Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Osmanlı İmparatorluğu ve Arap Aşiretleri 1840 – 1914
Osmanlı İmparatorluğu ve Arap Aşiretleri 1840 – 1914

Osmanlı İmparatorluğu ve Arap Aşiretleri 1840 – 1914

M. Talha Çiçek

Osmanlı İmparatorluğu’nda 19. yüzyıldaki reform çabaları içinde merkezi devletin güçlendirilmesi temel amaçlar arasındaydı. Bu proje bağlamında devletin Arap göçerleriyle ilişkisi ayrı bir öneme sahipti…

Osmanlı İmparatorluğu’nda 19. yüzyıldaki reform çabaları içinde merkezi devletin güçlendirilmesi temel amaçlar arasındaydı. Bu proje bağlamında devletin Arap göçerleriyle ilişkisi ayrı bir öneme sahipti çünkü Arap eyaletlerinde ve özellikle hudut bölgelerinde devlet otoritesini güçlendirmek bu ilişkiden geçiyordu.

Talha Çiçek, Osmanlı İmparatorluğu ve Arap Aşiretleri, 1840-1914’te “uzun” 19. yüzyıl boyunca, yani Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcına kadar bu ilişkinin nasıl geliştiğini gözler önüne seriyor. Merkezi devlet ile aşiretler arasındaki ilişkinin, “devlet emreder, siz yaparsınız” anlayışından ibaret olmadığını gösteren Çiçek, tam tersine karmaşık, son derece akışkan ve hiç kesilmeyen bir müzakere sürecinin söz konusu olduğunu çok zengin bir arşiv çalışmasıyla belgeliyor.

Ayrıca, Osmanlı reform çağında aşiret toplumlarının varlığını sürdürüp ağırlığını korumasının ve merkezi devletle ilişkilerinin Ortadoğu’da daha sonraki dönemler ve günümüz politikası üzerinde de etkili olduğunu unutmamak gerekiyor.

Talha Çiçek’in çalışması, önerdiği yeni perspektifle, alanında önemli bir boşluğu dolduruyor.

“Genellikle göçerler ile Osmanlı Devleti arasındaki ilişkinin tek yönlü bir yol olduğu varsayılır: Devlet buyurur, aşiretler de ya isyan ya da itaat eder. Talha Çiçek’in kitabı ise gerçeğin çok daha karmaşık ve ilginç olduğunu gösteriyor. Bu kitap, 19. yüzyılda Osmanlı devleti ile Arap göçerler arasındaki karmaşık ve büyüleyici ilişkiyi gözler önüne seren öncü bir çalışma.”

Selim Deringil

“Kusursuz bir arşiv araştırmasına ve tarihsel gelişmelerin eksiksiz bir biçimde kavranmasına dayanan bu örnek çalışma, Tanzimat sonrası Arap göçerlere ilişkin Osmanlı politikalarına bakışta taze bir perspektif sunuyor.”

Şükrü Hanioğlu

*

Giriş

1906 yılında, Arap atlarına uzun yıllardır derin bir ilgi duyan Homer Davenport adlı bir Amerikalı, asil Arap kısrak ve aygırları satın almak üzere ABD’den Suriye’ye bir yolculuk planlamıştı. Söz konusu hayvanların soyunun, safkan atlarının ünü dünyayı tutmuş olan Bedevi Aneze aşiretinin beslediği atlara dayanmasını istiyordu. Gelgelelim Osmanlı devleti Arap atlarının ihracatına yasak koyduğu için, yetkililerden bu konuda izin almak hiç kolay değildi. Yardım isteğiyle Başkan Theodore Roosevelt’e başvurdu ve kendisine bir tavsiye mektubu verildi. Bu mektupla Osmanlı Büyükelçiliği’ne gitti ve padişah, Osmanlı İmparatorluğu’ndan “altı ila sekiz” kısrak alıp ülkesine götürmesine izin veren bir irade çıkardı. Davenport böyle bir izin haberini alır almaz ülkesinden ayrıldı ve İstanbul’a geldi, oradan da karayoluyla Suriye’ye gitmek üzere yola çıktı. Antakya’da konsolos vekili kendisine bir tercüman sağladı. Tercümanla birlikte Halep’e doğru hareket etti. Halep’te, otuz yıldır şehirde ikamet eden, aşiretin siyasi ve ticari işlerine bakan bir Aneze şeyhiyle, Ahmed Hafız’la bulaşacaktı. Halep valisi, Ahmed Hafız’dan, “Osmanlı İmparatorluğu’nun bugüne kadar gördüğü en zeki ve aklı başında Bedevi” diye bahsetmişti.1 Davenport, yolculuğunun son durağının Fırat üzerindeki Deyrizor kazası olmasını istiyordu: Burada bizzat Aneze aşireti mensuplarından at satın alabileceğinden emin olabilirdi. Davenport ve tercümanı Halep’te önce “eyer, dizgin ve çölde kullanılan at aksesuvarları (horse trimmings)” almak üzere çarşıya gitti. Halep çarşısında alışveriş edilebilecek yüzlerce Bedevi’yle karşılaştı. Ayrıca, Aneze aşiretine mensup bir kişiye rastladı, bu kişi kendilerine Aneze aşireti mensuplarının Halep’ten atla on saatte gidilebilecek mesafede bulunduğu bilgisini verdi. Az sonra da Aneze aşiretinden bir başka kişiyle karşılaştı, bu kişi de onlara, Aneze aşiretinin şeyhülmeşayihi Hacim Bey ibn Muheid’in o sırada Ahmed Hafız’ı ziyaret etmek üzere Halep’e geldiğini söyledi. Bedevi, kendilerini Ahmed Hafız’a götürme teklifinde bulundu bu, atları doğrudan Aneze aşiretinden alabilecekleri anlamına geliyordu. “Artık Deyr’e gitme ihtiyacı kalmamıştı.”

