Tarihi sevdiren adam Yavuz Bahadıroğlu, Osmanlının yazılanlardan farklı olarak yazılmamış tarihini yazdı! *İsimsiz çocuklar nasıl tarih yazdı? *Fetihten önce İstanbulda Müslüman Mahallesi var mıydı? *Padişah anaları gerçekten gayrimüslim miydi? *Osmanlı ruhu diriliyor mu? *Ayasofyanın Osmanlı için anlamı neydi? *İlk kılık-kıyafet tartışması ne zaman çıktı? *Sarhoş olan padişah mı, tarihçi mi? *Kanuni Sultan Süleyman Kurana aykırı kanunlar yaptı mı? *31 Mart Vakasının şifreleri *Ailesini nehre attıran hükümdar kimdi? *Osmanlıda içki meselesi *Şehzade Mustafanın ölümünün ardındaki sır perdesi.
İçindekiler
Fatih Sultan Mehmed
İran ve Söz
Eski karakterimiz ve şaşırtan hoşgörümüz
Kendimizi ne kadar tanıyoruz?
İsimsiz çocuklar nasıl tarih yazdı?
Vefasız Fransız!
Fetihten önce İstanbul’da Müslüman Mahallesi var mıydı?
Padişah anaları gayrimüslim miydi?
Aksesund ismi nereden geliyor?
Bayrağımız nasıl ortaya çıktı?
Tarihin içinden bir fedakârlık örneği
Vefa duygusu ve ihanet açmazı
Osmanlı ruhu diriliyor mu?
Ayasofya artık açılsın
Gülmeyen Sultan: Selahaddin Eyyûbi
İlk kılık-kıyafet tartışması
Sarhoş olan padişah mı, tarihçi mi?
Ayasofya’da İlk Cuma namazı kılındığı gün
Kanuni Sultan Süleyman Kur’an’a aykırı kanunlar yaptı mı?
Ayasofya bir Osmanlı mâbedidir
OsmanlIlarda fetih aşkı
Devlerin aşkı
Ah şu 31 Mart Vak’ası!
Şu bizim müttefiklerimiz
İsimsiz bir göçebenin yıktığı cihangir
Ailesini nehre attıran hükümdar
Kefensiz gömülen Sultan
Osmanlı’da içki meselesi
Bir bu eksikti
Kanuni’nin oğlu Şehzade Bayezid’in akıbeti Kanuni, oğlu Mustafa’yı neden öldürttü?
Şehzade Mustafa olaymm detay kısmı
Hürrem Sultan’ın sevgili kızı
Harem ve Hürrem
Muhteşem panayır
Fatih Sultan Mehmed
Fatih gibiler gerçi ölümsüzdür. Onu ne diziler anlatabilir ne de filmler; onu bize ancak kendi yüreğinden kopup gelen mısralar anlatabilir.
Peygamber-i Alişan müjdelisi Padişah, “Padişahlar Padişahına kulluğunu bir şiirinde şöyle açıklıyor:
“Bir Şah’a kul oldum ki, kulu Sultan-ı Cihândır, Bir şâha kul oldum ki, cihân âna gedadır (muhtaçtır).”
Bu ifadeler müthiş bir feraset ve şuur göstergesidir. “Kul” kimliği içindeki “acz” vurgusudur. Filmlerde onu “gururlu” gösterenlere de bir tokattır! Aslına bakarsanız, kelimelerle o kadar oynandı ve Türkçe öyle kısırlaştırıldı ki; nesiller çoktan beri “gurur”la, “sürur”u (neşe-sevinç), “azamet’le (büyüklük) “izzet”i (kıymet) karıştırıyor.
Oysa Fatih, gencecik yaşında ulaştığı müjdeden kendine pay bile çıkarmamış, büyük fethi bir “ikram-ı İlâhî” olarak görmüş, müthiş bir olgunlukla ve kullukla karşılamıştır.
Doğu Roma’ya girişi, Efendimiz’in Mekke’ye girişi gibidir. Bu girişte tevazu ve mahviyet vardır. Kendisine “abd-i âciz” (âciz bendeniz) diyecek kadar olgun ruhundan beklenen de zaten budur. Peygamber müjdelisi Padişah’ın Peygamberini taklitte zaten kusur etmemesi beklenirdi: Bekleneni hakkıyla verdi.
