamıştı. Ön planda olmaktan hoşlanıyor, yaptığı işi seviyordu.
Yine o törenlerden birindeydi; bir ekonomi dergisi “Yılın en başarılı isimleri”ni seçmişti. Birincilerin, okuyucu anketine dayanarak seçildiği iddia edilse de ödül alanlara bakıldığında pek öyle olmadığı anlaşılıyordu.
Ödüller, derginin bağlı olduğu muhafazakâr yayın grubunun eğilimlerine uygun biçimde tutucu isimlere dağıtılmıştı. Tamam, “Yılın İş Adamı” ve “Yılın İş Kadını”, iş dünyasında önde gelen, modern isimlerdi, ancak diğer ödül sahipleri “belli” bir kesimin temsilcileriydi.
“Yılın Girişimcisi” seçilen Hikmet Akansan’ın soyadı hiç yabancı gelmedi Medyada sıkça geçerdi bu isim ama başka bir aşinalık vardı.
Zihnini dağıtmamak için bu tür düşünceleri bir kenara bırakmalıydı. Sahneye çıkıp sunuma başlamak üzereydi.
Sunucu Esin Ulucan Aksoy’u son yıllarda üst üste görev aldığı bu tarz etkinlikler artık fazla heyecanlandırmıyordu Konuşmasıyla, düzgün diksiyonuyla, sözcüklerle oynayışıyla ve canlılığıyla, insanları etkiliyor, başarılı sunumlar yapıyordu. İlk birkaç saniyede kalp atışlarının hızlanması, kalabalığın (linindi’ olmanın verdiği tatlı coşkudan kaynaklanıyordu. Sunuculuğa haşladığı ilk günlerde heyecanına engel olamıyor, sahnenin arkasında ellerim göğsüne dayayarak derin nefes almadan podyuma ayak atamıyordu. Hatta sahneye ilk çıktığında, kendisini bir anda kalabalığın karşısında çırılçıplak kalmış gibi hissetmiş, elindeki metni okumaya başladıktan kısa süre sonra kendine güveni gelmiş, çıplaklık hissi yok olmuştu.
Klimalı büyük salonda ışıklar söndü. Tempolu müzik ve takip ışığıyla birlikte, Esin sahneye çıktı. Kafanın arkasından geçirilerek kulaklara takılan, modern ağız mikrofonu ile giydiği klasik bej etek ceket takım biraz tezat oluşturuyorsa da bu işler için en rahat mikrofon buydu. Bakışları seyircilere yöneldi, elindeki notlara çaktırmadan göz atarak açılışı yaptı. Vurgulu “hoş geldiniz” cümlesini tamamlayınca tüm salonda alkış koptu, ilk konuşmacıyı takdim etti. Ardından ödüle değer görülen ve ödülleri verecek kişileri sırayla sahneye çağırdı.
Yılın Girişimcisi Ödülü’nü, Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı takdim ediyordu Hikmet Akansan ödülünü alırken, on sıralardaki belli belirsiz kıpırtı Esin’in dikkatini çekti. Protokol sırasının hemen arkasındaki koltuklarda tanıdık bir sima Kordu ama kim olduğunu yine çıkaramadı. Başı kapalı bir genç kız, coşkuyla alkışlıyordu “Ödül alanın bir yakını herhalde” diye düşündü.
Sun yıllarda, bu tür sunumlarda giderek daha çok türbanlı hanım görmeye başlamıştı. Protokolün Kamanla değişen çehresi de dikkat çekiciydi. Ülkenin değişen sosyal yapısını yansıtan hu tablo zihnine kazınmıştı.
Esin, “Kimdi bu kız?’ diye düşünürken flaşlar patladı, fotoğraflar çekildi. Mikrofonu her eline alan, teşekkür konuşmasını uzatınca, tören olması gerekenden daha geç tamamlandı.
Sahneden indiğinde topuklu ayakkabının onu ne kadar yorduğunu fark etti. Kalabalık yavaş yavaş dağılmaya başlayınca koltuklardan birine oturdu. “Herkes gitse de şu topuklulardan kurtulup babetlerimi giysem” diye geçirdi aklından. Tam o sırada, az önce dikkatini çeken o türbanlı kız yaklaştı yanına. Heyecanlı ve hafif tedirgin şekilde, Çok başarılıydınız, güzel bir tören oldu, tebrik ederim. Babam ödül alırken ben de biraz heyecanlandım” diyerek devam etti:
Aslında başka bir şey söylemek için geldim, biz galiba aynı okula gitmiştik… Kübra ben…”
Esin, Türbanlı olduğuna göre buradaki liseden olamaz, herhalde Amerika’daki okuldan, New York’tan mı acaba?” diye geçirdi aklından.
Kübra, tedirginliğinden kurtulmuş halde, daha samimi tonda konuşmaya başladı.
“Gerçi okulda hiç konuşmamıştık ama görünce seni hatırladım. Saç rengini deriştirmişsin.”
Esin, hafif ukalaca, “Evet, sansın oldum. Senin saçını hatırlayamıyorum. Hiç görmedim ki…” derken sustu. Şimdi böyle laf sokuşturmanın zamanı mıydı! Ne olurdu şu dilini tutsa… Kızın başı kapalıysa, ona neydi ki; hele bu ortamda… Üstelik kızın babası da ödül alanlardan biriydi,
Esin’in ne kastettiğini anlayan Kübra’nın suratı asıldı. New York’un karmaşa ve curcunasında, tesettüre uygun giyimiyle kendisine nasıl bir zırh yarattığını anımsadı. Örtününce huzur buluyordu. Çılgın dış dünya onu rahatsız etmiyor, kendi dünyasına çekilebiliyordu.
Ortam hafif de olsa biraz gerilmişti. Esin söze nasıl tekrar başlayacağını bilememenin sıkıntısıyla öylece duruyordu. Durumu toparlamak için iltifat ve övgü cümleleri kurmanın manasız kaçacağını da anlamıştı. Tam bu sırada yanlarına Kübra’nın babası Hikmet Bey geldi.
‘”Ooo, siz tanışıyor musunuz?”
“Evet babacığım, Amerika’dan okul arkadaşım.”
Esin, “Ödül dolayısıyla tebrik ederim” dedi ve elini uzattı. Hikmet Akansan, kadınların elini sıkmaktan hoşlanmazdı ama son yıllardaki konumu gereği artık bu tür medeni davranışlara istemeden de olsa alışmak zorunda kalmıştı. Esin’le tokalaştı.
Hikmet Beyin gelmesiyle ortam nispeten ısınmıştı. Esin de hemen kırdığı potu düzeltmek istercesine, Kübra’ya dönüp Telefonun ya da kartvizitin var mı?” diye sordu. Kübra, “Babamın şirketinde yeni çalışmaya başladım, henüz kartvizitim yok. Cep telefonumu vereyim” dedi, gülümseyerek.
Gülümsediğinde, kızın yüzünün ne kadar hoş ve güzel olduğunu fark etti. Başındaki eşarp ve muhafazakâr giyimi gizliyordu bu güzelliği. Esin de ister istemez öncelikle kızın kılık kıyafetine yoğunlaşmış, gerisine hiç dikkat etmemişti. Bir gülücük çehresini nasıl da değiştirmişti!
Esin kendi numarasını verdikten sonra, “Beni çaldır, birazdan kaydederim” dedi.
Babakız, “Hoşçakal” diyerek ayrıldılar.
Esin de az sonra çıktı salondan. Park sorunuyla uğraşmamak için arabasıyla gelmemişti. Bir taksiye bindi ve elini çantasına atarak cep telefonunu çıkardı.
Bir “cevapsız çağrı” gördü. Yeşil tuşa basıp numarayı aradı. İki kez çaldıktan sonra telefonu açan kız gülümsediğini saklamadan, “Benim numaram olduğunu unuttun değil mi? Ben Kübra” dedi. Esin, “Pardon ya, tamam Kübra kaydediyorum şimdi’ diyerek telefonu kapattı.
Saatine baktı, akşam dokuza geliyordu. Alp, işi bittiğinde aramasını söylemişti. Belki dışarıda buluşabilirlerdi.
Mutluluk, bazen yapılacaklar listesine alılmış bir çarpı işaretidir. İnsan, işleri halloldukça ferahlar. Zaman yönetimi denen şey de aslında ne yapacağımızı seçme hakkıdır.
Esin bu anları çok severdi. Başarıyla tamamladığı bir işten sonra adrenalini yükselir, ne kadar yorgun olsa da hemen eve gidip ayaklarını uzatmak ya da uyumak istemezdi. Bir yerlere uğrayıp iki uç arkadaşıyla sohbet etmeyi, dinlenmeye tercih ederdi. Çalışmanın amacı, boş zamanlarda bir yaşam stili yaratmaktı ona göre. İş hayatında başarılıysa özel hayatında da mutlu olacağına inanıyordu. Kocası da aynı bakış açısına sahipti. Dişilik ve erkekliği, üstünlük taslamak halleri olarak görmüyor; karşılıklı tamamlayıcı özellikler kabul ediyorlardı.