Ahmed Hafız, kendilerine, Hacim Bey’in “on gündür misafiri olduğunu, ama, önceki gece aşiretine geri döndüğünü, aşiretinin yaklaşık on-on iki saatlik mesafede kamp kurduğunu” söyledi. Davenport’un ziyaretinden önce Ahmed Hafız, “Osmanlı sultanının” çıkardığı iradeden ve “bütün Amerika kabilelerinin şeyhülmeşayihinin” yani Başkan Roosevelt’in mektuplarından haberdar olmuştu.3 Sonra Ahmed Hafız, onları Vali Nâzım Paşa’nın yanına götürdü, yolda da Aneze aşiretinden kişilerle karşılaştılar, bu kişiler Hafız’a büyük saygı gösterip coşkuyla elini öptüler. Vali, Davenport’a “Çölün Gururu” adlı en iyi atını verdi. Davenport’un aktardığına göre bu at, Hacim Bey tarafından hediye edilmiş, vali ise Hacim Bey’e 100 franklık bir çeki “hediye” olarak göndermişti. Ardından Davenport ve tercümanı, Ahmed Hafız’ın refakatinde en asil Aneze atlarını bulmak üzere çöl yolculuğuna başladı. Davenport’a göre, Ahmed Hafız’ın yanlarında bulunması, koruma sağlaması açısından “bir ordudan daha fazla❞ anlam taşıyordu. Aslında Halep pazarında da Aneze atları satıldığı için o pazardan da at satın almanın mümkün olduğu anlaşılıyor, ama muhtemelen seyyahın bakış açısıyla safkan atların en kaliteli olanları çölde bulunuyordu. Halep ve Deyrizor yakınlarında Seb’a, Gomussa ve Fid’an dahil çeşitli Bedevi kamplarını ziyaret ettiler; Deyrizor mutasarrıfıyla, sancak divanı üyeleriyle ve Aneze şeyhlerinden bazılarıyla görüşürler ve bizzat Aneze şeyhlerinden farklı türlerde en iyi atları satın aldılar. Ahmed Hafız, bütün şeyhlerle misafirleri adına pazarlık etti, makul bir fiyata razı olmalarını sağladı – aslında bu, büyük bir ihtimalle üstlenmiş olduğu ticari misyonun bir parçasıydı. Rütbece en yukarıda olan şeyhülmeşayih Hacim Bey de dahil olmak üzere Aneze aşireti şeyhleri, sattıkları atların şecerelerine mühürlerini bastılar atların safkan olduğunu gösteren, çok önemli sayılan bir kanıttı bu. Padişahın belirlediği sayı limitine ulaştıktan sonra Halep’e döndüler, Davenport satın aldığı atlarla birlikte ABD’ye gitti.