Aşağıdaki mısralarında Fatih’in “kulluk” kimliği ve ruh portresi saklıdır.
“Hiç kimse yok kimsesiz,
Herkesin var bir kimsesi…
Ben bugün kimsesiz kaldım,
Ey kimsesizler kimsesi.”
“Gurur”, millî bünyemize Batı’dan gelen bir virüstür; zaman içinde tüm benliğimizi etkilemiş, bizi “biz” olmaktan çıkarıp kendi değerlerimizi bile küçümseyecek hale getirmiştir.
Oysa insan, değerlerini küçümsediği ölçüde değersizleşir!
Bunları Fatih’in doğum yıldönümünde konuşuruz. Ölüm yıldönümünde ölüm şeklini konuşmak daha doğru… Zira ölüm biçiminde tereddütler var: Öldü mü, öldürüldü mü?
Müverrih Tursun Bey’e göre; Fatih, muhtemelen bir doğu seferine çıkmak üzereydi (Tursun Bey, “Cihet-i sefer Anatoli olduği malüm olundi, amma Arab mı, Acem mi malüm olmadı” diye yazar)… Ordusuyla birlikte, ilk sefer durağı Maltepe’ye geçmiş, önceleri “Tekfur Çayırı” ismiyle anılan “Hünkâr Çayırı”nda kurulu otağına yerleşmişti.
Bir süreden beri hastaydı. Bazı kaynaklara göre; Osmanlı Hânedanı’na musallat olan ve birçok padişahın ölüm sebebi sayılan “nikris”, yani “goutte-gut” hastalığına müptelâ bulunuyordu.
Otağ-ı Hümâyûn’a girer girmez yatağa düştü. Bir daha da yataktan çıkamadı. Ağrıları arttı. Nihayet ikindi vakti Kur’an sesleri arasında ebedî hayata göçtü.
“Vefatuna sebeb ayağunda zahmet vardı” diyor Paşazade: “Tabibler ilâcımdan âciz oldular. Ahir tabibler cem oldular, ittifak ettüler, ayağundan kan aldular. Zahmet ziyade oldi. Şerâb-ı fariğ virdüler. Allah rahmetine vardı.”
Bu satırlara bakarsanız normal bir ölüm gibi gözüküyor. Ne var ki, manzum anlatımında zehirlenme ihtimalini düşündürecek ifadeler de kullanıyor.
Babinger ise; Fatih’in zehirlenerek öldürüldüğüne inanıyor. Babinger’e göre; bu işi Venedik Cumhuriyeti, Laestro Iacopo isimli Yahudi asıllı bir doktora yaptırmış. Zaten Venedik, ondan önce tam 14 suikast tertiplemişti.
Bu konuda derin analizler yapacak kadar geniş yerimiz olmadığı için, sözü rahmetle bitirelim: Allah rahmet eylesin…
İRAN VE SÖZ
Bizim Başbakan, İran’ı yönetenlere hitaben, “Sözünüzde durmazsanız itibar kaybedersiniz” deyince, içim “az” etti.
Neden derseniz, İran’ın verdiği sözleri tutmadığına ilişkin çok bilgi var tarihte…
Yıl 1559: İstanbul’un fethinin üzerinden 106 yıl sonra…
Kanuni’nin son yılları…
Osmanlı hâlâ en parlak dönemini yaşıyor…
Devletin muktedir kadroları, yenilmez bir ordusu, sağlam bir mâliyesi, ülke çapında yoksul bırakmayan bir sosyal yapısı var…
Ama aynı tarihte bir büyük olumsuzluk gelişiyor: İran’daki Safevi Devleti tehlike arz etmeye başlıyor…
Osmanlı barış arıyor, ama mümkün değil. Safevi Şahı, Çaldıran’ın intikamını alma sevdasında..
İlle de babasının (Yavuz) sert yumruğunu oğluna (Kanuni’ye) iade edecek…
Bunun çarelerini ararken, Kanuni ile oğlu Şehzade Mustafa’ araları açılıyor. Mustafa Bey, “Artık babamız kocadı, şanlı dedmizin babasına yaptığını yapmak zamanıdır” diyerek, babasına meydan okuduğunu ilân ediyor. Safevi (İran) Şahı Tahmasb’dan yardım istiyor. Tahmasb, yardım sözü veriyor, ama babasınm karşısında Şehzade’yi yalnız bırakıyor.
İran’a güvenip yola çıkan Mustafa Bey bu yolda hayatından oluyor.
Bir süre sonra bu kez Şehzade Bayezidle Şehzade Selim arasında kavga patlıyor. Şehzade Bayezid, babasının emrini dinlemiyor tayin edildiği Amasya’ya gitmekte ayak sürçüyor. Bir taraftan da ordu topluyor.
Nihayet Şehzade Selim ile Şehzade Bayezid’in orduları Konya Ovası’nda kapışıyor. Osmanlı Ordusu’yla takviye edilen Şehzade Selim’in ordusu, Bayezid’in ordusunu iki günde perişan ediyor. Bayezid, Padişahlık umudunu Konya’da bırakıp önce valilik yaptığı Amasya’ya, oradan da Kağızman’a çekiliyor.
Artık her şey bitmiştir. Babasından yedi kıtalık bir şiirle özür diliyor.
“Ey seraser âleme Sultan Süleyman’ım baba,
“Tende canım canımın içinde cananım baba…
“Bayezid’ine kıyar mısır benum canım baba?
“Bigünahım Hak bilür devletlü sultanım baba.”
Ayru ölçü ve kafiyeye sadık kalan Kanuni, idam fermanını yedi kıtalık bir şiirle tebliğ ediyor:
“Ey demaden mazhar-i tuğyan u isyanım oğul,
“Takmıyan boynuna hergiz tavk-ı fermanım oğul..
“Ben kıyar mıydım sana ey Bayezid Han’ım oğul.
“‘Bigünahım’ deme bari tevbe kıl canım oğul.”
Şehzade Bayezid, öldürüleceğini anlayınca, Kağızman’dan Safevi (İran) topraklarına giriyor. Revan Beylerbeyi Nizamüddin Şahkulu’ndan, kendisinin ve ailesinin hayatının garanti edilmesi şartıyla, sığınma talebinde bulunuyor…
Osmanlı şehzadelerinin arasına kılıç girdiği günden beri, bundan nasıl yararlanabileceğini düşünen İran Şahı Tahmasb’a sığınma talebi ilâç gibi geliyor. “Fırsat ayağımıza geldi” diyor ve hayat garantisi vererek Şehzade’yi topraklarına kabul ediyor. Kazvin’de büyük bir törenle karşılıyor. Padişah muamelesi yapıyor. Hatta sarayında ağırlıyor.
Ama el altından da Kanuni’yi haberdar ediyor: “Şehzadeniz bizim şerefli misafirimizdir.”
Bunun Şehzade’nin idam hükmü olduğunu elbette biliyor. Verdiği sözü unutmuş, durumdan yararlanmaya çalışıyor.
Kanuni ile Iran Şahı Tahmasb arasında zorlu bir pazarlık başlıyor. Sonunda anlaşma sağlanıyor: Şehzade Bayezid, 1 milyon 200 bin altın ve Kars Kalesi karşılığında Kanuni’ye satılıyor.
Ayrıca Şehzade Selim padişah olduğunda (çünkü tahtın başka varisi kalmamıştır), İranla dost kalacaktır.
Iran verdiği sözü yine unutmuş, çoktan sözünün üstüne yatmıştır.
İran’a güvenerek yola çıkan Şehzade böylece babasının cellâtlarına teslim ediliyor (25 Eylül 1561).
Tarih, “ders” almasını bilene ders, “ibret” almasını bilene ibrettir!
Eski karakterimiz ve şaşırtan hoşgörümüz
Sultan II. Mahmud döneminde Osmanlı ordusunun modernleştirilmesi gündeme gelmiş ve işe kıyafetten başlanmıştı (hep böyle olur).
Ordunun modernleştirilmesi için de Avrupa’dan bazı “askeri danışman”lar getirilmişti…
Aralarında Prusyalı (Alman) general Helmuth von Moltke de vardı…
Moltke, kurulmak istenen yeni Osmanlı ordusunu hatıralarında şöyle hicvediyor:
“Bu ordu kaputları Rus, talimatnameleri Fransız, tüfekleri Belçika, sarıkları Türk, eğerleri Macar, kılıçlan İngiliz ve öğretmenleri her milletten, Avrupa sisteminde bir ordudur!”
1850lerde İstanbul’da yıllarca kalarak toplumsal yapımızı inceleyen meşhur Fransız tarihçi M. A. Ubidni, “Osmanlı” şemsiyesi altında özgürce yaşayan halkların özelliklerini şöyle vurguluyor:
“(alış veriş yaparken) bir kaide olarak Ermeni tüccara istediği fiyata yarısını, Rum’a üçte birini, Yahudi’ye dörtte birini veriniz. Fakat bir Müslümanla alışveriş ettiğiniz zaman istediği fiyattan emin olunuz ve istediğini veriniz (pazarlık etmeyiniz).”
Aşağıdaki tespitler de ona aittir:
“Avrupa’nın hiçbir yerinde Türk imparatorluğu kadar ayrı cinslerden, başka başka ırklardan oluşmuş bir imparatorluk mevcut değildir. Bu bir millet değil, bir milletler karmasıdır, bileşimidir Yekûn olarak otuz beş milyona varan halk üzerinde hâkim olan ırk (Türkler) bunun aşağı yukarı üçte birine zor ulaşır. Geri kalanı ise kendi fizyonomilerini ve kendi öz kişiliklerini kaybetmemiş olan Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Rumenler, Slavlar, Arnavutlar Araplar, vs. den meydana gelir.
“Bütün ırklar, bütün dinler, eski kıtanın bütün dil ve lehçeleri Sultanın geniş ve sakin topraklan üzerinde yan yana varlıklarını hâlâ hiç kusursuz devam ettirmektedirler. İster Anadolu yaylasından geçsin, ister Avrupa Türkiye’sinin içlerine doğru uzansın yahut da dağlan ve Suriye çöllerini dolaşsın, bir yolcuyu gittiği her yerde en çok şaşırtan şey, Osmanlı İmparatorluğu’nun halklan arasındaki bu din, dil, adet, giyim ve fizyonomi değişikliği ve bu daimi zıtlık ve başkalıklardır. Doğrusu garip bir manzara bu ve bunun sebeplerini araştırmakta bir o kadar merak konusu elbette…
“Genellikle uzun veya kısa bir mücadeleden sonra, fethedilen milletler, fetheden milletler içinde eriyip gider ve kaybolur. Gallo-Romainler, Frankların içinde, Saksonlar da Normandlar’ın arasında kaynayıp gitmişlerdir. İspanya’da ki Araplar gibi, yalnız Türkler, bilmem hor görmekten, bilmem tedbirsizlikten, Bizans İmparatorluğu’nun yenik düsen ırklarını asimile etmeyi (içlerinde eritmeyi) ihmal etmişlerdir…
“Bu hadiseyi neye bağlamak lazım? Öyle sanıyorum ki, Asya milletlerine has bir kafa yapısına olduğu kadar bizzat fethin kendisine ve Özellikle de Müslüman ırkların din anlayışına bağlamak gerekir.”
Gördüğünüz gibi, Ubicini başka ırkları Türkleştirmememizi yeteri kadar kavrayamıyor. Çünkü bütün Avrupa işgal ettiği bölgelerin insanlarına asimilasyon uygulamıştır. Biz ise her anlamda özgür bıraktık. Bunu inancımızın gereği olarak böyle yapmak zorundaydık. Çünkü “insan”, inançları sebebiyle değil, bizatihi varlığıyla kutsaldır.
Şeyh Edebali, daha kuruluş aşamasında insana dikkat çekmiş, Osman Gazi’ye “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın!” şeklinde bir öğüt vermiştir.
Şeyh’in öğüdü tüm Osmanlı asırları boyunca belirleyici olmuştur: Çünkü kaynağı Kur’an’dır.
Artık “nereden nereye” geldiğimizi sorgulayabilirsiniz.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Araştırma/İnceleme Türk-Osmanlı
- Kitap AdıOsmanlının Yazılmamış Tarihi
- Sayfa Sayısı200
- YazarYavuz Bahadıroğlu
- ISBN9786054643219
- Boyutlar, Kapak13,5 X 21,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviGranada Yayınları / 2012-9