Alp, telefonu sıcak bir sesle “Bebeğim bitti mi işin?” diye açtı. Arkadan başka sesler duyulduğuna göre demek ki dışa
“Evet canım, çıktım. Nerdesin?”
“Havayı güzel görünce Volkan’la Bebek’e indik. Lucca’dayız. Haydi sen de gel.”
Dünden razıydı. Hazır, salgıladığı adrenalin tavan yapmışken, biten işin yorgunlukla karışık tatlı heyecanını paylaşmak iyi gelecekti.
Hava güzelse, saat kaç olursa istanbul trafiği, yoğun iş çıkışı saatlerindeki gibi sıkışıyordu. Sahilden ilerlemeye çalışan taksi şoförü, kornaya sinirli sinirli basıp önündeki araçları sollamaya çalışsa da pek başarılı olamıyordu.
Bebek’e yaklaştıklarında, bu şirin semtin San Francisco’daki Sausalito’ya ne kadar benzediğini düşündü. İki yıl önceki ABD seyahati sırasında, methini duyduğu o küçük kıyı kasabasını da ziyaret etmiş ve ayak bastığı an, “Aynı Bebek!” demişti.
Biraz gecikmeyle, Türk Sausalito’sundaki son zamanların gözde yeri Lucca Cafe’ye vardı. Canı kalabalık ortamda bulunmak istiyordu, yine de mekânın çoğu zamanki gibi, piyasa yapmaya gelenlerden oluşan “et pazarı”na benzememesine sevindi. Bir köşeden diğerine gidene kadar her tanıdığıyla merhabalaşmayı değil, bir an fince genç ve yakışıklı kocasını Öpmek istiyordu.
Alp ile Volkan’ın sohbetlerinin ana konusu, gene borsaydı. Belki de Esin’in yanında böyle şeyleri konuşuyor, kendilerine işkolik havası veriyorlardı, kim bilir? Kendisi yokken kadınlardan da bahsettiklerine emindi. Volkan reklamcıydı ama borsada da oynuyordu. Hangi şirketin hisseleri tavan yapmıştı, hangisinin yükselmesi hangisisin düşmesi bekleniyordu, iyi bilirdi. Volkan, “borsada oynamak” kavramını sevmezdi; o “borsada yatırım yapıyordu”.
Bir erkeğin işinde başarılı olması ne kadar iyiyse, karısının ya da sevgilisinin yanındayken durmadan iş konuşması da o kadar sıkıcıydı. Alp ve Volkan, bu borsa muhabbetim bazen o kadar abartıyorlardı ki Galatasaray ve Fenerbahçe’den…
“Öteki” için bir yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıÖteki
- Sayfa Sayısı296
- YazarEce Vahapoğlu
- ISBN6051113364
- Boyutlar, Kapak 13,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviDoğan Kitap / 2009
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Lahitteki Sır – Kızıl Kule ~ Bekir Sert
Lahitteki Sır – Kızıl Kule
Bekir Sert
“Her varlık bir gün ölür ama kimilerinin ismi çağlar boyunca hatırlanır. Ölümsüzlüğün kapısına hoşgeldin Kayra” Birden bire gelişen sürpriz olaylarla hayatı değişen Kayra’nın Ejder...
- Kösem Sultan ~ Nahid Sırrı Örik
Kösem Sultan
Nahid Sırrı Örik
Tarih nerede biter ve roman nerede başlar? Romancı tamamen muhayyelesinde yarattığı mahlukları istediği ve dilediği şekle koyabilir; halbuki romanın şahıslarını tarihten almışsa, onlara dilediği...
- Bizim Büyük Çaresizliğimiz ~ Barış Bıçakçı
Bizim Büyük Çaresizliğimiz
Barış Bıçakçı
O yıl bahar bize eksik yanlarımızı, hiç tamamlanmayacak şeyleri hatırlatarak gelmişti. Yarım yamalak bulutlar, sahanda yumurta güneşi, neremizi ısıttığı belli olmayan bir sıcaklık. Burnumuzu...
Ece vahaboğlu ve öteki, bu güne kadar okuduğum en ön yargılı provakatif kitaplardan bir tanesi… Yazar kitabı önyargıları ile sırf tezat oluşturması için, dini ögeleri karalama ve mevcut zümreyi kötüleme amaçlı yazmış… Kesinlikle tavsiye etmiyorum hele hele kitabın sonundaki “türbanı çıkartarak Kübra’nın hayatını kurtarmıştı” cümlesi yazarın niyetini açıkça ortaya koyuyor…