***

Davenport’un anlattıkları, modern dönemde Arap topraklarında imparatorluk-aşiret ilişkilerinin pek çok boyutuna ışık tutuyor ve bu ilişkiler hakkında üretilmiş birçok teoriyi de sarsıyor. Davenport’tan öğrendiğimiz, Aneze aşiretinin Halep’te aşiret mensuplarının siyasi ve ticari işlerinde aracılık eden nüfuzlu bir temsilcisinin bulunduğu, şehrin sokaklarında dolaşan Aneze aşireti mensuplarının olduğu gibi bilgiler Osmanlı İmparatorluğu’nun Arap Ortadoğu’su konusunda uzmanlığı bulunan pek çok tarihçiye bile şaşırtıcı görünebilir. Aneze aşiretinin en kıdemli şeyhinin (“şeyhülmeşayih”inin) Halep’i ziyaret edip orada on gün kalması da yine çarpıcı görünebilecek bir noktadır ne de olsa, Osmanlı devlet görevlileriyle bu tür sofistike ilişkiler kurmuş olması mevcut literatürdeki tartışmalara bakacak olursak pek beklenecek bir durum değildir. Yukarıda aktarılanlar, göçebe grupların imparatorluk yetkilileriyle bağlarının gücünü ve kentsel alan ile çöl mekânı arasındaki üst düzey etkileşimleri gözler önüne seriyor – bu da, “devlet ile aşiretler arasında” hiç bitmeyen bir çatışma olduğu ve Osmanlı modernleşme sürecinde devletin aşiret topluluklarını kayda değer bir tahakküm altına aldığı varsayımlarına dayanan egemen teorilerin altını oyuyor.

Söz konusu anlatının ilgi çekici yönlerinden biri de, 19. yüzyılda imparatorluk-şehir-aşiret ilişkilerini şekillendirdiği düşünülen “medeni-göçebe” çatışması tezinin sağlam temeller üzerine oturmadığının ipuçlarını sağlamasıdır.

Ne var ki Davenport’un naklettikleri, 19. yüzyılda imparatorluk ile aşiretler arasında kurulan ve olgunlaşan ortaklık ilişkisinin, yani elinizdeki kitapta incelenen konunun olsa olsa kısmi bir tezahürü sayılabilir. Bu kitapta, söz konusu ortaklığın hem tarihsel seyri hem de Osmanlı devletinin aşiret idaresi üzerindeki etkisi incelenmektedir: 19. yüzyılda Anadolu, Suriye, Mezopotamya, Hicaz ve Necid bölgelerine dağılmış Şemmer ve Aneze aşiret konfederasyonlarını yönetmek, şekillendirmek ve kontrol etmek üzere Osmanlı İmparatorluğu’nun kullandığı stratejilerin ve politikaların doğuşu ile gelişimi ele alınıyor. Dahası, bu strateji ve politikaların önemli bir rol oynadığı bir süreç içinde, aşiretlerin, kendi sosyoekonomik yapılarını muhafaza edip çölde ve devlet gücünün daha fazla hissedildiği yerlerde bulunan, kullanım imtiyazına sahip oldukları otlaklarda hâkimiyetlerini sürdürmek suretiyle bölge, imparatorluk, hatta dünya ölçeğindeki ağların bir parçası haline nasıl geldikleri gösteriliyor. Kitapta cevabı aranan temel sorular arasında, Osmanlı İmparatorluğu’nun, modernleşme girişimleri sırasında hâkimiyeti altında yaşayan Bedevi aşiretlerine nasıl muamele ettiği, bu aşiretlerin Tanzimat, II. Abdülhamid ve Jön Türk dönemlerinde devlet politikalarına karşı nasıl tutum aldıkları ve pek çok bölgede imparatorluk-aşiret ilişkilerine uzun bir zaman boyunca yön veren, hatta iki taraf arasındaki ilişkinin nihai şeklini belirleyen bir uzlaşmaya nasıl ulaşıldığı yer alıyor.

1840’ların başlarında Osmanlı devlet yöneticileri, egemenlikleri altında bulunan topraklar ve uyruklar üzerinde modern bir otorite biçimi tesis etmek maksadıyla yeni bir imparatorluk projesini, yani Tanzimat reformlarını hayata geçirdiler. Bu reformlar, yepyeni toplumsal-politik koşulların ortaya çıkmasına yol açtı. Söz konusu reformların temel hedefi, ahenkli bir şekilde hareket eden, merkezileşmiş bir bürokrasi yaratıp yerel, ikincil ve otonom aktörlerin nüfuzunu kırmaktı. Düzenli vergi toplamak ve imparatorluk topraklarında asayişi hâkim kılmak, merkezi bir devletin varlığını sürdürmesinin başlıca önkoşulu sayılıyordu. Göçebe hayat tarzlarıyla kontrol edilmesi çok güç bir grup olarak görülen aşiretler, Arap kırsalının birçok yerinde bu hedeflere ulaşmanın önünde ciddi bir sorun oluşturuyordu. Ayrıca, gerek kendi aşiretinin gerekse de başka aşiretlerin mensuplarına karşı köylüleri ve kervanları koruma karşılığında aşiret reisine verilen “koruma parası” olarak tanımlanabilecek, huvve diye adlandırılan bir tür haraç topluyorlar, hem kendi aralarındaki çatışmalarıyla hem de kervanlara ve yerleşim birimlerine yönelik baskınlarıyla ciddi güvenlik problemleri yaratıyorlardı.

Aneze ve Şemmer aşiret grupları, Suriye ile Irak’ın çöllerinin ve kırsal alanlarının çok büyük bir çoğunluğunda hâkim durumdaydı ve 18. yüzyıl sonlarından beri bölgenin sosyal hayatında ve idaresinde önemli bir rol oynuyordu. Bir tarihçinin belirttiği gibi, “Bugünün Suriye Cumhuriyeti’ni oluşturan top-rakların üçte ikisini 1920’lere kadar Bedeviler kontrol ediyordu, deve besleyen Anezeliler bunlar arasında hegemonik gücü oluşturuyordu.” Irak’ın kırsal alanlarında ve çöllerinde göçebe hâkimiyeti Suriye’dekinden geri kalmıyordu. Dolayısıyla bu toplumların modernleşme döneminde Osmanlı İmparatorluğu’yla ilişkilerinin incelenmesi, Ortadoğu toplumsal-politik tarihinde ciddi bir boşluğu dolduracak ve hem bölgenin sosyal tarihine hem de 19. yüzyıl tarihine önemli bir katkı sağlayacaktır.

Bu kitapta Osmanlı’nın son döneminde, devlet ile göçebe gruplar arasında o tarihe kadar görülmemiş düzeyde bir etkileşimin olduğu ortaya konuyor, Arap coğrafyasının doğusundaki en büyük iki göçebe topluluğu, Aneze ve Şemmer aşiret konfederasyonları merkeze alınarak bu etkileşimin çatışmadan uzlaşmaya nasıl evrildiği anlatılıyor. İmparatorluk kendisini ne kadar modernleştirdiyse, gücünü ne kadar pekiştirip genişlettiyse, taraflar işbirliğine dayalı bir birlikte yaşama zemini oluşturmak üzere o kadar çok etkileşim ve müzakerede bulunmak zorunda kaldı. Tanzimat döneminde işbirliği düşük düzeydeydi ve sistematik değildi, ayrıca devlet-aşiret rekabeti, aşiretlerin direnişi ve devletin göçebe toplulukları zorla kontrol altına alma ve dönüştürme arzusu, birçok yerde devlet ile aşiretler arasındaki ilişkilerin mahiyetini belirlemekteydi. Devlet yetkilileri, Necid’den bölgeye nispeten geç bir tarihte gelen ve genişçe bir köylü nüfusunu topraklarından ve köylerinden edip söz konusu toprakları meraya dönüştüren bu göçebe topluluklarını bölgenin “yabancı”sı sayıyor, onlara bölgesel düzeni bozan unsurlar gözüyle bakıyordu. Dahası, huvve toplayıp zaman zaman da gazve adını verdikleri baskınlar organize ettikleri için Arap kırsalında yaşayan kayıtlı mükelleflerden düzenli vergi alınmasının önünde bir engel teşkil ettiklerini düşünüyorlardı. Kararlı Osmanlı modernleşmecilerinin bakış açısına göre, göçebe toplulukların tahakküm altına alınması önemli bir meseleydi. Suriye ve Irak’ın kırsalında pek çok yerde hayvan otlatan ve köylülerden, tarımla uğraşan aşiretlerden ve kervanlardan topladığı huvve’yi ciddi bir gelir kaynağı olarak gören göçebe topluluklar ise, devletin nüfuz alanını genişletmesinin çıkarlarına zarar verdiğini düşünüyorlardı. Bu yüzden iki taraf arasındaki çatışma hali yaklaşık otuz yıl boyunca sürdü, gerçi zaman zaman kısa süreli uzlaşmalar sağlandı ve göçebe aşiretlerin devletin sıkı kontrolü altında bulunan, şehirlerin yakınlarındaki arazilere hayvanlarıyla geldiği de görüldü. Gelgelelim her iki tarafın bu uzlaşma şartlarını sık sık ihlal etmesi, meseleye nihai bir çözüm getirilmesine engel oldu. 1870’li yıllarda, devletin çöl sınırlarında kuvvetlerini artırmasının ve çöle yönelik yayılmacı politikalarının da etkisiyle, sistem değişimi süreci tamamlanmış, aşiret reisleri ile devlet yetkilileri arasında kurulan işbirliği sayesinde çatışmalar asgari düzeye inmişti. İki taraf da, hayvan otlatılacak araziler, şehirlerdeki pazarlar, huvve, devletin vergi toplama hakkı, adalet ve bölgede asayişin sağlanmasına ilişkin konularda haklarının, sorumluluklarının ve görevlerinin sınırlarını yavaş yavaş kabul etmişti.

