Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Yalancı İpek Kız
Yalancı İpek Kız

Yalancı İpek Kız

Irmgard Keun

Beyazperdede anlatılan şaşaalı hayatlara bir cevap olarak yazılan Yalancı İpek Kız, Weimar döneminin altın yıllarında Berlin’de bir genç kadın olmayı hem eğlenceli hem de…

Beyazperdede anlatılan şaşaalı hayatlara bir cevap olarak yazılan Yalancı İpek Kız, Weimar döneminin altın yıllarında Berlin’de bir genç kadın olmayı hem eğlenceli hem de hüzünlü yönleriyle anlatıyor.

On sekiz yaşındaki Doris, taşradan kaçıp zengin ve başarılı olma hayaliyle Berlin’e gider. Şehrin umduğu gibi görkemli ve pırıltılı değil, karanlık ve kasvetli yüzüyle karşılaşan Doris’in başarıya ulaşmak için güvendiği tek şey yalancı ipekten elbisesidir. Irmgard Keun, bu karanlık dünyayı Isherwood’un Hoşça Kal Berlin’ini ya da Brecth’in Üç Kuruşluk Opera’sını aratmayan bir gerçeklik ve empatiyle resmeder. Yayımlandığında büyük beğeni toplayan eser, Nazi rejimi tarafından yasaklanarak ortadan kaybolur ve ancak yıllar sonra tekrar keşfedilir. Keun’un, modern kadının hayatını dürüstlükle anlatan şehir edebiyatının ilk ve en iyi örneklerinden bir tanesi olan romanı Yalancıİpek Kız’la ilk defa Türkçede.

“Nazi sansür heyetlerini kızdıran şey romanın çarpıcı gerçekliği değil, insanlığın ortak olduğuna dair verdiği mesaj olmuştur.”
Maria Tatar

BİRİNCİ BÖLÜM
Yaz Sonu, Şehir Merkezi

Dün gece saat on iki sıralarıydı, harikulade hislerin uyandığını fark ettim içimde. Yatağa uzanmıştım – ayaklarımı yıkamak istiyordum ama önceki gecenin yorgunluğu vardı üzerimde. Therese’ye dedim ki, “Sokakta seninle konuşmalarına izin vermeyeceksin, insan kendini zapt etmeyi bilmeli.”

Aslında Kaiserhof’taki programı önceden biliyordum. Yine de içip içip sarhoş oldum – eve sağ salim nasıl geldim bilmiyorum, zaten en büyük zaaflarımdan biri hayır diyememek. “Yarından sonra görüşürüz,” dedim. Ama tabii ki yapmayacağım böyle bir şey. O tombul tombul parmakları, sürekli mönünün en üstündeki ucuz şaraptan, beş kuruşluk sigaralardan sipariş etmesi – böyle başlanırsa bu işin sonu nereye gider?

Büroda beni bir bulantı tuttu, bizim ihtiyar artık para içinde yüzmüyor, beni kovması an meselesi. Ben de dün akşam doğruca eve döndüm – ayaklarımı yıkamadan yatağa attım kendimi. Boynumu da yıkamadım. Uzandım ve bütün bedenim uykuya daldı, bir tek gözlerim açıktı – başımın üstünde bembeyaz parıldıyordu ay – siyah saçlarımı ne güzel ışıldatıyordur şimdi, diye düşündüm. Gerçekten sevdiğim tek adamın, Hubert’in şu an beni görememesi ne yazık. Sonra Hubert’in hayali sardı etrafımı, ay ışıldıyor, yan taraftan gramofon sesi geliyordu, işte o an harikulade bir hisse kapıldım – beni önceleri de ara sıra yoklardı bu his – ama bu kadarını hiç yaşamamıştım. Bir şiir yazasım geldi, o zaman da uyak bulmak gerekecekti, ona da hiç halim yoktu. Biliyordum, özel bir şey vardı bende. Hubert de, dersinde “Gürgen Kralı”nı1 okuyup herkesi mest ettiğim ortaokul öğretmenim Bayan Vogelsang da görmüştü bunu. İçlerinde pırıltı zerresi bulunmayan Therese’den ve bürodaki bütün kızlardan çok ama çok farklıyım ben. Üstelik annemle babam şiveli konuşarak beni utandırırlarken ben şivesiz konuşuyorum, ki bu çok önemli bir şey, beni bir adım öne taşıyor.

Her şeyi yazıya dökmem iyi olacak, sonuçta sıra dışı bir insanım ben. Günlük tutar gibi yazmayacağım ama – on sekiz yaşında ve formunda bir kız için komik kaçar bu. Film gibi yazmak istiyorum, çünkü hayatım böyle, daha da neler olacak kim bilir? Colleen Moore’a benziyorum ben tip olarak, saçlarına perma yaptırmış, burnunu da yukarı kaldırıp daha güzelleştirmiş haline ama. Sonradan yazdıklarımı okuduğumda her şey bir film gibi görünsün – kendimi beyazperdede görüyorum. Şu an, nam salmış omuzlarımdan askıları kaymış geceliğimle odamda oturuyorum ve bakıyorum da her şeyim birinci sınıf – sadece sol bacağım sağ bacağımdan biraz daha kalın, o kadar. Ama çok az. Hava çok soğuk, olsun, gecelikle oturmak daha güzel – değilse mantomu giyerdim.

Virgülsüz ve gerçek bir Almancayla yazmak güzel bir değişiklik olacak benim için – büroda kullanılan o sahte dilin tam aksine. Eksik her virgül için o fasulye sırığı avukata hesap vermek zorundayım – sivilceli şey, ayrıca yüzü fermuarı bozulan eskimiş sarı deri çantama benziyor – onu kibar ortamlarda taşımaya utanıyorum – aynı öyle işte yüzü. Avukatları hiç tutmam zaten – sürekli bir açgözlülükle para peşinde koşmalar, çen çen konuşmalar, içeriksiz, anlamsız… Belli etmemeye çalışıyorum, sonuçta babam işsiz, annem tiyatronun birinde çalışıyor, zamanla o iş de garantisiz hale geldi. Her neyse, fasulye sırığını anlatıyordum. Ona mektupları uzatıyor ve eksik her virgülde kışkırtıcı bir bakış atıyorum. Belanın kokusunu şimdiden alıyorum, ki hiç halim yok buna. Ama dört hafta daha bana bulaşmamasını sağlarım kesin, durmadan babamın çok sert bir adam olduğunu, akşamları doğruca eve gitmek zorunda olduğumu söylüyorum. Lakin bir erkek kudurmuşsa kudurmuştur, hiçbir bahane fayda etmez – biliyorum da konuşuyorum. Her bir eksik virgülle gelen anlamlı bakışım onu daha çok kudurtuyor. Bana kalırsa doğru düzgün bir eğitimin virgüllerle hiç alakası yok. Aramızda bir şey olduğu yok tabii. Dün bürodan da arkadaşım olan Therese’ye de dedim, “Aşk olmalı aşk, değilse ideallerimiz nerede kalır?”

Bunun üzerine Therese, onun da idealleri olduğunu söyledi, çünkü bütün ruhuyla ve kalbiyle evli bir adama bağlı, acı çekiyor, adamın tek kuruşu yok, boşanmayı da düşünmüyor ve Goslar’a taşındı – bizim kız kuruyup gittiğini unutuyor, geçen pazar otuz sekiz yaşına girdi ama hâlâ otuzum diyor – halbuki kırkında gösteriyor – bunların hepsi de o kifayetsiz adam yüzünden. Almayayım ben böyle idealleri. Ne hayır gelir böyle işten, hiç anlamıyorum.

Ben de kendime siyah, kalın bir defter aldım. Beyaz kâğıtları kesip kesip güvercinler yaptım, defterimin üzerine yapıştırdım. Şöyle bir giriş yazmak istiyorum: “Adım Doris, vaftiz edilmiş bir Hıristiyanım ve doğdum. 1931 yılındayız. Yarın daha çok yazarım.”

Güzel bir gün geçirdim, çünkü son çalışma günü olması ve maaşını almak insana genellikle iyi geliyor. Gerçi aldığım yüz yirmi markın –Therese yirmi mark daha fazla alıyor– yetmişini babama vermek zorundayım. Adım gibi biliyorum, bu parayı sadece içkiye yatırıyor, hâlâ işsiz ve yapacak başka hiçbir şeyi yok. Ama elli markımla derhal kendime tüylü bir şapka aldım – koyu yeşil – şimdilerde bu renk moda, birinci sınıf güzellikteki pembe tenime de pek yakıştı. Yana doğru eğik takınca çok şık duruyor – inanılmaz zarif – koyu yeşil renkte bir manto diktirmiştim zaten – beli dar, tilki kürkü var – benimle evlenmeye can atan Käsemann’dan hediye, ama ben istemedim onunla evlenmeyi. Sonuçta uzun vadede kısa ve bodur tiplerle telef olamam, hele de Käsemann2 gibi isimleri varsa. O yüzden de tilkiyi kaptıktan sonra ayrıldım ondan. Gardırobum şimdi tamamdır – yoluna devam etmek isteyen, hırslı bir kız için en önemli şey de bu.

Şu anda bir kafede oturuyorum – kendime bir fincan kahve ısmarlamaya yetecek kadar param var. Severek dinlediğim bir müzik çalıyor: “Çingene Baron”3 ya da “Aida”4 olmalı – her neyse, önemli değil. Yan masamda bir adam bir kızla oturuyor. Kibar bir tip adam – ama çok da değil – kızın yüzü ise kaplumbağaya benziyor, o kadar genç değil artık, bir memeleri var, yüzücü kemeri sanırsın. İnsanların konuşmalarını hep dinlerim ben – ilgimi çeker oldum olası, neler öğreneceğini bilemezsin. Tabii ki haklıymışım: Yeni tanışmışlar. Adam sekiz marklık sigaralardan ısmarlıyor, başka zaman olsa dört marklıklardan içiyordur, kesin. Domuz. Adamın biri sekizliklerden ısmarlıyorsa ne türden bir niyetinin olduğunu bilirsiniz. Düzgün bir adam olsa bir hanımın yanında ancak altı marklıklardan içer, uygun olan budur çünkü, abartılı değildir, daha sonra yapacağı değişiklik göze çok batmaz. Bir keresinde yaşlıca bir adam bana on marklıklardan ısmarlamıştı – ne diyeyim, adam sadistti, benden istediği şeyi şuracığa yazmaya bile utanıyorum. Ben ki en ufak bir acıya tahammül edemem, çorap bağlarım bile azıcık sıksın, canım yanar. O zamandan beri şüpheci oldum.

Ama şimdi hayretlere düştüm işte: Kaplumbağa, Camembert peyniri yiyor. Kendime şunu sormadan edemiyorum – bu kadar mı masum, yoksa istemiyor mu? Ben her şeyi ince ince düşünmeden edemeyenlerdenim. O halde düşünüyorum: Eğer bir şeyler olmasını istemiyorsa, kendini sınırlayarak, Camembert peyniri yeme yoluyla kendini sağlama alıyor demektir. Arthur Grönland’la ilk kez çıktığım zamanı hatırlıyorum. Heykel gibiydi ve bir tarzı vardı. Ama kendime dedim ki: Doris, güçlü ol – özellikle de böyle ağırlığı olan, tarz sahibi birine karşı. O sıralar bir kol saatine ihtiyacım vardı, en az üç gece kendimi bırakmamam en iyisiydi. Ama ben kendimi tanıyorum, Arthur Grönland’ın Kupferberg şarabı ısmarlayacağını da biliyorum – bir de müzik olacak! Kendimi korumak için sutyenime ve atletime tam yedi tane paslı iğne takmak zorunda kaldım. Körkütük sarhoş olmuştum – seksen çıplak vahşi kadın kadar – ama o paslı güvenlik iğnelerini unutmamıştım. Arthur Grönland beni sıkıştırıp duruyordu. Ben ise sadece, “İyi ama beyefendi ne bekliyorsunuz siz benden? Çok rica ederim. Ne zannediyorsunuz beni?” diyordum. Etkilenmişti adamakıllı. İlk başta öfkelendi tabii, ama sonra asil birine yakışır bir şekilde, beni takdir ettiğini söyledi – bir genç kızın çakırkeyifken bile kontrolü elden bırakmaması hoşuna gitmiş. Yüksek ahlâkıma saygı duymuşmuş.

Sade bir şekilde şunu dedim ona: “Bu benim doğamda var, Bay Grönland.”

Kapının önüne geldiğimizde elimi öptü. Sadece, “Saat kaç olmuş, yine haberim yok – saatim epeydir bozuk da,” dedim. Bana saatimi tamir ettirmem için para verirse bir kere daha hayal kırıklığına uğrayacaktım.

Ama ertesi gece Rix Diele’ye elinde küçük bir altın saatle geldi. Şaşıp kalmıştım. “Saate ihtiyacım olduğunu size düşündüren nedir? Ama benim gururumu kırıyorsunuz – katiyen kabul edemem…”

Bembeyaz kesildi, özür diledi ve saati kaldırdı. Titriyordum ve “Bu sefer çok ileri gittin Doris,” diyordum kendi kendime. Gözlerim azıcık sulanarak titreyen bir sesle, “Bay Grönland, incinmenize gönlüm razı olmaz – lütfen saati siz takar mısınız?” dedim.

Bunun üzerine bana teşekkür etti. Ben de, “Ah, lütfen,” dedim. Sonra yine sıkıştırmaya başladı ama dimdik durdum karşısında. Kapının önüne geldiğimizde, “Seni tertemiz, masum yaratık, çok üzerine gittiysem bağışla beni.”

“Sizi bağışlıyorum, Bay Grönland.”

Aslında güvenlik iğnelerime karşı içten içe, korkunç bir öfke duyuyordum. Çünkü tatlı siyah gözleri ve harika bir tarzı vardı, hem küçük altın saat de bileğimde şahane duruyordu. Ama neticede bir erkeğin iç çamaşırlarıma iliştirilmiş yedi adet paslı güvenlik iğnesini görmesini istemeyecek kadar da düzgün bir insanım. Sonraları bıraktım gitti onları.

Şimdi düşünüyorum da, kendime hâkim olmayı uygun bulduğumda ben de Camembert peyniri yiyebilirim. Adam masanın altından kaplumbağanın elini sıkıyor, yandan yandan da bana bakıyor – böyledir işte erkekler. Bizim onları onların kendilerini gördüklerinden daha iyi gördüğümüz hakkında hiçbir fikirleri yoktur. Tabii ki görebiliyorum – bu arada Ren Nehri’ndeki, motoru bilmem kaç beygir gücünde olan o şahane teknesinden bahsediyor – motorlu tek- ne dediği olsa olsa şişme bottur. Ben duyayım diye yüksek sesle konuştuğunu fark ediyorum – sanat eseri! – ve gayet şık yeni şapkam ve tilki kürklü paltomla – şimdi de güvercinli defterime yazmaya başlıyorum, çok ilgisini çekiyorum şüphesiz. Öte yandan sürüngen kız bana dostane bir bakış atıyor, böyle bakışlar beni hemen yumuşatır: Zavallı kaplumbağacık, nadiren bir şeyler bulabiliyorsun, bugün Camembert yiyorsun ama – belki yarın yiyemeyeceksin. Merak etme, ben bu şüpheli şişme bot sahibi kel kafayla aranı bozmayacak kadar edepliyim ve kadın dayanışmasından yanayım. Benim için çok küçük bir şey ama hiç çekmiyor beni, ayrıca su sporcusu ile yüzücü kemeri memeli kız birbirlerine gayet güzel yakışıyorlar. Hem karşı masadaki adam, fevkalade seçkin yüz hatları var ve serçe parmağında mükemmel bir pırlanta yüzük takılı, sürekli bana bakıyor. Conrad Veidt’ın5 en meşhur zamanlarındaki haline benziyor yüzü. Genelde böylesi yüzlerin ardında aman aman bir şeyler saklı olmaz ama bana ilginç geliyorlar işte.

Uçuyorum resmen, çok heyecanlıyım. Az önce geldim eve. Yanımda çikolata dolu bir kutu – yiyorum biraz ama krem dolgulu olandan içinde fındık olup olmadığını anlamak için sadece bir ısırık alıyorum, sevmem değilse – tekrar kutuya koyuyorum, açılmamış gibi gözüksünler diye – sabah anneme ve Therese’ye hediye edeceğim. Çikolatalar Conrad Veidt’tan – Armin adı – aslında bu isimden nefret ederim, bir keresinde dergilerde müshil reklamında kullanmışlardı çünkü.

Masadan her kalkışında, “Armin, bu sabah Laxin’ini6 aldın mı?” diye sormadan edemiyorum kendime. Şapşal şapşal gülüyorum tabii, o da, “Neden böyle katıla katıla gülüyorsun tatlım?” diye soruyor.

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Alba Şehrinin Yirmi Üç Günü ~ Beppe FenoglioAlba Şehrinin Yirmi Üç Günü

    Alba Şehrinin Yirmi Üç Günü

    Beppe Fenoglio

    Alba Şehrinin Yirmi Üç Günü, İkinci Dünya Savaşı sırasında İtalyan direnişçilerini ve savaş sonrasının taşra hayatını yalın bir gerçekçilikle anlatan on iki öyküden oluşuyor....

  2. Güle Güle ~ A.S.KingGüle Güle

    Güle Güle

    A.S.King

    “Zekice. Komik ve kesinlikle özel.” Ellen Hopkins “Gerçekten dudak uçuklatan, harika bir kitap. Bayıldım!” Terry Trueman Ölü birinden nefret edebilir misiniz? Onu bir zamanlar...

  3. Melekler Korusun ~ Debbie MacomberMelekler Korusun

    Melekler Korusun

    Debbie Macomber

    Shirley, Goodness ve Mercy, meleklerin işlerinin asla bitmeyeceğini bilirler; hele yılın en güzel dönemi olan Noel’de. Yardımcı melekleri Will’i de kanatlarının altına alırlar ve...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur