Tarihteki insanımız insana saygılıydı, çünkü insan olmanın ne anlama geldiğini biliyordu. Birbirimizin hakkını-hukukunu bu anlayış içinde gözetiyor, bizimle aynı dini, aynı inancı, aynı milliyeti, aynı siyaseti, aynı kıyafeti paylaşmayanlara karşı, yine bu anlayış içinde müsamahakâr olabiliyorduk. Çünkü kul olduğumuzu biliyorduk. Bizi efendilik makamına yücelten işte bu kulluk şuuruydu.
Osmanlı’yı yönetenler de aynı şuurun insanlarıydılar. Yanlarında, her türlü yanlıştan onları ikazlarıyla koruyan hocaları vardı. Allah’ın (cc) hükmünü dümdüz anlatır, sözlerini asla sakınmazlardı. Ruh olgunluğuna böyle ulaştılar… Bu sayede devletlerini hukuk devleti kavramıyla tanıştırdılar.
Fatih Sultan Mehmet’in, Vezir-i Âzam (Başbakan) Mahmud Paşa’ya şikâyeti meşhurdur:
“Bu Pîre (Ak Şemsüddin’e) hürmetim ihtiyarsızdır. Yanında heyecanlanırım, ellerim titrer.”
Padişahlar hocalarına böyle derin bir saygı, ince bir endişeyle bağlıydı.
Tarihimiz baştan sona insanlık örnekleriyle doludur… Bu konuda zaman zaman o kadar ileri gidilmiştir ki, Osmanlı mülkünü gezmeye gelen Avrupalı gezginlerin dudakları uçuklamış, “Bu kadar da olmaz!” demek zorunda kalmışlardır.
Elinizdeki kitap; Osmanlı’daki bu dudak uçuklatacak yetişme tarzını anlatmaktadır.
***
İÇİNDEKİLER
Bendenizi takdimimdir! 7
Tarih penceresinden hayat 10
Kitaba giriş niyetine 13
Kitaba zihni ve fikri hazırlık babında… 20
Osmanlıya neden saldmyorlar? 44
Tarihle övünmek mi lâzım? 47
Tarih ayaklarımıza mı dolaşıyor? 50
Tarihe ilgi arttı mı? 54
Tarihten nasıl ders alınır? 56
Harf aslında nedir? 58
Çerkez Ethem Bey “hain” miydi? 64
Reşit Bey’dcn, Atatürk’e mektup 69
Atatürk’ün muhafız alayı komutanı Topal Osman Bey neden katledildi 72
Oniki Adayı hatırlayanınız var mı? 81
Osmanlı’da içki meselesi nedir? 86
İlk seçim ne zaman yapıldı? 88
Yakın tarihimizde din-devlet ilişkileri nasıldı? 90
TBMM’de hezeyanlar 99
Şiirlerde hezeyanlar 100
Yeni din, yeni kıble, yeni minare, yeni ezan 101
Atatürk’ü “tanrılaştırma” 104
Ezan neden Türkçeleştirildi? 110
Ezan ve yasak 111
Bir ezan uğruna 114
İlk Türkçe ezan 116
Bediüzzaman’ı dinleyelim 118
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde 119
Maksat vatan kurtulsun! 121
Tarihin içinden: Gazi Hocanın hikâyesi 123
“Tebligattır Gazi Hoca!” 125
“Ezan Türkçe kıraat olunacak!” 126
“Angara’ya bağlılığını göster, vokuat çıkartma!” 128
Gazi Hoca deli mi, veli mi? 132
“Yeter: Söz milletindir!” 134
Ezanın aslına çevrilmesine dair kanun teklifleri 135
CHP: “Arapça ezan hakkında münakaşa açmaya taraftar değiliz” 138
Mecliste ezan görüşmeleri 139
Millet Mersine, aydın tersine 141
Gazi Hoca’nın dönüşü 143
“Ezan ı Muhammedi okumak selbes!” 144
Osmanlı Devleti “diktatörlük” müydü 147
Nasılmışız, nasıl olmuşuz? 150
“Vezarette kemalât aranır” 152
Adalet mülkün temelidir 153
Şaşırtıcı bir özgürlük belgesi: Amannâme 154
“Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var!” 156
Hukuk ve padişah 158
Mahkemeden kovulan padişah: Yıldırım Bayezid 161
“Ne günlere kaldık bre!” 163
Ava giden avlanır 165
Padişah yetkileri 167
Yabancıların Osmanlı hakkındaki hükmü 172
Bu konuda son sözler 174
“Uydur uydur söyle” 176
Osmanlı’da “hayvan hakları” var mıydı? 179
Yassı Ada, İmralı Ada ve Hayırsız Ada 182
“Su medeniyeti” ne demektir? 185
Osmanlı’da çeşme kültürü 188
Bir Valide Sultan çeşmesinin hikâyesi 189
Hayatı boyunca sadece iki kez yıkanan kraliçe 197
Ve koku kültürü 198
Osmanlı Devleti niçin ve nasıl doğdu? 202
Osmanlı Devletinin nüfusu
ne kadardı? 208
Eyalet sistemi 210
Theodore Roosevelt ve Dünya hâkimiyeti 211
Osmanlılar eğlenirler miydi? 213
İbadeti keyfe dönüştürmek 216
Cambazlar, hokkabazlar 218
“Zevk” anlayışı 219
Hangi padişah nerede yatıyor? 221
Padişahların Hırka-i Saadet ziyaretleri nasıl gerçekleşirdi? 224
Padişahlar ne yer, ne içerdi? 226
Günde iki öğün yemek 230
Sefer ve bayram yemekleri 232
“Haram yiyen harami olur” 233
Bosna papazlarına Fatih’in fermanı 235
Fatih’in namaz fermanı 236
Fatih’in vasiyetnamesi 238
Fatih öldü mü, öldürüldü mü? 239
Fatih’in mezarı sonradan açıldı mı? 242
“Devşirme sistemi” nedir? 245
Ocağa esnaf girdi 250
Makale tadında:”Kahraman Akıncı”nın sonsuz yalnızlığı 251
“Divan-ı Hümâyûn hükmüdür” 253
Aşktan ve evlilikten sürgün 257
Tarihin vicdanı var ama duyguları yoktur 259
Osmanlı’da külliye ve cami kültürü 262
“Altın minare”den altı minareye 266
“Devşirme sadrazam”lar Osmanlı’ya zarar verdi mi? 267
Üç devşirme portresi 269
Valide sultanlar lükse düşkün müydü? 273
Padişahlar ve anneleri 278
Yabancı yazarların haremi 280
“Osmanlı kadını zevkli ve beceriklidir” 282
Sağlam Müslümanlardı 284
Nurbanu Sultan 286
Hanımkent: Üsküdar 287
Valide sultanların hayır eserleri 288
Bir rüya 293
Diğer eserler 296
Âdile Sultan 298
Malını-mülkünü satıp fukaraya dağıttı 100
Saray sofrası 301
İftar huzuru arzusu 302
Topkapı Sarayı’nda Kadir Gecesi 303
Yumurta-yı Hümayun 304
Artan yemekler fâkirlere dağıtılırdı 305
Bir ibret levhası: Kefensiz gömülen Sultan 306
İsimsiz bir göçebenin yıktığı hükümdar 311
Hikâyecik: Zeynep ve Kâmil 314
Bir başka hastane: Baltalimanı Kemik Hastanesi 315
Padişahlara neden saygısızlık edilir? 317
“Son söz” yerine kaim 335
GİRİZGÂH
Tarihimiz baştan sona insanlık örnekleriyle doludur…
Bu konuda zaman zaman o kadar ileri gidilmiştir ki, Osmanlı mülkünü gezmeye gelen Avrupalı gezginlerin dudakları uçuklamış, “Bu kadar da olmaz!” demek zorunda kalmışlardır.
Tarihteki insanımız insana saygılıydı, çünkü insan olmanın ne anlama geldiğini biliyordu.
Birbirimizin hakkını-hukukunu bu anlayış içinde gözetiyor, bizimle aynı dini, aynı inancı, aynı milliyeti, aynı siyaseti, aynı kıyafeti paylaşmayanlara karşı, yine bu anlayış içinde müsamahakâr olabiliyorduk.
Çünkü kul olduğumuzu biliyorduk. Bizi efendilik makamına yücelten işte bu kulluk şuuruydu.
Osmanlı’yı yönetenler de aynı şuurun insanlarıydılar.
Yanlarında, her türlü yanlıştan onları ikazlarıyla koruyan hocaları vardı. Allah’ın hükmünü dümdüz anlatır, sözlerini asla sakınmazlardı.
Ruh olgunluğuna böyle ulaştılar…
Bu sayede devletlerini hukuk devleti kavramıyla tanıştırdılar.
Fatih’in, Vezir-i Âzam (Başbakan) Mahmud Paşa’ya şikâyeti meşhurdur:
“Bu pîre (Ak Şemsüddin’e) hürmetim ihtiyarsızdır. Yanında heyecanlanırım, ellerim titrer.”
Padişahlar hocalarına böyle derin bir saygı, ince bir endişeyle bağlıydı.
Fatih Sultan Mehmed’le meşhur hocası Ak Şemseddin arasında geçen bir hâdiseyi gelin “Şekaayık-ı Nûmâniyye Tercümesi”nden birlikte okuyalım:
“…mülâkat eyledikte Şeyh Hazretleri yan yatur bulunub asla vaziyetini değiştirmedi. Padişah, Şeyh Hazretleri’nin elini öpüp, ‘Sana bir hacet içün geldüm ki birkaç gün beni halvete koyup (dersine alıp) irşâd eyleyesün. Bir dem senun dersunde bulunma lezzeti cihan padişahlığından ağlebdur’ (Öğrencilikteki lezzet padişahlıktaki lezzetten fazladır.) deyicek, Şeyh Hazretleri, Padişahın bu kelâmını sem’-i kabule almayub rıza kulağı ile dinlemedi (Padişahın öğrenciliğe dönme isteğini kabul etmedi). Padişah sâmi-makam, ısrar ve ihrâm idüp üç dört kerre ‘Elbette umup beklediğim hâsıl olıcek ve istedüğüm yerine gelecektü’ dedikte, Şeyh Hazretleri yine raddeyleyüb bu hususa müsaade eylemedi. Nihayet Padişah Hazretleri gazaba gelüb, husûs-ı mezbûr (bahsi geçen husus) için, ‘Bir Türk (herhangi biri) bir kere söylese kabul edüb halvete idhal edersin (dersine alırsın), ben sana nice kere söylemişken sözümü kabul itmezsün’ dedikte Şeyh Hazretleri cevap virüb, ‘Meşâyih-i izâmın halvetinde (şeyhlerinin dersinde) bir lezzet vardır ki, ana dâhil olan emr-i saltanat gözünde olmayub, dünya gözünden silinub saltanat geçub gitmek mukarrerdir (Talebelik padişahlıktan daha lezzetlidir. Bunu tadan padişahlıktan kopar). Bu sebeple ahval (durumlar) bozulub, her birimiz bu hale sebeb olmakla Allah’ın gazabına uğrayarak günahkâr olmak lâzım gelür’ dedikten sonra, makamının icabı üzre adl ü insafa, doğruluğa ve saltanat merasimine müteallik âşikar ve malûm olan söz ve nasihatleri ifâde eyledi.”
Kudretin zirvesinde, üstelik yirmi bir yaşında iken öğrenciliği ve dervişliği özlemesi, dünya nimetlerini gözünü bile kırpmadan feda etmesi (nitekim babası Sultan II. Murad, padişahlık nimetini terk edip “dua ve ibadetle iştigal edeceğim” gerekçesiyle Manisa’ya çekilmişti), başlı başına kitaplaştırılması gereken bir konudur.
Böyle bir feragat acaba hangimizin nefsine sığar?
“Padişah-ı Cihan= Cihan Padişahı” ve “Roma İmparatoru” sıfatlarını nefsinde toplamış gencecik bir padişahın, hocasını (ve şeyhini) ziyaret etmesi, elini öpmesi, yeniden öğrencisi olmak için âdeta yalvarması, gönül sultanlarının Osmanlı padişahları üstündeki etkilerine sadece bir örnektir.
Tarihimizde çok fazla böyle örnekler mevcuttur.
Bu yetişme tarzının kaynaklarını merak ettim ve yazmak istedim.
Yavuz Bahadıroğlu
İstanbul, 2012
BİRİNCİ BÖLÜM
OSMANLI’NIN “İNSANLIK ŞARTNAMESİ”
Osmanlı atalarımız, tanısınlar tanımasınlar, “Gülümseyiniz, müminin mümine gülümsemesi sadakadır.” hadisi ve “Selamı yayınız.” tavsiyesi çerçevesinde, karşılaştıkları herkese gülümseyerek selam verirler, tanıdıklarına ayrıca hal-hatır sorar, aile efradına (ailenin diğer bireylerine) selam yollarlardı.
Böylece gönüller birbirine ısınır, geniş anlamlı toplumsal bir mutabakat oluşurdu.
Osmanlı gerçek anlamda bir barış ve kardeşlik toplumuydu.
Hasbelkader nefsine yenilip biriyle kavga edeni, mahallenin önde gelenleri birkaç gün içinde banştırırdı. Olmaz da küslük uzarsa, dört gözle bayram beklenir, bayramlar barışın ve kardeşliğin vesilesi yapılırdı.
Bu durumu Avrupalı gezginlerden Villamont, takdir hisleriyle kaydeder:
“Her kimin bir düşmanı varsa, bayramlarda ona gidip af dilemek zorundadır. Öteki de el öpmeden ve tokalaşmadan önce affettiğini söylemek mecburiyetindedir. Aksi takdirde bayramlarının mübârek olması mümkün değildir.
Bu esaslara riayet etmeyen kimseler ise, neredeyse fâsık (tabii ki abartıyor) telâkki edilip dışlanırlar.”
Du Loir görüp incelediği toplumsal yapıdan o kadar etkilenmiştir ki, Osmanlı Türk toplumunun bazı kötülüklerden haberdar olmadığını düşünmekten kendini alamamıştır:
“Türkler herhangi bir intikam hissi beslemekten son derece çekinirler. Dinlerinin bu husûsa âit bir hükmü gereğince Cuma namazına başlamadan önce düşmanlarını affettiklerini âdetâ ilân etmek durumundadırlar. Aksi halde namazlarının kabul edilmeyeceğine inanırlar. Ayrıca her bayramın birinci günü onlar için umumi bir barış günüdür. Birbirlerine rastladıklarında el sıkışırlar. Küçükler büyüklerin elini öptükten sonra başına koyup, ‘Bayramın mübârek olsun!’ der.”
Böyleydi, çünkü kişisel ve toplumsal ilişkilere henüz menfaat hükmetmiyordu. Kardeşlik en belirleyici öğe idi. Bu yüzden insanlar arasında kıyasıya bir rekabet oluşmaz, en azından rekabet, kinci ve incitici boyutlara ulaşmazdı.
Osmanlı edebi ve nezaketi dünyaca meşhurdur. İslâm’la yoğrulan yürekler bugünkü halimizle mukayese edilemeyecek kadar duyarlıydı.
Tevazu ve doğallık sıradan meziyetler sayılırdı. Hayata Alçakgönüllülük ve yardımseverlik hâkimdi.
Küstahlık nedir bilinmez, büyüklerin sözü kesilmez, bilgiçlik taslanmaz, ar, namus ve hayâ gibi kutsallar es geçilmezdi.
Kadınlara karşı dinamiklerini imandan alan derin bir hürmet beslenirdi. Erkek ve kadın arasında mutlak surette bir mesafe vardı. Bu duruşun belirleyicisi, “Zinaya yaklaşmayın.” mealindeki âyetti.
Sokakta karşılaşılan kadına asla dik dik bakılmaz, derhal başlar öne inerdi. Kadının sokakta rahatça yürümesi için, erkekler kendilerini hafif alargaya çekerler, kadına yol verirlerdi (Sonra nasıl olduysa bu durum tersine döndü: Köylerde kadınlar erkeklere yol vermek için kenara çekilip çömelmeye başladılar).
Her kadın toplumsal edebin bir gereği olarak anne, teyze, hala ve bacı olarak görülürdü. Onları rahatsız edecek en küçük davranışta bile bulunulmaz, bulunanı toplum müthiş yadırgar, büyükler derhal müdahale ederlerdi.
Lady Craven, erkeklerin kadınlara karşı saygısını “aşırı” bile bulduğunu itiraf ettikten sonra, Osmanlı Devleti‘inin kadınlara karşı tavrını hayretler içinde şöyle dile getiriyor:
“Türklerin kadınlara karşı olan muameleleri bütün milletlere örnek olmalıdır. Meselâ bir erkek ağır bir suçtan dolayı idam edilip bütün mal varlığına el konsa bile karısına ve çocuklarına gayet iyi muamele edilir. Kadınların mücevherlerine dokunulmaz. Çocuklar devlet himayesine alınıp bakılır.” (Zamanın Avrupa’sında idam edilen erkeğin tüm mal varlığı ile birlikte yakınlarının takılarına da el konulurdu).
Osmanlı toplumunda nemelazımcılık yoktu. En azından bu kadar yaygın bir hastalık değildi. Tüm toplum, kaynağı din olan geleneklerin bekçisiydi…
Bunların bozulmaması içia herkes üzerine düşeni yapar, bir bakıma her vatandaş gönüllü polis gibi çalışır, herkes vatandaşlık sorumluluğunu yerine getirirdi.
O kadar ki, mahalle kabadayıları bile, toplumsal düzene bekçilik ederlerdi.
Osmanlı tolum hayatı konusunda Avrupalı gezginlerin sayısız tespitleri olmuştur. Bunlardan Guer şöyle diyor:
“Türklerin pek mükemmel görgü kuralları vardır. Hepsine can-ı gönülden riâyet ederler. Birbirleriyle karşılaştıklarında sağ ellerini göğüslerine götürmek suretiyle selâmlaşırlar. Muhataplarına, müjdeleyici bir surette, yani rütbe ve mevkilerine göre paşa, ağabey ve sultan gibi vasıflarıyla hitap ederler.”
Meşhur Fransız gezgin Brayer şunları söylüyor:
“Türk halkının üstü-başı çok temizdir. Hâl ve tavırlarında büyük bir asalet, yüzlerinde tatlı bir sükûnet ve nezaket vardır! Konuştukları dil hoş ve ahenklidir… Sohbet edenlerin ifadeleri veciz, telaffuzları tertemizdir! Tebessümlerine incelik, el hareketlerine zarafet ve sadelik hâkimdir…”
Brayer, hayranlıkla devam ediyor:
“Yabancıları en çok hayrette bırakan şey, birkaçının birden kanuşmayıp, yalnız birinin söz söylemesidir. Konuşan, umumiyetle sözünü kısa tutar. Dinleyen de, söz bitene kadar sabreder. Birbirlerine karşı fikirlerini hürmetle savunurlar. Söylenen sözlerde herhangi bir fenalık, koğuculuk, iftirâ gibi kötülükler ve edebe aykırı lâubâlilikler yoktur.”
Sözü Avrupa’da eşine rastlanmayan bir konuya getiriyor:
“Yaşlı ve büyüklere karşı hürmetle onların hakkına riayet, hayal edilemeyecek bir nezâket içindedir…
Diyebilirim ki Osmanlıların ahlaki hususiyetleri, insanı âdeta teshîr eder, büyüler. Yürüyüşlerinin serbestlik ve ihtişamı, misafir kabullerindeki güleryüzlülükleri ve nihayet selâmlığa girip çıkarken riayet ettikleri teşrifat kurallarının zarâfeti karşısında hayran olmamak elde değildir.”
Tanınmış yazar Edmondo de Amicis ise Osmanlı halkını şöyle anlatıyor:
“Tetkik ve tespitlerime göre, İstanbul’un Türk halkı, Avrupa’nın en nâzik ve en kibar topluluğudur.
Koca şehrin en ıssız sokaklarında dahi bir yabancı için hiçbir hakâret ve zarara uğrama tehlikesi yoktur…
Hatta namaz vakitlerinde bile camileri gezmek kabildir! Bu ziyaretlerde bir yabancı, kiliselerimizi dolaşan bir Türk’ten daha çok hürmet ve riayet görebileceğinden emin olabilir.
Halk arasında küstahça bir bakış şöyle dursun, fazla meraklı bir bakışa bile hiçbir zaman tesadüf edilmez. Kahkaha sesleri gayet nadirdir. Sokakta kavga eden ayak takımı da enderdir. Kapı, pencere ve dükkânlardan hiçbir kadın sesi aksetmez.”
Şimdi sıra Du Loir’da… Yıllarca incelediği toplumsal yapımızı bize şöyle anlatıyor:
“Hıristiyan memleketlerinde pek yaygın olan küfürbazlık, öfke ve intikam hissi Türklerde yoktur. Çünkü bunlar içki ve kumarın kışkırttığı alışkanlıklardır. Osmanlılar için içki ve kumar da meçhuldür…
Sokaklarında da evlerinde de hiçbir küfür sözü işitilmez. Bunun yüzümüzü kızartacak ve bizi hayrete düşürecek tarafı ise, Osmanlıların yalnız ağızlarında değil, lisanlarında da küfür kelimelerinin bulunmayışıdır…
Onlar yalnız ‘Vallâhi’ şeklinde Allâh’a yemin ederler.”
Du Loir haklı: Osmanlıların hayreti bile zikirdi. Şimdi olduğu gibi “Vaaaav yaaaa” diye Amerikan kırması çığlıklar atılmazdı. Hayretlerini “Allah Allah”, “Fesübhanallah”, “Lailahe İllallah”, “Tövbe estağfurullah” gibi kelimelerle ifade ederlerdi.
Sakınmak istediklerinde “Neuzubiliah” çeker, her işe “Bismillah” ile başlarlardı. Öfkelenmeleri halinde “Ya sabır” der, haksızlığa uğramaları karşısında “Hasbünallâhü ve ni’mel-vekîl!” diyerek Allah’ı kendilerine vekil ederlerdi.
Kızdıklarında en çok, “Lâ havle” (velâ kuvvete illâ billâh-il aliyyil azim) çekerler, beddua yerine “Hay Allâh derdini alsın!” türünden dua mırıldanırlar, şaşkınlıklarını “Fesübhanallâh!” eşliğinde yenerler, damarlarına basıldığında “Yâ sabır!” diyerek sabrın kuvvetine sığınırlardı.
Tekke ve zâviyelerin duvarlarında teselli edici levhalar asılıydı:
“Bu da geçer ya hû!”, “Vazgeç ya hû!”, “Hoş gör ya hû!”
Dükkânların görünür yerlerinde ise, “Errizku alellah” ve “Tevekkeltü Alellah” gibi itikadi kelimeler yazılı levhalar asılıydı…
Toplum yaşamak ve yaşatmak temelinde yücelmişti. Bu yüzden cinayete pek rastlanmazdı. Oysa aynı dönemde düello, (iki kişinin birbirlerini öldürmeleri) Avrupa hükümetleri tarafından yasal sayılırdı…
Oysa aynı yıllarda her şafak vakti Paris sokakları birbirlerini öldürmek için düello edenlerden geçilmezdi.
1700’lerde İstanbul’a gelen Fransız yazar Motray, anılarında şunları yazıyor:
“Türk dükkânlarında hiçbir zaman tek meteliğim kaybolmamıştır. Ne zaman bir şey unutsam, hiç tanımadığım dükkâncılar arkamdan adam koşturmuşlar, hatta birkaç kere Beyoğlu’ndaki ikametgâhıma kadar gelmişlerdir.”
Fransız müellif Dr. Brayer de 1830’ların İstanbul’unu şöyle anlatıyor:
“Evlerin kapısının şöyle böyle kapatıldığı ve dükkânların çoğunlukla umumi ahlâka itimaden açık bırakıldığı İstanbul’da her sene azami beş-altı hırsızlık vak’ası görülür.”
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Araştırma/İnceleme Türk-Osmanlı
- Kitap AdıOsmanlı'nın Büyüme Sırları
- Sayfa Sayısı342
- YazarYavuz Bahadıroğlu
- ISBN9786055365820
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviHayat Yayınları / 2012