Ama bu durum, çölde ve göçebelerin dolaştığı başka bölgelerde aşiretlerin nüfuzunun kırılarak devlet otoritesinin tesis edilip genişletildiği tek yönlü bir süreç olarak düşünülmemelidir. Süreç, aşiretlerin hâkim olduğu alanlara ve çöl hududuna devlet otoritesinin genişlemesi basitliğinde ilerlememiş, çok daha karmaşık bir tarihsel gelişim yaşanmıştı. Uzun vadede aşiretler de kazançlı çıkmış, –bölgede 18. yüzyıl sonlarından 19. yüzyıl ortalarına dek yaşanan iktidar boşluğu sayesinde elde ettikleri— geçici kazanımları, uzlaşmaya dayanan, kalıcı bir gerçekliğe dönüştürmeyi başarmışlardı. Her şeyden önce, mera alanlarının ancak küçük, hatta belki de ihmal edilebilir bir kısmı devlet tarafından yeniden tarım arazileri haline getirilebilmişti: Osmanlı devleti, çöl bölgelerinde ve imparatorluğun bürokratik gücünün yeni tesis edildiği Deyrizor ve Havran gibi yerlerde aşiret mensupları arasında aşiret hiyerarşik yapısını ve şeyh otoritesinin taşıdığı ağırlığı tanımakla kalmamış, ayrıca Halep, Hama, Şam, Urfa, Musul ve Bağdat gibi Osmanlı idaresinin üç yüzyıldan uzun bir süredir neredeyse kesintisiz olarak devam ettiği, imparatorluğun otoritesinin öteden beri var olduğu bölgelerde de göçebe grupların imtiyazlarından birçoğunu kabul etmek ve güvence altına almak zorunda kalmıştı. 18. yüzyıl sonlarında ve 19. yüzyıl başlarında Aneze ve Şemmer istilasından dolayı terk edilen “tarım alanları”nın büyük bir çoğunluğu, hayvan otlatılacak mera arazileri sayılarak aşiretlere bırakılmak zorunda kalındı. Bazı bölgelerde, devletin otoritesinin tanınması ve devlet koruması altına girilmesi karşılığında, tahsis edilen mera arazileri için rakip aşiretlerin tecavüzüne ve işgaline karşı da resmi güvence verildi.

Dahası aşiretler modern devlet süreçleri sonucunda ortaya çıkan sosyal mühendislik projelerinin nesnesi konumunda kalmadılar: Aşiret şeyhleri, Osmanlı devletiyle müzakere ve uzlaşma süreçlerinde büyük beceri gösterirken, aşiret yapısını da korumayı başardılar, aşiret hiyerarşisine ve asabiyesine zarar verdirmediler ve mensuplarının, Tanzimat devlet adamlarının başta öngördüğü gibi imparatorluğun sıradan uyruklarına dönüşmesine müsaade etmediler. Oysa Tanzimat idarecileri yapacakları reformlarla, aşiret mensupları ve çöl mekânları üzerinde devletin daha sıkı ve “daha etkin” bir kontrol kurmasını sağlamayı planlamışlardı. Osmanlı İmparatorluğu, “modern devlet” kimliği yeni kazanırken, aşiretlere modern devletten beklenmeyecek çeşitli tavizler vermek zorunda kaldı: Aşiret mensuplarını askerlik gibi devlete karşı kimi vazifelerinden muaf tuttu, padişahın uyrukları olarak teoride yerine getirmek zorunda oldukları kimi vazifeler konusunda da esnek davrandı, aşiretleri nüfus sayım sürecine dahil etmedi, ayrıca sahip oldukları hayvanları da bir sayıma [ta’dâd-ı ağnâm] tâbi tutamadı. Oysa Osmanlı bürokratlarından bazıları, Rus Çarlığı’ndaki Kazaklar örneğinde olduğu gibi, bütün bu politikaları hayata geçirip aşiretleri Osmanlılaştırmanın, modernleşme sürecinde imparatorluğu insan kaynakları ve maddi kaynaklar açısından zenginleştirerek modernleşme projesini daha etkin hale getireceğine inanıyorlardı.”

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur